Makale

Medine Ziyareti ve Milletimizde Hz. Peygamber Sevgisi

Medine Ziyareti ve Milletimizde
Hz. Peygamber
Sevgisi

Bir mübarek sefer olsa da gitsem,
Kâbe yollarında kumlara batsam,
Hub cemâlin bir kez düşte seyretsem,
Yâ Muhammed canım arzular seni!

Hac ibadeti ve kutsal mekânlara yapılan ziyarete genelde tüm Müslümanların, özelde ise milletimizin ayrı bir özen gösterdiğini söylemeliyiz. Hz. Peygamber sevgisi başta sahabeler olmak üzere tüm Müslümanların gönüllerine taht kurmuştur. Bu yüzden olsa gerek, Medine ziyaretini yapmadan vatanına dönen Müslüman neredeyse yok gibidir.

Medine’nin “münevver” olmazdan önceki ismi Yesrib idi. Onu aydınlık ve nurlu bir kent hâline getiren şey, Rasûlüllah’ın buraya teşrif buyurması ve burada medfun bulunmasıdır. Bu sebeple Medine’ye duyulan sevda ve hasretin altında, aslında Peygambere duyulan sevda ve ona olan özlem yatmaktadır.
Nurlu şehir Medine, Mekke’den kaçanlara değil, İslâm’ı Mekke dışına taşıyanlara ev sahipliği yapan yerin adıdır.
Medine, bedevilikten medeniliğe geçişin, ilme önem verişin ve İslâm’ı daha rahat yaşayabilme imkânı elde edişin adresidir.
Medine, evini, işini, aşını, hülâsa elindeki tüm varlığını kardeşiyle paylaşabilme cömertliğini gösterenlerin memleketidir.
Bu yüzden hâlâ Medine’de Ensarın yardımlaşma ve hoşgörü anlayışını sezinlersiniz. Sayılı günler de olsa şu anda sizler, Hz. Peygamber ve ona destek çıkan Ensarın, İstanbul’umuzun manevî mimarı Eyüp Sultan’ın misafirisiniz.

Bu toprakları ziyaret ederken hep sevince rastlamayacak, bazen de hüzne şahit olacaksınız. Uhud’da ganimet, mal-mülk, dünyalık uğruna galip iken Rasûlün sözünü dinlemeyerek, “Okçular Tepesini” terk eden Müslümanların hâli pür melâlini ibretle seyredeceksiniz. Yine Uhud’da burnu- kulağı kesilerek, ciğerleri parçalanarak şehit edilen Hz. Hamza gibi nice kahramanların, daha bir günlük evli olduğu halde bu savaşa katılıp boy abdesti almaya dahi fırsat bulamadan şehit düşen ve Peygamberin ifadesiyle, “meleklerin yıkadığı”(gasîlü’l-melâike) Hz. Hanzale gibi tazecik damatların, Mekkeli bir zenginin oğlu olduğu halde şehit düştüğünde kendisine kefen bulunamayan Mus’ab b. Umeyr gibi yiğit delikanlıların acı hatıralarını dinleyeceksiniz. Uhud’da şehit düşen babası, kocası ve oğullarının naaşını bir kenara bırakarak, Muhammed nerede? diye köşe-bucak onu arayan ve karşılaştığında, “Küllü musibetün ba’deke celelün ya Rasûlallah”, sen sağ olduktan sonra her felaket bana hafif gelir diyen Hz. Sümeyra’nın fedakârlığı gözlerinizi yaşartacaktır. (İbn Hişam, Siret, c. III, s. 43.) Ancak ne var ki, yine de Medine sizi ılgıt ılgıt esen saba rüzgârıyla karşılayacak, ruhunuzu rahatlatıp, göğsünüzü serinletecektir.

Güne Babü’s-Selâm kapısından girip, o güzel Peygambere merhaba diyerek, kemal-i edep ve salât-ü selâmla başlayacaksınız. Çünkü kendi ifadesiyle, onu vefatından sonra ziyaret demek, sanki sağlığında ziyaret, (Darekutni, II, 278, H. No: 192) ve aynı zamanda şefaatini hak etmek demektir. (Darekutni, II, 278. H. No: 194) Türkiye’mizden gönderilmiş emanet selâmları da burada Rasûlüllah’a iletip, hemen yanı başında istirahat buyuran iki aziz dost Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’e de selâm vereceksiniz.

Hiç şüphesiz İslâm’da Allah’ı sevmek için Peygamberi sevmek ve ona tâbi olmak esastır. (Âl-i İmran,31) O yüzden başta sahabeler olmak üzere bütün Müslümanlarda bir Peygamber aşkı sezinlersiniz. Ebubekir hicret esnasında ona can yoldaşı olmuş, Hz. Ali, Peygamber sevgisini yine hicret esnasında onun döşeğine yatma ve ölümü göze alma cesaretiyle göstermiş, Hz. Ömer o güzel insanın vefatı karşısında ne yapacağını bilemeyerek, Medine sokaklarında bir o tarafa bir bu tarafa koşarak; “Kim Peygamber öldü derse boynunu vururum!” naraları atmıştı. Müezzin Bilal ise Rasûlüllah vefat edince, “Hz. Peygamberin bulunmadığı bir yerde yaşamak bana haram oldu!”diyerek alıp başını Medine’den terk-i diyar eylemişti. Müşrikler tarafından yakalanarak idama mahkûm edilen Zeyd, darağacına çıkarıldığı vakit, “şu anda senin yerinde Muhammed’in olmasını ister misin?” sorusuyla karşılaşmış; “Değil şu anda onun burada olmasını istemek, Medine sokaklarında yürürken ayağına batacak diken, gelsin benim yüreğime saplansın!” cevabını vermişti. (A. H. Berki, O. Keskioğlu, Hatemü’l-Enbiya Hz. Muhammed ve Hayatı, DİB Yayınları, Ankara 1991, s. 280.)

Bizim milletimize gelince gerek Peygamberimiz, gerekse onun Ehl-i Beyt’ine olan sevgide âdeta bir taçlaşma görürsünüz. Ülkemizde kutsal topraklara giderken ve dönerken yapılan mevlit programları, uğurlama ve karşılama törenleri, helalleşme manzaraları, geride kalanların gözü yaşlı gönderdikleri selâmlar, insanımızın hacca ve Peygamberimize verdiği değerin bir başka göstergesidir. Şair:
“Muhabbetten Muhammed oldu hasıl, Muhammedsiz muhabbetten ne hasıl?” derken, muhabbetle Muhammed arasındaki bağa dikkat çekmektedir. Kayseri’li bir Rum’un oğlu olup 1942 yılında Mevlana’dan esinlenerek İslâm’ı seçen Yaman Dede (ö.1963) ise, Peygambere olan büyük sevgisini;
“Gönül hûn oldu şevkinden boyandım yâ Rasûlallah
Nasıl bilmem bu nîrâna dayandım yâ Rasûlallah
Ezel bezminde bir dinmez figandım yâ Rasulallah
Cemalinle ferahnak et ki, yandım yâ Rasulallah
Yanan kalbe devasın sen, bulunmaz bir şifasın sen
Muazzam bir sehasın sen, dilersen rehnümasın sen! dizeleriyle dile getirmektedir.

Milletimizin Hz. Peygambere olan sevgisinin, öncelikle o yüce insanın medh ü senasına nail olmaktan kaynaklandığını da bilmek gerekir. Bilindiği gibi, Hz. Peygamber, “İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan! Onu fetheden asker ne güzel asker!”(A. İbn Hanbel, Müsned, 4/335; Nesei, Müstedrek, 4/422) buyurarak milletimizi övmektedir. Söz konusu hadisin müjdesine fiilen mazhar olan ve İstanbul’u fethetme şerefini kazanan Fatih Sultan Mehmet (ö.1481)’de ona olan sevdasını, Rumeli Hisarı’nı “Muhammed” şeklinde inşa ettirerek göstermiştir.

Osmanlı ordusuna “Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye”, devletine ise, “Devlet-i Âliye-i Muhammediyye” adını vermiştir. Bu yüzden toplumumuzda asker ocağına “Peygamber Ocağı”, askerimize de “Mehmetçik” denmektedir. Nitekim Milli Şairimiz Mehmet Akif (ö.1936) de, “Çanakkale Şehitlerine” adlı şiirinde, “Bedrin arslanları kadar şanlı” saydığı şehit Mehmetçiğin başına Kâbe’yi mezar taşı diye dikmekte, gökkubbeyi bütün yıldızlarıyla alıp örtü diye lahdine çekmekte, mor bulutları tavan diye örtmekte, ülker yıldızını avize diye asmakta, yine de bütün bunları yeterli görmeyerek sonunda;

“Ey şehit oğlu şehit, isteme benden makber,
Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber” demektedir. (Rıza Akdemir, Dini ve Milli Şiirler Antolojisi, TDV Yayınları, Ankara 1991, s. 8-9.)

Peygamberimizin müjdesine nail olan Fatih’in babası II. Murat (ö.1451)’ın her üç gecede bir Peygamberimizi rüyasında gördüğü, eğer bu zaman zarfında göremezse kendisini bir odaya kapatarak akşama kadar ağladığı, Padişah III. Mehmet (ö. 1603)’in de Hz. Peygamberin adı anıldığı an yerinden fırlayarak ayağa kalktığı rivayet edilmektedir. Padişah Sultan Abdülaziz, (ö.1866) Medine’den gelen dilekçeleri, hasta yatağından derhal doğrulur ve “Harameynden, Allah Rasûlünün komşularından gelen talepler, yatarak edebe aykırı halde dinlenilmez” dermiş.

Yavuz Sultan Selim, Mısır fethinden sonra halifelik ünvanını alınca, ilk cuma hutbesine çıkan hatip onun için: “Sahibü’l-Harameyni’ş-Şerifeyn” ifadesini kullanmış, bunun üzerine Padişah hemen ayağa kalkarak: “Hayır ben Hâdimü’l- Harameyni’ş-Şerifeynim” diye bağırmıştır. (Muzaffer Taşyürek, Bir Demet Tarih, Türdav Yayınları, İstanbul 1980, s.30.) Buna istinaden hizmetçilik anlayışının da gereği olarak ecdadımız, Sultan Abdülaziz’e gelinceye kadar Mekke ve Medine kalelerine hakimiyet alameti olarak görülen Osmanlı bayrağını dikmekten haya etmişlerdir. Hatta padişah resimlerine bakıldığında sarık üstündeki sorguçta süpürge amblemi görülmektedir. Bu amblem mukaddes yerlerin hâkimi değil, hadimi anlamına gelmektedir. (Kadir Mısıroğlu, Mevlana Güldestesi, Konya Büyükşehir Belediye Yay., Konya 1993, s. 126.)

Derviş meşrep Sultan I. Ahmet (ö.1617) başına taktığı sorgucun altına Rasûlüllah’ın ayak resmini yaptırarak, onu başına taç etmiş ve üzerine kendi söylediği;
“Nola tâcum gibi başumda götürsem dâim,
Kademi resmini ol Hazret-i Şah-ı Rasûlün,
Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sahibidir
Ahmedâ durma yüzün sür kademine ol gülün.” beyitlerini yazdırmıştır. (Komisyon, Türkiye Gazetesi Rehber Ansiklopedisi, İhlas Matbaası, c. I, İstanbul 1984, s. 118.)

Hicaz demiryolunu inşa ettiren II. Abdülhamit (ö.1918)’e gelince, onun ince düşüncesini bugün dahi anlamakta zorlanıyoruz. Padişah, tren Medine sınırlarına yaklaştığında, “Mümkün olan âletlerin üzerine keçeler sarınız ki fazla gürültü olmasın, ehl-i beytin burada yatanlarının ruhu muazzeb edilmesin” emrini vermektedir. (Bkz. İsmail Çolak, “Osmanlı’nın Hz. Peygamber ve Beldesine Sonsuz Sevgisi”, Diyanet Avrupa, Ocak 2004, sayı 57, s.14.) Medine hudutları içerisinde trenin duracağı istasyonlar, Rasûlüllah’ın konakladığı yerler dikkate alınarak tesis edilmiştir. Buna benzer bir sevgi tezahürünü bu kez Osmanlı Paşalarından Medine Müdafii Fahrettin Paşa (ö.1948)’da görüyoruz. Paşa, Rasûlüllah’ın ruhaniyeti rencide olur endişesiyle Ravza’nın tamirinde çalışan ustalara çiviyi tahta çekiç ve araya lastik bandaj konarak çakılmasını emretmektedir. Aynı komutan İngiliz destekli isyancıların Medine-i Münevvere’yi kuşatmaları esnasında, elindeki imkânsızlıklar nedeniyle Peygamberimizin kabrine giderek; “Ya Rasûlallah! Ben sizi nasıl düşman eline teslim ederim” diyerek ağlamıştır. Onun idaresinde Medine’yi savunan askerlerimiz aylarca aç, susuz ve takatsiz kalmış, çekirge sürüleri hafif yağda kızartılmak suretiyle karınları doyurulmuştur. (Nesrin Zerey,”Harameyn Armağanı”, Altınoluk Dergisi, Sayı, 146, s. 42.) Paşa uzun süren kuşatmadan sonra hiçbir yerden yardım alamamış, bunun üzerine Başkent son çare olarak ondan Medine kalesini tahliye etmesini istemiştir. O, gelen bu emir karşısında, “Medine kalesinden Türk bayrağını ben kendi ellerimle indiremem, eğer mutlaka tahliye edecekseniz buraya bir başka kumandan gönderiniz” karşılığını vermiştir. (Süleyman Yatak, “Fahreddin Paşa”, TDVİA, c.XII, s. 88)

II. Abdülhamit’in Anbariyye semtine yaptırdığı ayaktaki tek Osmanlı eseri olan caminin estetik görüntüsü sizi Bursa ve Edirne’de zannettirir. Taşa ve toprağa bile manevî bir ruh verme heyecanını taşıyan milletimizin buraya diktiği her iki minaredeki basamak adedinin, Peygamberimizin yaşadığı senelere hürmeten altmış üç olduğu belirtilmektedir. Tıpkı İslâm anlayışımızın teşekkülünde, “korku” yerine “sevgi” yi esas alan ve “İslâm’ın güler yüzü”nü temsil eden Türk büyüğü Ahmet Yesevî (ö.1167)’nin yaptığı gibi... Yesevî, Peygamberimiz dünyada altmış üç sene yaşadığı için, kendisinin yüz yirmi beş yıllık ömrünün altmış üç seneden sonraki kısmını, bahçesine kazdırdığı bir çukurda geçirmiştir. (Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, DİB Yayınları, Ankara 1981, s. 37.)
Hz. Peygambere gösterilen bu sevgi sadece yöneticilerimizle sınırlı kalmamıştır. Edebiyatımızın gönül erleri de yazdıkları şiir, ilâhi, na’t-ı şerif, mersiye ve kasidelerle ona, olan sevgisini kâğıtlara dökmüştür. Bunların başında bağrı yanık Yunusumuz (ö.1321) gelir. Bilindiği gibi sahabeler sözlerine, “Anam babam sana feda olsun ey Allah’ın Rasûlü!” diyerek başlarlardı. Yunus’ta ona ana baba değil, can kurban olmuştur.
“Canım kurban olsun senin yoluna
Adı güzel kendi güzel Muhammed!”
Su Kasidesi şairi Fuzuli (ö. 1556) ise buna benzer bir yaklaşımla;
“Cânımı cânan eğer isterse minnet cânıma,
Cân nedir kim ânı kurban etmeyem cânânıma!
Can ile bizden eğer hoşnud ola cânânımız,
Cana minnettir onun kurbanı olsun canımız!” demektedir. Yine Fuzuli sevgisini zirveye taşımış, bu kez de Rasûlüllah’a seslenerek;
“Öyle zarif kıl tenim firkatinde kim
Vaslına mümkün ola yetirmek sabâ beni”. Yani, sana kavuşamamanın acı ve ızdırabıyla öyle zayıflayayım ki, hafifleyeyim de sabâ rüzgarı beni alıp sana götürsün der. (Abdullah Uçar, Milletimizde Peygamber Sevgisi, Adım Matbaası, Konya 2004, s. 59-60.)
Türk şairlerinin selâm gönderme hususunda tabir yerindeyse uçan kuş, esen rüzgâr, akan sudan medet umduğunu görüyoruz. Nitekim bunlardan biri rüzgâra seslenerek;
“Ey bâd-ı sabâ, uğrarsa yolun semt-i Harameyne
Selâmım arzeyle Rasûlü’s-sakaleyne!” demiştir.
Milletimizin dinî ve edebî kültüründe önemli yeri olan Bursalı Süleyman Çelebi (ö.1422)’nin “Vesiletü’n- Necat” adını verdiği Mevlidin yazılma gayesi de Peygambere duyulan muhabbetin sonucudur. Kabul görmüş bir rivayete göre; Bursa Ulu camii’nde imamlık yaptığı sırada kürsüye çıkan bir vaiz, Bakara suresinin 285. ayetini yorumlamış ve “peygamberler arasında herhangi bir farkın olmadığını” söylemiştir. Bunun üzerine aşka gelen ve vaizin bu yorumunu kabul etmeyen Süleyman Çelebi, “Ölmedi İsa göğe bulduğu yol/ Ümmetinden olmak için idi ol.” beytini söylemiştir. Bu olay ve bu cümleden hareketle günümüzde okunan meşhur manzum eserini kaleme almıştır. (Necla Pekolcay, “Mevlid”, TDVİA, c. XIX, s. 486) Mevlit müellifi Süleyman Çelebi eserinde, ona olan sevgisini şu dizelerle dile getirmektedir:
“Merhaba ey padişahı dû cihân
Senin için oldu kevn ile mekân
Ermedi evvel gelen bu devlete
Kimse layık olmadı bu rif’ate.” Yine devlet erkânının da katıldığı mevlit törenlerinde adı geçen eserin, “Geldi bir akkuş kanadıyla revân” mısrasına gelindiğinde, günümüzde de devam ettiği şekliyle Peygamberimizin doğumuna hürmeten oturan herkes ayağa kalkmaktadır. (Mehmet Şeker, “Osmanlılarda Mevlid Alayı”, Diyanet İlmi Dergi, 1999, c. 35, sayı 1, s. 32.) Keza mevlitlerde, kokusunu Hz. Peygamberin terinden aldığına inanılan gül suyunun ikram edilmesi ve bu esnada Peygambere salât-u selâm getirilmesinde Peygamber aşkının tesiri bulunmaktadır.

Beste ve güftesi Müezzin başı Rıfat Bey tarafından yapılan (Abdülkadir Töre, neşr.: Yusuf Ömürlü, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul 1989, c. 3, s. 110) bir naat-ı şerifte milletimizin Peygamberimize olan sevgisi şöyle dile getirilmektedir:
“Yâ Rasûlallah
Gubârı pâyine almam
Cihanı yâ Rasûlallah
Değişmem muğyine
Heft-ü âsumânı yâ Rasûlallah!..
Duyunca makdem-i teşrifin
Âdemi sulbi pâkinden
Değişti habbeye
Bağ-ı cihânı yâ Rasûlallah!” (Yılmaz Öztuna, Büyük Türk Musikisi Ansiklopedisi M-Z, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1990, c. II, s. 231.) Yani ayağının bir tozuna bütün cihanı verseler almam ey Allah’ın Rasûlü, vücudunun bir kılına yedi kat semayı verseler değişmem ey Allah’ın Rasûlü!
Hz. Âdem cennette iken kendi soyundan senin geleceğini öğrenince yasak meyveden yiyerek cenneti bırakıp senin için dünyaya indi ey Allah’ın Rasûlü!
Bir diğer Peygamber aşığı Urfa’lı Şair Nabi (ö.1712) dir. Nabi, kafileyle birlikte hacca gider. Mekke kısmı bitip Medine’ye yaklaşıldığında herkes binitinden iner. Bu esnada bir gaflet uykusunda yoluna devam eder. Şair bunun üzerine;
“Sakın terk-i edebten kûy-ı mahbûb-ı hüdâdır bu,

Nazargâh-ı ilâhi Makam-ı Mustafadır bu.” Yani Allah Rasûlünün huzurunda saygılı olun! Burası sıradan bir yer değildir. Burası Allah’ın nazar ettiği, Muhammed Mustafa’nın huzurudur der. İşin ilginç tarafı, Medine’ye girildiğinde Arap müezzin gelen kafileyi bu beyitle karşılar. Herkes bir anda şaşırır. Nabi, müezzine bunu nereden öğrendiğini sorar. Müezzin; “Bunu bana gece rüyamda Peygamberimiz öğretti. Şu saatte benim bir dostum gelecek, bu mısralarla onları karşıla” der. (Mehmet Kantarcı, “Osmanlının Harameyne Hizmetleri”, Diyanet Avrupa, 2002, sayı 34.) Bu cevap üzerine Nabi bu kez de;
“Sen ki Hatemü’l-Enbiya, Sen ki fahr-i âlem,
Mümkün müdür gül çehreni vasfeylesin kalem?” kıtasını kaleme alır. (Sadettin Kaplan, “Ya Muhammed”, Günümüz Dilinden Hz.Peygambere Na’tlar, TDV Yayınları, Ankara 1991, s. 89.)
1938 yılında memleketi Konya’dan ayrılarak, aşkıyla yanıp tutuştuğu “Sultanım Efendim!” dediği Hz. Peygamberin şehrine yerleşen ve burada yakın zamanda vefat eden Şair Ali Ulvi Kurucu (ö. 2003):

“Ruhum sana, varlık sana hayrandır Efendim,
Bir ben değil, âlem sana kurbandır Efendim” demiş ve Kâbe’nin siyahlara bürünmesini de Peygamberimizle ilintilendirerek şunları söylemiştir: “Kâbe’ye niçin siyah giyindiğini sordum, Kâbe; ben siyah giymeyeyim de kimler giysin. Sevgilim beni bıraktı gitti. Mekke onun kadr-u kıymetini bilemedi. Bu yüzden kıyamete kadar bana karalar giymek alın yazısı oldu.” (Ali Ulvi Kurucu, Gecelerin Gündüzü, Marifet Yayınları, İstanbul 1994, ss. 42-43.)

“Men bende-i Kur’ânem, eğer cân dârem
Men hâki reh-i Muhammed Muhtârem” (Tahirü’l- Mevlevi, Mesnevi Şerhi, Selâm Yayınları, Konya 1966, c. I, s. 143.) Yani yaşadığım müddetçe ben Kur’anın hayranıyım, kölesiyim, ben Hz. Muhammed’in ayağının tozuyum diyen Mevlana Celaleddin-i Rûmî (ö.1273) ise, bir başka açıdan Hz. Peygambere benzeme arzusundadır. Mevlana bir gün hanımına, evde kahvaltılık bir şey olup olmadığını sorar. Hanımı: “Kahvaltılık bir şey yok!” cevabını verince; Mevlana: “Elhamdülillah bugün Celaleddinin evi Peygamberin evine benzemiş” der. Yine Mesnevi sahibi Mevlana, o yüce Peygamberi anlatmakta kelimelerin yetersiz kalacağını itiraf ederek; ”Meleklerin gıpta ettiği o zatı methedebilmek için felekler kadar geniş ağız isterim” der. (Kamil Yaylalı, Mevlana’da İnanç Sistemi, İrfan Yayınları, İstanbul 1975, s. 262.)

Beş vakit namaz içinde kılınan sünnetlere riayet hususunda bizim milletimiz kadar titizlik gösteren bir başka millet hatırlamıyorum. Dua akabinde Fatiha denilir denilmez Fatihadan önce hemen ona salât-u selâmın getirilmesi, teravihte Itrî (ö.1712) bestesiyle hep bir ağızdan salât-ı ümmiye okunması, cenaze namazları öncesi ve cuma günleri salâ verilmesi, evlenme girişimlerine, “Allah’ın emri ve Peygamberin kavli” diye başlanılması bunlardan bazılarıdır. Okunan hatmi şeriflerde, mevlitlerde, ikram edilen yasin ve fatihalarda, ilk önce onun ruhuna göndermelerde bulunulur, kıyamette ona komşu olma temennileri dudaklarda yankı bulur. Başkanlığımız tarafından, “sevdiklerinize bir gül verin” kampanyası eşliğinde “Kutlu Doğum Haftası”nın daha canlı ve etkin geçmesi de milletimizin ona olan muhabbetini yansıtmaktadır.

O halde dört yüz yıl boyunca Ravza kandillerinde zeytinyağı yerine gül yağı yakan insanımızın, Hz. Peygambere olan sevgisini sadece “söz” ile sınırlandırmak mümkün değildir. İdeal olan ahlâkta, ibadette, ticarette, hülasa hayatın her alanında ona tabi olmaktır. Hz. Peygamberin, “Kim mebrur bir hac yaparsa, annesinden doğduğu gün gibi günahsız vatanına döner.” (Buhari, Muhsar, 9-10.) hadisini müjde kabul ederek, yine onun, “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhari, Edeb, 96.) sözünü senet görerek, ona olan sevgimizi bir kez daha hep beraber haykırıyor ve diyoruz ki:
Salât ve selâm sana olsun ey Allah’ın Rasûlü!