Makale

Din Görevlilerinin En Büyük Sermayesi Cemaattir

Din Görevlilerinin
En Büyük Sermayesi Cemaattir

Doç. Dr. Fikret Karaman
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı

Din Hizmetinin Amacı

Genel olarak milletlerin tarihi ve hayatı; peygamberlerin getirdikleri vahiy, din, ilim ve tebliğin ışığında aydınlanmıştır. Böylece insanlık zamanla bilim, akıl, irade, çalışma, gayret ve tecrübesini geliştirerek ilerleme sağlamıştır. Bugün dünyanın zenginlikleri anlamında sahip olduğumuz kültür, medeniyet, sanat ve musiki gibi değerler bu çalışmanın bir ürünüdür. Şüphesiz ki bu değerlerin ve başarıların arka planındaki insanların birlikteliği, alın teri ve gayretinin payı büyüktür. Ne var ki bunun tersi de geçerlidir. Birçok haksızlığın ve olumsuzlukların temelinde de yine insan unsuru vardır. Buradan hareketle şunu söyleyebiliriz. Dünyanın barış, huzur ve istikrarı; insanın düşünce, irade, eylem ve davranışlarıyla yakından ilgilidir. Bu nedenle peygamberlerin ve ilahi kitapların gönderilmesi başta olmak üzere müeyyidelerin ve yasal düzenlemelerin ortak amacı insanın davranışlarını disipline etmek olmuştur. Diğer bir ifade ile her mesleğin ve alanın ortak hedefi; “iyi insan ve iyi vatandaş” yetiştirmektir. Dolayısıyla din hizmetinin asıl hedefi de insanların doğru inanmalarına, ibadet hayatlarına ve genel davranışlarına yardımcı olmaktır. Zaten dinin amacı da insanları dünya ve ahiret mutluluğuna ulaştırmaktır.
Bu bağlamda din görevlilerinin hedef kitlesinde; genelde halk, özelde ise “cami cemaati” gibi zengin bir potansiyel bulunmaktadır. Diğer bir ifade ile bu halk ve cemaat, din görevlilerimiz için tükenmez bir hazine ve servettir. Bunlarla buluşmak, tanışmak, istişare etmek, birlikte hareket etmek, ortak konuları paylaşmak ve topluca ibadet etmek hayati önem arz etmektedir. Bu fırsat ve imkân, ancak din görevlileri aracılığı ile değerlendirilebilir. Çünkü bu elemanlar sosyal hayatımızda insanlar için ortak bir mekân olan caminin merkezinde yer almaktadırlar. Dolayısıyla vakit, cuma, teravih ve bayram namazları başta olmak üzere cami içinde ve dışında birçok etkinlikte halkla beraber bulunmaktadırlar. Hal böyle olunca onların, toplumla sürekli olarak bir iletişim içinde olmaları gerekir. O halde bu fırsatın halkımızın lehine değerlendirilmesi uğruna din görevlilerine tam destek verilmelidir.
Din, Birliği Emreder
İslam dini; birliği, beraberliği, sosyal dayanışmayı ve paylaşmayı emreden bir dindir. Hiçbir zaman bireysel hareket etmeyi bölünüp parçalanmayı ve toplumun kurallarına aykırı hareket etmeyi uygun görmez. Bu husus; ibadet ve cami dışındaki olaylar için de geçerlidir. Kur’an-ı kerimde ifade edildiği gibi sosyal dayanışma varlığımızın devamının temeli ve Allah’ın bir nimeti olarak insanlara verilmiştir: “Hep birlikte Allah’ın ipine (İslam’a) sımsıkı yapışın; Parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O’nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz.” (Al-i İmran, 103)
İnsanlar, zekâ, düşünce ve yetenek bakımından farklı yaratılmış olabilir. Aralarında düşünce ayrılıklarının olması da doğal karşılanabilir. Fakat ayrılıklar düşünce düzeyinde kalmalıdır. Hoş görü ve karşılıklı saygı sınırını aşarak kin, nefret ve düşmanlığa dönüşmemelidir. Özellikle Yüce Allah’ın “Dosdoğru” yol olarak ifade ettiği ortak bir zemin üzerinde kalmaya özen gösterilmelidir: “Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. (Başka) yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah’ın yolundan ayırır. İşte sakınmanız için Allah size bunu emretti.” (En’am, 153)
Görüldüğü gibi sosyal hayatın her alanında birlik ve beraberlik önem arz etmektedir. Yüce Allah canlıları ve bitkileri bile çift ve birbirine muhtaç bir şekilde yaratmıştır. Bunların hayattaki varlıkları, aynı zorunluluk çerçevesinde devam etmektedir. Nitekim insan vücudunda yer alan el, ayak, göz ve kulak gibi organlar bile birbirini destekler mahiyette çift yaratılmıştır. Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) de iş ve davranışlarımız konusunda cemaat, birlik ve beraberlikten ayrılmamayı hatırlatarak şöyle buyurmuşlardır: “Size cemaat halinde (birlik ve beraberlik içinde) hareket etmek uygun düşer. Gruplara ve ayrılıklara düşmekten sakınınız. Çünkü şeytan yalnız başına hareket eden kişi ile beraberdir. (ona daha yakındır.) Oysaki o, iki kişi veya cemaat halinde dayanışma içinde olanlardan uzaktır. (onlara zarar veremez.) Cennetin ortasında olmak isteyenler, cemaatten ayrılmasın.” (et-Tac; Kitabü’l-Fiten, c. 5, s. 308) Hayatın akışı içinde sıkça karşılaştığımız gibi birlik, beraberlik sosyal dayanışma ve yardımlaşma her zaman ve her toplum için geçerlidir. İşin bu kısmının bağımsız bir konu olarak ele alınması daha uygun olabilir. Biz bu yazımızda daha çok din görevlilerimizin ilgi alanına giren cami cemaatini merkeze alarak yoğunlaşmak istiyoruz. Çünkü bugün ülkemizde ve İslam dünyasında camiler bütün yerleşim yerlerinde yapılmış bulunan çok önemli fiziki mekânlardır.
Cami ve Cemaat
Cami; kelime olarak toplayıcı, toplayan ve insanları bir araya getiren mekânın adıdır. Din görevlileri ise, hizmet etmek amacıyla bu yerlere atanan elemanlardır. Böylece onların görev tanımı ve alanı büyük ölçüde camilerle ilişkilidir. Çünkü bunlar günün, haftanın ve yılın belli anlarında burada bir toplulukla yüz yüze gelmektedirler. Diğer taraftan cemaat sözcüğü de dinî yönden namazı imamla birlikte kılan kimseleri ifade etmektedir. Nitekim İslam dini de cemaat halinde ibadet etmeyi teşvik etmiştir. Öyle ki cemaatle namaz kılınması sayesinde insanlar arasındaki manevi bağ daha da güçlenmektedir. Onların birbirleriyle görüşmeleri, tanışmaları ve anlaşmaları kolaylaşmaktadır. Kendi aralarında bilgi alışverişinde bulunmaları, disiplin, ahenk, sevgi ve saygı ortamı sağlanmaktadır. Topluca ibadet imkânı temin edilmektedir. Kalpler huzur ve sükûna ermektedir. Nitekim Hz, Peygamber (s.a.s.) de, hayatı boyunca namazı cemaatle kıldırmıştır. Hastalığı anında ise vekâleti, Hz. Ebu Bekir’e vermiştir. Fakat hasta haliyle bile cemaatin arasına katılmaya çalışmıştır. Bu husus, İslam’da cemaatle namaz kılmanın ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Öyle ki düşman korkusunun bulunduğu yolculuk ve savaş anında bile cemaatle namaz kılınması tavsiye edilmiştir. Bu nedenle her gün kılınan beş vakit namaz, cenaze namazları ve ramazan ayında kılınan teravih namazının cemaatle eda edilmesi vurgulanmıştır. Cuma ve bayram namazlarının ise zaten cemaatle kılınması zorunludur. Sadece bazı kaynaklarda açıklandığı gibi şu mazeretler; camiye gitmek ve cemaatle namaz kılmak hususunda birer engel olarak kabul edilmiştir. Bunlar; hastalık, yolculuk hali, gece karanlığı, aşırı derecede sıcaklık veya soğukluk, gözü görmemek, yürüyemeyecek derecede yaşlı veya felçli olmak, can güvenliği olmamak, sarımsak yemiş olmak ve hastaya bakmak gibi hususlardır. Bu ruhsatlara rağmen Ebu Hureyre (r.a.)’nin rivayet ettiği şu hadis cemaate devam etmenin öneminin vurgulanması açısından çok anlamlıdır. Bir gün gözü görmeyen bir adam Rasulüllah (s.a.s.)’a gelip; “Ey Allah’ın Rasulü; beni mescide götürecek bir rehberim yok” diyerek ondan namazı evde kılmak için ruhsat istedi. Hz. Peygamber (s.a.s.) de izin verdi. Aynı kişi dönüp yürümeye başlayınca, geri çağırıp; “Ezan sesini duyuyor musun?” diye sordu. “Evet” dedi. Öyleyse icabet et buyurdu. (el-Cezeri; Camiu’l Usul, Terc. ve Şerh, K. Sandıkçı)
Ayrıca Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) cemaatle kılınan namazların yalnız başına kılınanlardan daha faziletli olduğunu haber vermişlerdir: “Cemaatle kılınan namaz yalnız başına kılınan namazdan yirmi yedi derece daha faziletlidir.” (Buhari, K. Ezan, 30) Bir kez daha hatırlatalım ki cemaat denince zihnimizde zorluk ve çaresizlik oluşmamalıdır. Zira cemaatin çokluğu açısından bir sınır yoktur. Bu sayı ne kadar çok olursa onun hayır ve bereketi de o kadar fazla olacaktır. Ancak Hz. Peygamber (s.a.s.) söz konusu cemaatin oluşması için zorluk değil kolaylığın yolunu da göstermiştir. Buna göre Efendimiz cemaatin iki kişiden meydana gelebileceğini ifade etmişledir. (Buhari, Ezan, 35) O halde imamdan başka bir kişinin katılmasıyla cemaatle namaz kılınabilecek ve aynı sevap alınacaktır. Bu da yine cemaatin rahmetini ve bereketini göstermektedir. Şu kadar var ki, bir yerleşim alanında belli bir imamı ve cemaatı bulunan bir mahalle mescidinde cemaatle namaz kılma imkânı varken hemen yakınında ikinci bir cemaat oluşturmak hoş karşılanmamıştır.
Bugün ülkemizde hizmet eden din görevlisi, cami ve cemaat üçlüsünü biraz daha irdelemek gerekir. Türkiye’deki cami ve mescitlerin sayısı 78 500 kadardır. Üstelik bunlar il, ilçe, mahalle, belde, köy ve mezra olmak üzere en ufak yerleşim birimine kadar dağılmış bulunmaktadır. Söz konusu mekânlarda itikat, ibadet ve ahlak alanında konuşmaların, telkinlerin ve aydınlatmaların sürekli yapıldığını düşündüğümüzde bunların etki alanının ne kadar kapsamlı ve güçlü olduğu kendiliğinden anlaşılmaktadır. Halkın nabzını bu ortak noktalarda tutmak mümkündür. Her türlü bilimsel, sanatsal ve kültürel faaliyetler tabandan başlayarak halka ulaştırılabilir. Şüphesiz ki söz konusu hizmetlerin hedefine ulaşması için iyi yetişmiş, yüksek öğrenim görmüş, bilgi, deneyimli ve kabiliyetli din görevlilerine ihtiyaç vardır. Bu cümleden olmak üzere görevlilerimizin yüksek öğrenim görmeleri, ihtisas kurslarına katılmaları, bilgi ve görgülerini arttırmak amacıyla yurt dışına gönderilmeleri tartışma konusu bile olmamalıdır. Zira halen stratejik olarak ülkemizde dinin toplumsal hayat üzerindeki etkisi daha çok camilerde anlatılmalıdır. Buna yaygın eğitim veya hayat boyunca eğitim demek de mümkündür. Devletin bütün kurumları birbirine yardımcı olmalıdır. Belli bir yaştan sonra örgün eğitime katılamayanlar sahipsiz ve ilgisiz bırakılamaz. Öğretmenin, sağlık görevlisinin ve diğer kamu görevlilerinin mesaisinden yararlandığımız kadar din görevlilerimizin katkılarından da istifade etmeliyiz. Bunların görev alanlarının arasına duvarlar örülmemelidir. Tersine herkesin aynı gemide olup kamu adına hizmet verdiği unutulmamalıdır. Tarihimizde okul ve cami geleneği birbirinden çok uzak değildir. Dolayısıyla bu iki kurum karşı karşıya getirilmemelidir. Çünkü camiler; tarih boyunca çevrelerinde kurulan okullar, şifahaneler (sağlık ocakları), kütüphaneler, öğrenci yurtları, aşhaneler ve hamamlar gibi külliye diye adlanan bir bütünlük oluşturuyordu. Buralarda yetişen mezhep imamları, müçtehitler ve düşünürler bilim ve sanat anlayışını yerleştirmeye çalışmışlardır.
Her gün değişik yerleşim birimlerinde meydana gelen, yazılı ve görsel medyada karşılaştığımız haksızlık, bilgisizlik, aile dramları ve töre cinayetleri gibi olaylar yüreğimizi ağzımıza getirmektedir. Üstelik bu görüntü ve yansımalar bizi hem geriye götürmekte hem kamuoyu önünde mahcup etmektedir. Bu denli zengin tarihi ve kültürel değerlere sahip olan milletimiz söz konusu imajı hak etmediği düşüncesindeyiz. Hayat devam ettiği müddetçe insanımızın beklentilerine cevap vermek zorundayız. Bilindiği gibi batı ülkelerinde de din hizmetleri kiliselerin sorumluluğunda yürütülmektedir. Bu kurumlar kendi içlerinde devletten ayrı ve bağımsız gibi görünseler bile iç ve dış faaliyetlerinde ülkenin genel politikasıyla bir bütünlük sergilemektedir. Bu bağlamda bazen kiliseler; çalışmalarını ve etkinliklerini misyonerlik kapsamında diğer ülkelere kadar taşıyabilmektedirler. Söz konusu faaliyetlere destek verilmesinde de herhangi bir sakınca görülmemektedir.
Yazımızı tamamlarken şu hususun altını bir kez daha çizmek istiyoruz. Bazılarının iddia ettiği gibi yirminci asrın son çeyreğinde dinin sosyal hayattaki etkinliği azalmamıştır. Tersine din; yirmi birinci asrın başında ülkelerin, medeniyetlerin, kültürlerin ve siyasi dengelerin oluşumunda belirleyici bir unsurdur. Buna bağlı olarak din görevlilerinin sorumluluğu da artarak devam etmektedir. Şayet tekrar hatırlatmak gerekirse Allah’ın yardımı; vakit, cuma, cenaze, teravih ve bayram namazları ile birlikteliğin olduğu her yerde bizimle beraber olacaktır. Din görevlileri çevrelerine şunu anons etmelidir. Artık zaman, birlik ve beraberlik zamanıdır. Ayrılık ve bireysel hareket etmek haklılığımızı ve gücümüzü zayıflatır. Sakın topluluktan ayrılmayın. Halkın arasına katılın. Huzurlu, güvenli ve mutlu olun.