Makale

Prof. Dr. M. Said Hatiboğlu: Müspet hayırlı, güzel bir yenilenme, herkesin kendi sahasının neticelerini ortaya koymasıyla mümkün olacaktır.

SÖYLEŞİ

Prof. Dr. M. Said Hatiboğlu:

Müspet hayırlı, güzel bir yenilenme, herkesin kendi sahasının neticelerini ortaya koymasıyla mümkün olacaktır.



Ayfer Balaban
Ali Duran Demircioğlu

Hocam, İslam dünyasının fotoğraflarına bakıldığında içtenlikle gülümsemek pek de mümkün olamamaktadır. Ve biz bu fotoğraf üzerinden zaman zaman hücumlara maruz kalmaktayız. Dünyaya medeniyet, ahlaki seviye, ilmi getirmiş bir dinin mensupları ne oldu da bu hâle geldi?

Cenab-ı Hakk’a layık kul olabilmenin ancak ilim ile irfan ile olabileceğini idrak ederek, bu ilim yolunda gereken bilgi donanımına sahip olmaya çalışan biri olarak söylüyorum; beşeri noksanlıklarımız, fiziki imkânsızlıklarımız bu ilmin sonsuzluğu karşısında bizi acze düşürmektedir. İlim, sonsuz kudret sahibi olan Cenab-ı Hakk’ı hakkıyla tanıyabilmeye yol açan her türlü bilgiyi ihtiva eder. Biz daha sonraları din ilmi, gayri dinî ilim gibi birtakım tasnifata gitmiş isek dahi, ne Kur’an-ı Kerim’de ne Rasulüllah’ın talimatında böyle bir ayırım söz konusudur. Bizi Allah’a layık kul olabilmeye ulaştıracak her türlü bilgi İslam’ın bizden istediği bilgidir. Bunun içine ibadet bilgisi de girer, fizik bilgisi, kimya bilgisi de girer. Dinî ilimlerimizi içine dahil ettiğimiz tefsir, hadis, kelam gibi ilimlerin dışındaki zevatı sanki ilim adamlarının dışında telakki eder hâle geldik. Acizane görüşüme göre İslam dünyasının geri kalmasına sebep olan hususlardan birisi budur. İslam her türlü güzelliğin, her türlü terakkiye yol açan ilmin destekçisi ve onu teşvik eden en büyük kültürel varlığımızdır. Kendi tarihimizi bütün incelikleri ile beraber tespit etmediğimiz zaman dışarıdaki kültür muhitlerinin propagandasına, hücumlarına maruz kalınması kaçınılmazdır. Bu da kültür tarihimizin tez zamanda bütün teferruatı ile ortaya çıkarılmasını bize vazife olarak yüklemektedir.

İslam dünyasının gayrimüslim dünyaya karşı kendisini ve şahsiyetini kabul ettirilebilmesini bir problem olarak görüyor musunuz?

Bu bir problemdir ve çözümü her hususta Batı dünyasının ilmî seviyesine çıkmakla mümkün olacaktır. İslam dünyasının son asırlarını tetkik ettiğim zaman gördüm ki en azından üç asır evvelinden beri İslam’ın kültürel varlıklarına dahi gayrimüslimler hakim olmuş durumdadır. Sizin de ifade ettiğiniz gibi biz bu dünyaya medeniyet, ahlaki seviye, ilmi getirmiş bir dinin mensupları olduğumuz halde kendi dinimizi maalesef onların çalışmalarından öğrenmek derecesine düşmüş bir haldeyiz. Bu çok acı bir durumdur. Bunun en bariz göstergesi bizim ansiklopedimizi bile geçen asırda oryantalist dediğimiz zatların yazıp bize sunmalarıdır. Demek oluyor ki; biz kendi ilmimizi, kendi adamlarımızın vasıtası ile ortaya koyma imkanını da bitirmişiz. Hâl böyle olunca fotoğraf da malumunuz…

Bu hâle nasıl geldik diye sormuştunuz. Bu hâle gelişimizin sebebi, zannediyorum ilk asırlarda tohumları atılmış olan bu yanlış telakkinin, yani dinî ilimler, gayridinî ilimler gibi ayırıma gidilmesidir. Mesela İslam’ın şartı olan temizliğin nasıl tahakkuk ettirileceğini sadece fıkıh kitaplarından öğrenmek durumunda kalmışız. Bugün kuyuların nasıl temizleneceğini yazan ilmihallerimiz var. Bu ilmihalleri yazanlardan birisine; hocam mesela siz hiç mikrobiyoloji uzmanına danıştınız mı? Onların fikirlerini aldınız mı? Bir kuyu nasıl temizlenir diye sordunuz mu? Dedim. Gülerek, ne lüzum var? Dedi. Bu son derece yanıltıcı bir anlayıştır. Bugün hâlâ elimizde bulunan bu kitaplarda maalesef İslam’a ters hükümler var. Bunu okuyan bir zat eğer bu ilimlerin sahibi ise; bu adamlar İslam ilmi adına bunları söylediklerine göre İslamiyet müspet ilimlerden uzak hükmü veriyor. Bu felakete yöneltici bir hükümdür. Bizim dinimiz asla böyle bir şeye müsait değildir. Sadece bir misal olsun diye bunu söyledim. Bunu her sahaya teşmil etmek durumundayız. İstanbul camilerinin mimarlarını düşündüğümüz zaman Osmanlının ne hâle geldiğini bariz alametlerini de görürüz. Mimar Sinan gibi bir dehayı yetiştiren nesil, niye bu duruma düşsün. Bundan bir an evvel kurtulmamız lazım. İlahiyat fakültesinde hocalık yaptığım sırada fakültemize bir mescit yapılması lüzumunu duyduk. İdare olarak bunu söylediğimizde bize çok garip bakıldı. Hiçbir fakültede mescit yok denildi. Kendilerine kimya fakültesinde laboratuvar yok mu? Bu da bizim laboratuvarımız dedik. Bizden yetişecek mezunlarımız imamlık, müftülük, vaizlik, müezzinlik yapacak. Bunların tatbikatının nerede yapılması lazım? Dedik ve müsaade ettiler. Mescit yapılırken mimarımız ile gittim, baktım ki abdest almak için yapılan musluklar bizim aradığımız vasıfta değil. Musluğu açtığınızda her tarafınız ıslanıyor. Vaaz kürsüsünün merdiveni nerde ise mescidin yarısına kadar uzanıyor. Mimara; ‘bu bizim saf nizamını bozar’ dedim. Hocam, ben hayatımda hiç namaz kılmadım, dedelerim kılardı ama, ben bu işlerden bîhaberim dedi. Şunu demek istiyorum; Türkiye’mizde senede yüzlerce cami yapılıyor da, mimar yetiştiren bir üniversitemizde cami yapımıyla ilgili hiçbir ders yok maalesef. Mesele insan yetiştirmek, her şey ona bağlıdır. Allah Teala bize salih, hasen ve hayırlı amel yapmayı emrediyor. Bu hayırlı, hasen, salih amellerin içine dünyada girmeyecek bir iş yoktur. Bu işlere ehil kimseler yetiştirmek de Müslüman’ın vazifesidir.

Allah’ın kitabını, Rasulüllah (s.a.s.)’ın sünnetini tam manası ile anlayamamak ve anlamada yenilenememekten kaynaklanan noksanlıklarımız da risk oluşturmuyor mu?

Elbette… Rasulüllah (s.a.s.)’ın her söylediği güzeldir ama bilmemiz gereken diğer bir husus var; her güzel şeyi Rasulüllah (s.a.s.) söylemiş değildir. Rasulüllah (s.a.s.)‘ın bahsetmediği pek çok husus olabilir. Şimdi bu hususlarda sünnet yoktur, hadis yoktur diye, o sahaları dinin dışına çıkarmak mı lazım? Elektrikten, bilgisayardan, televizyondan faydalanmadan hiçbir şeye el atmak imkânına sahip değiliz günümüzde. Şu elinizdeki kayıt cihazının, şu mikrofonun icadında Müslümanların bir dahli olmadığını düşündüğümüzde insanın içi titremeye başlıyor. İslam kültürü böyle icatların ortaya çıkarılmasına yönelik talimat ile doludur. Biz Müslümanlar asırlardan beri bu talimatları unuttuğumuzdan, Müslümanlığı sadece şekli unsurlara inhisar ettiğimizden, yenilenmesi gerekenlere direnç gösterip yenileyemediğimizden, korunması gerekenleri koruyamadığımızdan dolayıdır ki, gayrimüslim dünyanın karşısında mahcup duruma düştük. Maalesef bu gün ilmî sahada dahi daha önce söylediğim hususların bütün sebebi budur.

Öyleyse tez zamanda ne yapmalı?
Yapılması gereken şudur: Kendi kültürel varlıklarımızı tahlilden geçireceğiz. Kitaplarımızda İslamiyet’i son derece yanlış şekilde anlatan ifadelerin de bulunduğunu lütfen kabul edelim. Benim şahsi kanaatim bu. Misal; otuz senedir kadınlar dosyası adı altında birkaç dosya biriktirmek zorunda kaldım. Bu dosyaları oluştururken kadınlara hakaret derecesine varan telkinatların bulunduğu kitapların mevcut olduğunu gördüm. Mesela, Peygamber Efendimiz (s.a.s.) kadınlarımıza okuma yazmayı öğrenmelerini emrettiğini hepimiz biliyoruz. Ama ‘kadınlara okuma-yazmayı öğretmeyin’ diyen talimatın yer aldığı kitaplar var. Mesele sahih hadis olarak değerlendirilmiş ifadelere dayandırılmış. Bu son derece acı, son derece incitici hükümdür ve Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’e iftiradır. Bu hadisin, hadis olmadığını, mevzu olduğunu belirten pek çok âlimimiz olmasına rağmen, bu hüküm bu kitabımızda hâlen mevcuttur, mevcut olması bir yana, böyle bir hükmü kabul eden kimselerin bulunduğunu görmek daha acıdır. Mesela, Selçuklu devrinin en büyük vezirlerinden, idare adamlarından Nizam’ül Mülk Siyasetname’sinde (Siyasetname’sinin bazı bölümlerini Farsça aslından da okudum) ‘kadınlarla istişare edin ama ne söylerler ise tersini yapın’ telkininde bulunuyor. Bunu söyleyen basit bir adam değil. Bu adam İmam-ı Gazali’yle arkadaşlık yapmış, fıkıh, tefsir, hadis okumuş bir zattır. Aynı zamanda büyük bir devlet adamıdır.

Sözün özü eğer biz kendi kültürümüze dair ilmi tasfiye hareketini genişletmez isek, bu kitapları okuyan kimselerin İslamiyet hakkında verdikleri kanaatlerden müspet bir manzara çıkmasını beklemek hayal olur. Asırlardan beri teşekkül etmiş olan bu davranış şekillerinin düzeltilebilmesi için önce kendi kültürel varlığımızı, kültürel kaynaklarımızı İslam’ın, Kur’an-ı Kerim’in ve gerçek hadislerimizin, sünnetlerimizin ölçüleri içinde bir tasfiyeden geçirmek gerekir. Eğer biz kendi kültürel varlığımızı, kaynaklarımızı kültürel arıtmadan geçirmeden hâlâ okumaya açar isek karşılaşabileceğimiz manzara daima bu şekilde olacaktır. Bunun dışında ikinci olarak bizim karşımıza bu defa gayrimüslim dünyanın İslam’ı anlayış şekli üzerine değinmek vazifesi geliyor. Son asırlarda biz bu imkânı, bu vazifeyi ne kullandık, ne yerine getirdik. Daha önce de söylediğim gibi İslam dünyasının kültürel varlıklarını marifetini, bilgisini kitaplaştıran bütün ecdadımızdan gelen en kıymetli eserlerin okunabilir halde baskılarını yapanlar Batılılardır. Mesela; bir İmam-ı Taberi’nin tarihini ilk defa ilmî usuller ile basanlar Batılılar olmuştur. Kadı Beyzavî’nin tefsirini bile Latince tercümesi ile beraber basanlar hakeza onlardır. Bizim Osmanlı âlimimiz Kâtip Çelebi’nin Keşfü’z-Zünun’unun ilk defa Latince’sini basanlar da onlar olmuşlardır. Bunlar çok açık tespitlerdir.

Günümüzde sevindirici, güzel adımlar da atılıyor hocam.
Hamdolsun kendi gençlerimiz, kendi yetiştirdiğimiz ilim adamları da yerli bir ansiklopediyi çıkaracak bir seviyeyi bulmuşlardır. Bunlar sevindirici hususlardır. ama Batı dünyasının asırlardan beri kültürel sahada yaptığı yayınların karşılığını henüz yeteri derecede verebilmiş değiliz. Bugün Batı dünyası İslamlara, Türklere niye böyle bakıyor dediğimiz zaman “çünkü biz İslamiyet’i bizim âlimlerimizin yazdıkları kitaplardan okuyoruz” diye itiraf ediyorlar. Böyle bir durum karşısında bilhassa İlâhiyat Fakültesi hocalarının asırlardan beri İslam’ı yanlış anlatmaya yönelik çalışmaları kendi dillerinden tanımak ve onlara ilmî cevaplar vermek vazifesini yerine getirmeleri lüzumludur.

Osmanlı nerde ise altı asır Avrupa’da yaşamıştır da orada yaşamış olan milletlerin kendi dillerinde mesela; Yununca, Bulgarca, Rusça veyahut Almanca, İtalyanca ne ise, o dillerde İslamiyet’i anlatan bir tek kitap yazmış değildir. Osmanlı ‘dinde zorlama yoktur, ben serbest bırakırım, ister Müslüman olurlar, ister olmazlar demiştir. Bu telakki aslında doğrudur ama bir tarafından da yanlıştır. Çünkü tebliğ vazifesini yapmak İslam’ın güzelliklerini, hakikatlerini, gerçeklerini bütün beşeriyete tebliğ etmek Müslüman’ın vazifesidir. Rasulüllah (s.a.s.)’ın daha Mekke’yi fethetmeden Hudeybiye antlaşmasının akabinde tebliğ faaliyeti vardır. Nedir o? Civar ülkelere İslam’a davet mektupları göndermesidir. Gönderdiği zatlar, (bakın bu çok mühimdir) gönderilen ülkenin dillerini bilen kimseler olmuştur. Allah Teala insanlığı, beşeriyeti muhtelif ırklarda, muhtelif dillerde yaratmıştır. Onlar da Kur’an-ı Kerim’in beyanına göre Allah’ın bir fiilidir. Bu şuurla kültürel donanıma sahip ehil kimselerin yetiştirilmesi ve bunların tebliğ vazifelerini yerine getirmeleri de dinin emirleri cümlesindendir.

Geçmiş âlimlerimiz mutlak doğruyu söyleyen kimseler, geçmiş kitaplarımız sadece doğruyu yazan eserler olarak kabul edilebiliyor. Bir kimsenin son derece güzel ahlak sahibi olması, büyük âlim olması her söylediğinin doğru olmasını gerekli kılar mı?

Bu kabul son derece yanlıştır. Çünkü ilim o kadar geniştir ki, bu genişliği içinde ilmi bütün ile kavramak insanoğlunun takati dışındadır. Ben bir tercihim olarak hadis sahasında daha fazla okuma imkanına kavuştum. Ve gördüm ki bazılarınca mutlak doğru olarak kabul edilmiş kitaplarımızda dahi bir çok yanlışın olduğunu söyleyen ilim adamlarımız var. Biz bunlara kulak tıkamışız. Zannetmişiz ki, o kitapta ne yazıyor ise hepsi doğrudur. Böyle bir şey yoktur. Kitapları âdeta kutsallaştırmışız. Mutlak doğru Kur’an-ı Kerim’dir, mutlak doğru Rasulüllah (s.a.s.)’ın o Kur’an’ı aksettirdiği sünnetidir. Şimdi biz mesela sünnette Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in kendi devrinin şartları içinde tezahür eden bir davranışını kutsallaştıracak olur isek, yani (şekli olarak kutsallaştıracak olur isek) yanlış yollara gitmekten kurtulamayız. Mühim olan Rasulüllah (s.a.s.)’ın hedefi neydi? Esas ana fikri neydi? Kastettiği şey neydi? Onu bilmek ve onun bugün nasıl gerçekleştirilebileceğini tespit etmektir. Bugün vasıtalarımız, imkânlarımız Rasulüllah (s.a.s.)’ın zamanından çok farklı. Bu gün mesela temizlik ölçüleri Rasulüllah (s.a.s.)’ın devrinden çok farklı. Rasulüllah (s.a.s.) hiçbir zaman duş diye bir şeyden istifade etmedi. Böyle bir şey yoktu o zamanlar. Ama sünnette duşta abdest almak anlatılmıyorsa, duşla abdest almanın sünnet dışına atılması son derece yanlıştır. Basit misaller olarak bunları veriyorum. Bunun dışında bugün İslam dünyasının halletmek durumunda olduğu son derece mühim ilmî çalışmalar var. O noktaya da temas etmekten kendimi alamıyorum. Pek çok Müslüman devletlerinde İslamiyet dendiği zaman sadece hemen hemen ibadet ile ilgili hükümler çerçevesinde çalışmalar yapılıyor. Ama İslamiyet sadece bir ibadet değildir, İslamiyet aynı zamanda hayattır. Allah Teala insanoğlunun bu dünya hayatında kendisine layık kul olmasını emrediyor. Öyleyse bu dünya hayatının bütün meseleleri Müslüman’ın meselesidir. Müslümanlar şahıs olarak, toplum olarak kendileri İslam’ın istediği seviyeye çıkmadıkları takdirde gerçek bir İslami hayatın vücut bulması mümkün değildir. İslam araştırıcıları olarak, kendi kültürümüz, baştan sona okumuş ve tahlil etmiş ve değerlendirmiş değiliz. Mesele burada düğümleniyor. Taberi’nin tarihini bile baştan sona okumuş bir tarihçimizin olduğu kanaatinde değilim. Tefsir sahasında olsun, hadis sahasında olsun İslam dünyasının her tarafında binlerce eser yazılmış. Biz Endülüs kültürünü tam olarak biliyor muyuz? Bilmiyoruz. Biz Kafkasya’da, Rusya’da şurada veya burada yapılan çalışmalara vakıf mıyız? Hayır değiliz. Öyleyse iş bölümü yapmak yani muhtelif sahalarda ihtisas sahibi olmak durumundayız. Müspet hayırlı, güzel bir yenilenme, herkesin kendi sahasının neticelerini ortaya koymasıyla mümkün olacaktır inşallah.