Makale

Peygamber Eşlerinin Faziletleri

PEYGAMBER EŞLERİNİN FAZİLETLERİ

Seyit AVCI*

Özet

Hz. Peygamber’in hanımları mü’minlerin anneleri yerindedir. Onlara gösterilmesi gereken saygı annelere gösterilmesi gereken saygının aynısıdır. Onların her birinin kendine özgü faziletleri, üstün meziyetleri vardır. Onlar peygamber ocağında yaşama bahtiyarlığına ermişler, ondan öğrendikleri bilgilerle en güzel şekilde yaşamayı öğrenmişlerdir. Mü’min hanımların onların hayat hikayelerinden çıkaracakları dersler, alacakları ibretler bulunmaktadır. Onların hayatında fazilet ve meziyetin, ilim ve hikmetin, vefâkârlık ve fedakârlığın en güzel örnekleri vardır. Bu örnekleri okuyarak onlar gibi olmaya çalışmak her mü’min hanımın görevidir.
Anahtar Kelimeler: Fazilet, kadın, örnek, müslüman kadınlar.

Virtues 0f Prophet Wives
Abstract:
Wifes of Prophet Muhammad (Pbuh) should be considered as muslims mothers. They should be respected equally as our mothers. Each of them has their own specific outstandind merits. They had the fortunate of living in same house of him and learned from him what should be the best way of life. There are lessons to be learned for muslims ladies from their life stories. There are the best examples of virtue and merit, enlightment and wisdom, and fidelity and altruism in their lives. By reading their stories, trying to act like they is duty of muslim women.
Key Words: Virtue, Women, Model, Muslim Woman.


GİRİŞ

Fazilet, insana üstünlük ve şeref, haysiyet ve meziyet kazandıran güzel huylar, ahlâkî değerler demektir. Fazilet, insanın değer ölçüsüdür. İnsanlar buna göre ölçülürler. Bu değere sahip olanlarda hayır ve bereket, şahsiyet ve medeniyet olur. İnsan bu değere sahip olduğu ölçüde yükselir, Hakk’ın ve halkın gönüllerinde yer edinir. İslâm en büyük faziletlerin kaynağı olduğundan onu en güzel şekilde yaşayanlarda fazilet duygusu da o oranda yüksek olur.
Fazilet ve meziyetten ilim ve hikmetten en büyük payı peygamberler almıştır. Peygamberlerden sonra, onlara iman etme şerefiyle şereflenen insanlar fazilet yarışında onları takip etmiştir. İnsanlığın en büyük peygamberine ilk defa inanma faziletini gösteren en değerli insan da şüphesiz onun kıymetli eşi, en vefâkâr hayat yoldaşı olan Hz. Hatice olmuştur.
Hanımlar içinde fazilet bakımından Hz. Hatice’yi peygamberin diğer hanımları izlemiştir. Onların fazileti genel olarak Kur’an ayetleriyle, özel olarak da Hz. Peygamber’in hadisleriyle sabittir. Hak Teâlâ yüce kitabında onlara yer vermiş, peygamber hanımlarının Allah’tan sakındıkları takdirde, herhangi bir kadın gibi olmadıklarını beyan etmiştir. Onlara dinde büyük bir paye vererek onları mü’minlerin anneleri olarak ilan etmiş, onlara gösterilmesi gereken saygı ve sevginin annelere gösterilmesi gereken saygı ve sevgi çerçevesinde olması gerektiğini emir buyurmuştur.
Hz. Peygamber’e eş olma bahtiyarlığına eren, onun ehl-i beyti arasına girerek tarihe mü’minlerin anneleri olarak geçen bu müstesna hanımefendilerin dinde ayrı bir değerleri, seçkin bir yerleri vardır. Onları tanımak, hayat hikâyelerini okumak gönüllere huzur, kalplere sürur verir. Onların içinde Hz. Peygamber’in ilk eşi en başta gelir.

HZ. HATİCE

Hz. Hatice, Hz. Peygamber’in ilk eşidir. Son peygamber olarak yeryüzünde ilk defa ona iman eden, bu hususta kadın erkek, köle cariye herkesin önüne geçme bahtiyarlığına eren tek insandır. O, Nuh ve Lut aleyhisselamın hanımları gibi kocalarına imandan mahrum olanlardan olmadı. Aksine eşinin kıymetini bilen, ona vefâ göstererek iman eden, kendisine destek vererek en asil davranışı sergileyen, vefâkâr bir eş oldu.
Hz. Peygamber kendisine vahyolunan ilk ayetlerden dolayı korkudan yüreği titreyerek evine döndüğünde Hz. Hatice onun başından geçenleri dikkatle dinlemiş, ardından olgun bir tavırla ona şöyle demiştir:
"Allah’a yemin ederim ki Allah Teâlâ seni hiç bir vakit utandırmaz mahzun etmez.
Çünkü sen akrabana bakarsın, işini görmekten aciz olanların yüklerini yüklenirsin,
Fakire verir, kimsenin kazandıramayacağını kazandırır, misafiri ağırlarsın,
Hak yolunda ortaya çıkan hadiseler ve önemli işlerde halka yardım edersin."
Bir kadın olmasına rağmen Hz. Peygamber’in vahiy heyecanıyla korkuyla irkildiği bir zamanda onu en güzel şekilde teselli etti. Bir eş olarak daralan kalbini ferahlatmayı, kendisini rahatlatmayı bildi. Eşine sırt çevirmek, onu inkar etmek yerine ona destek olup kendisine iman ettiğini bildirdi. Efendisinin en zor durumunda kendisine sürur veren, sıkıntılarını gideren iyi ve saliha bir kadın olduğunu en güzel şekilde gösterdi.
Peygamberlik görevinin başından itibaren ona her türlü desteği verdi. Malını mülkünü ona feda etti. Nitekim “Seni yoksul iken bulup da zengin yapmadı mı?” ayetinin tefsirinde müfessirler Hz. Hatice’nin evlendikten sonra bütün servetini ona hibe etmesiyle Hak Teâlâ’nın peygamberini zengin kıldığını söylemişlerdir.
Bu ve buna benzer üstün özelliklerinden dolayı o övgüyü hak etmiş, yerde ve gökte övülen bir insan haline gelmiştir. Nitekim bir gün Cibril Hz. Peygamber’e gelerek ona:
"Ey Allah’ın Resûlü! İşte Hatice geliyor. Yanında bir kap, içinde de biraz katık var. O yanına geldiğinde ona Rabbinden selam söyle ve onu gürültü ve yorgunluk bulunmayan cennette içi oyulmuş inciden mamul bir evle müjdele!" dedi.
Cibril ona Hak Teâlâ’dan selam getirdi ve kendisini cennetle müjdeledi. Bu bir mü’min için büyük bir bahtiyarlıktır. Bundan daha büyük bahtiyarlık olamaz. Hakk’ın rızasını kazanma, cennete kavuşma en büyük saadettir. Bundan daha büyük saadet olamaz. Burada Hz. Hatice’nin fazileti açıkça görülmektedir. O Allah Teâla’nın özel selamına mazhar olmuş, mertebelerin en yücesine ermiştir. Bazı âlimler bu hadise dayanarak onun Hz. Âişe’den faziletce daha üstün olduğuna hükmetmiştir. Çünkü, Hz. Âişe Cibril’in selamına mazhar olmuşsa da Allah’ın selamına mazhar olamamıştır. Padişahın selamına mazhar olmak, her bakımdan elçinin selamına mazhar olmaktan daha hayırlı ve daha faziletlidir. Bunda hiç şüphe yoktur.
Burada Hz. Hatice’nin faziletini gösteren bir başka delil de onun derin ve ince bir anlayışa sahip olmasıdır. Çünkü o, Allah’tan gelen selama mukabele ederken "Selam Allah’a olsun" dememiş, aksine "Allah selamın kendisidir" demiştir. Nitekim teşehhüdde ashabdan bazıları “es-Selâmu alallâh: Selam Allah’adır” demiş, Hz. Peygamber bunu düzelterek, Allah Teâlâ’nın bizzat kendisinin selam olduğunu, dolayısıyla "Ettahiyyâtu lillah: Selam Allah’ındır" demelerini emir buyurmuştur. Şu halde Hz. Hatice bu inceliği çok iyi kavramış, bunun için Cenâb-ı Hakk’a selam vermek yerine onun selam olduğunu söylemekle yetinmiş, selam makamında Allah’a senada bulunarak, yaratanla yaratılan arasını ayırmış, sadece Cibril’e ve Hz. Peygamber’e selam etmiştir.
Hiçbir başarı tesadüfle elde edilemediği gibi, hiçbir fazilet de rastgele kazanılmaz. İnsan durup dururken fazilet sahibi olup üstün nitelikleri yakalayamaz. Mutlaka çalışması, kulluğa yaraşır hayırlı işler yapması lazımdır. Kul her işinde yaratıcının rızasını kazanmayı hedefler, her halinde edeb sınırını gözetirse yaratan nezdinde değer kazanacağı gibi, yaratılanlar nezdinde de değer kazanır.
Hz. Hatice gökte böyle değer bulduğu gibi yerde de aynı şekilde değer kazanmıştı. O Hz. Peygamber’in övgüsüne nail olacak derecede faziletli ve değerli bir kadındı. O imanda, sabırda, iffette, güzel ahlâkta, kısacası her hayırlı nitelikte örnek olan bir anneydi. Hz. Peygamber onun olgunluğuna işaret etmek üzere:
“Kadınlardan İmrân’ın kızı Meryem, Firavun’un karısı Asiye, Huveylid’in kızı Hatice ve Muhammed’in kızı Fâtıma’dan başka kimse kemâle ermemiştir” buyurmuştur.
Tarihte yaptıkları hayırlı işlerle ve seçkin kişilikleriyle yadedilen, Allah’ın kelamında güzel halleriyle anılan Hz. Asiye ve Hz. Meryem’in ardından Hz. Hatice üçüncü seçkin kişi olarak meşhur olmuştur. Dördüncü seçkin şahsiyet olan Hz. Fatıma’nın annesi olmak sıfatıyla da ayrı bir değer kazanmıştır. Dünyada kemale eren dört kadından ikisinin bu ümmetten olması, Hz. Hatice’den sonra kızının da aynı olgunluğa ermesi onun ne derece büyük bir insan olduğunu göstermesi bakımından kayda değerdir. Bu Allah’ın bir lütfudur ve bu lütfu ilahiyi ona ikram etmiştir.
Böylesine üstün niteliklerle donanmış, her türlü faziletli özellikleri kendinde toplamış bir insan olması sebebiyle Hz. Hatice Peygamber aleyhisselamın hayatında son derece önemli bir yere ve mevkie sahip olarak yaşamıştır. Daha sonraki eşlerinden hiçbiri ne kadar genç ve güzel olurlarsa olsunlar onun yerini tutamamıştır. Bunun en iyi şahitlerinden biri Hz. Âişe’dir. O Hz. Peygamber’in eşleri arasında en sevgili kişi olmasına ve hiç kimseyi kıskanmamasına rağmen vefatından yıllarca sonra bile olsa Hz. Hatice’ye imrenmek ve onu kıskanmak zorunda kalmıştır. Halbuki onu sağ olarak Hz. Peygamber’in yanında hiç görmemiş, aralarında rekabete yol açacak bir ortamı hiç teneffüs etmemişti. Bütün bunlara rağmen Hz. Peygamber’in onu bir türlü unutamamış olması, sık sık konuşmalarında onu anması, bir koyun kesip etini parçaladığında çoğu zaman onun dostlarına göndermesi, "Bana onun sevgisi verildi" buyurması Hz. Âişe’nin gözünden kaçmıyordu. Tabiatıyla bütün bunlar Hz. Hatice’nin mermer üzerine kazınan kitabeler gibi Hz. Peygamber’in ruhunda derin izler bırakan hatıralarından kaynaklanıyordu. Bazen dayanamayıp Hz. Peygamber’e sanki dünyada Hatice’den başka kadın kalmadığını söylerdi. Fakat Hz. Peygamber eski ve vefâkâr eşi hakkında en ufak olumsuz bir şey söylemez, hep onun iyiliklerini sayar, "O şöyleydi, o böyleydi" diyerek onun tatlı hatıralarını yad eder ve çocuklarının ondan olduğunu söylerek karşılık verirdi.
Hz. Hatice hakkında ne söylense yeri idi ve o bütün bu övgülere lâyık biri olarak hayat sürdü. Anılmaya, hatırlanmaya değerdi. Hz. Peygamber de bunu yapıyordu. Vefâya vefâ ile karşılık veriyordu. Hz. Âişe’nin onu kıskanması ve: "Sanki dünyada Hatice’den başka kadın kalmadı!" demesi gayet normal karşılanmalıdır. Kıskançlık duygusu onu zaman zaman Hz. Hatice aleyhinde daha ağır şeyler söylemeye de sevkediyordu. Zira Hz. Hatice’yi hatırlatan her türlü hatıra Hz. Âişe’nin kıskançlığını tetikliyor ve onu ister istemez zor durumlara düşürüyordu. Bir defasında Hz. Hatice’nin kızkardeşi Hâle, Hz. Peygamberin huzuruna girmek için izin istemişti. Hâle’nin sesi Hz. Hatice’nin sesine çok benzediğinden dolayı vefâkâr eşini hatırlayan Hz. Peygamber âniden heyecanlandı ve:
"Allahım, bu Huveylid kızı Hâle’dir!" dedi.
Bu manzarayı gören Hz. Âişe dayanamadı ve kıskançlığın verdiği ruh haliyle ihtiyarlıktan ağzının dişleri dökülmüş ve bir zamanlar ölüp gitmiş Kureyşli bir kocakarının nesini anıp durduğunu, Allah’ın onun yerine kendisine daha hayırlısını verdiğini söylemekten kendini alamadı. Daha hayırlı sözüyle kendisini kastediyordu. Kendine göre belki sözünde haklı gibi görünüyordu ama durum hiç de tahmin ettiği gibi değildi. Zira Hz. Peygamber onun bu sözünü yerinde bulmadı ve:
"Hayır, Allah Teâlâ bana ondan daha hayırlısını vermedi. Halk bana inanmazken o inandı. Herkes bana yalancı derken o doğru söylediğimi kabul etti. Kimse bana bir şey vermezken o beni malıyla destekledi ve Cenâb-ı Hak bana ondan çocuklar ihsân etti" diyerek ona cevap verdi. Fazilet konusunda kimin üstün olduğunu bir kez daha vurgulayarak faziletin cemalde değil kemalde, yaşta değil başta olduğunu söyledi.
Hz. Hatice aleyhindeki sözleriyle Allah Resûlü’nü üzdüğünü gören Hz. Âişe bu sefer yaptığından çok pişman oldu ve yemin ederek, bundan sonra onun aleyhinde konuşmayacağını, sadece onu hayırla anacağını söyleyerek kendisinden özür diledi.
Hz. Hatice aleyhinde konuşulacak birisi değildi. Aksine o hep lehinde konuşulacak, bütün mü’min hanımlara örnek olacak meziyetleri bulunan birisi idi. O imanda ve ihsanda, iffette ve ahlâkta, ibadet ve tâatta, seçkin bir anne olduğundan her zaman hayırla yadedilmeyi hak ediyordu. Onun bu özelliği, şahsında âdetâ billurlaşmıştı. Zira Hz. peygamber, meleğin kendisine vahiy getirdiğini söylediği zaman herkes ondan şüphelenmiş, peygamberliğini tereddütle karşılamıştı. Fakat onu çok iyi tanıyan bir insan olarak Hz. Hatice, hiç tereddüt etmeden ona iman etti. Böylece kendisinden sonra İslâm’a girecek bütün kadınlar için iyi bir çığır açmış oldu ve bu yolla kıyamete kadar imana girenlerin mükafatı gibi mükafat almaya hak kazandı. Hz. Hatice Allah Resûlü’nün hayatında cereyan eden hadiselerde hiçbir zaman sarsılmamış, büyük bir azim ve sebatla ona yardımcı olmuştur. Sıkıntılı anlarda ona sağladığı teselli, ondaki akıl ve ferasetin derecesini göstermeye yeterlidir. Hz. Peygamber kendisini üzen bir söz işitip, yüreğini yaralayan bir olayla karşılaştığı zaman evine Hz. Hatice’nin yanına döndüğünde kendine gelirdi. Onun gönüllere huzur veren güzel sözleriyle teselli olur, gözleri aydınlık eden kararlı duruşları sayesinde kederini unutur, moral bulurdu.
Hz. Hatice üstün şahsiyeti, sağlam karakteri ve güzel nitelikleri sayesinde Hz. Peygamber’in hayatında müstesna bir mevkie sahip olmuş, kıyamete kadar gelecek mü’min hanımlara da örnek bir kadının nasıl olması gerektiğini canlı misallerle hayatında yaşayarak göstermiştir.
Allah’ın rızasını, yuvasının mutluluğunu, dünya ve âhiretin huzur ve saadetini düşünen bütün anneler için en güzel örneği teşkil eden Hz. Hatice, nübüvvetin onuncu yılında vefat etmiş ve Mekke’deki Hacun kabristanına defnedilmiştir.

SEVDE BİNTİ ZEM’A

Hz. Peygamber en sevgili eşi Hz. Hatice’nin vefatından sonra çocuklarıyla birlikte yalnız kaldı. Yıllarca aynı yastığa baş koyduğu, çocuklarına annelik yapan bir kadının yokluğu elbette büyük teessür uyandırmıştı. Ne var ki hayat devam ediyor, insan nefes alıp veriyordu. Ölenle ölünemeyeceği için yeniden bir yuva kurmak gerekiyordu.
Mekke’de Sevde isminde bir hanım vardı. İslâmiyetin ilk yıllarında iman etmiş, müşriklerin akıl almaz eza ve cefalarından dolayı kocası ile birlikte Habeşistan’a hicret etmek zorunda kalmıştı.
Sevde, orada bir süre kocasıyla birlikte kaldı. Daha sonra Habeşistan’dan Mekke’ye döndü. Ama Sekran adındaki kocası Mekke’ye dönüşten kısa bir müddet sonra vefat etti. Sevde, kocası vefat ettiğinde yaşı elli civarında idi. Onun imanındaki sadakatı, bütün zorluklara rağmen İslâm dinindeki sebatını gören Hz. Peygamber onunla evlenmeye karar vererek ona evlilik teklif etti. O da bunu kabul etti. Hz. Peygamber Hatice’nin vefatından sonra önce Âişe’yi, sonra Sevde’yi nikahladı ama Sevde’yi daha önce evine aldı.
Sevde, Hz. Hatice’nin öksüz kalan çocuklarına bir taraftan annelik yaparken bir taraftan da yaşı ilerlemiş olmasına rağmen Hz. Peygamber’e iyi bir eş olmaya çalışıyordu. Bu yaşlı hanım Habeşistan’a hicretin ardından kısa bir süre sonra Hz. Peygamber’in çocuklarıyla birlikte Medine’ye hicret etti. Yani o bu haliyle Allah yolunda iki defa hicret eden ender hanımlardandı.
En büyük arzusu mü’minlerin annelerinden biri olarak yaşamaktı. Bir ara Hz. Peygamber onu boşamayı düşünmüş, fakat onun kendisine:
"Beni boşama, nikahın altında tut. Nöbet günümü Âişe’ye vereyim” demesi, ve kendisinin dünyaya rağbetinin olmadığını, yalnız kıyamet gününde onun eşleri arasında dirilmek ve onların aldığı sevabı almak olduğunu söylemesi üzerine Hz. Peygamber bu düşüncesinden vazgeçmişti.
Sevde diğer hanımlar gibi, sırası geldiğinde savaşlara iştirak ederdi. Uhud Savaşı’na katılarak, oradaki birçok müslümanın yarasını sardı, onlara su taşıma görevini ifa etti. Hz. Peygamberle son veda haccında bulundu, onun vefatından sonra da bir daha hac ve umreye gitmedi.
Hz. Sevde şakayı ve latifeyi severdi. Bir kere yaptığı şakasıyla Hz. Peygamber’i sevindirmiş ve onun duasını almıştır. Ayrıca alçak gönüllülüğü ve eli açıklığıyla tanınırdı, bol sadaka verirdi. Kendisine gelen bütün hediyeleri fakirlere verir, onların sevinmesinden zevk alırdı.
Sevde Hz. Ömer’in halifeliğinin son yıllarında vefat etti. Mü’minlerin annelerinden her birinin vefatı ashab-ı kiramı derinden sarsıyor, yüreklerini yaralıyordu. Nitekim İbn Abbas Hz. Sevde’nin vefat ettiğini öğrenince hemen secdeye kapandı. Niye böyle davrandığı sorulunca Hz. Peygamber’in Allah’ın âyetlerinden bir âyet görüldüğünde secde edilmesini emir buyurduğunu, onun zevcelerinden birinin gitmesinden daha büyük bir âyet olmadığını söyledi.
Bundan murad, bela ve sıkıntıların inişini haber veren inzar edici, korkutucu alametlerdir ki, Allah Teâlâ bunlarla kullarını korkutur. Hz. Peygamber’in zevcelerinin vefatı da bu çeşit alamet ve işaretlerdendir. Çünkü onlar zevcelik şerefi yanında, sahabilik şerefiyle de müşerref oldular. Onlardan her birinin vefatı gökteki yıldızların kaymasına benzerdi. Yıldızlar azaldıkça karanlıklar artardı. Hz. Peygamber’in kendisi ashabının başına gelecek bela ve musibetlere karşı bir garanti olduğu gibi, ashabı da daha sonraki kuşaklar için bir garanti sayılırdı. Onlardan biri gittiği zaman onlara gelebilecek bela ve musibetlerin vakti yaklaşmış demekti. İbn Abbas’ın endişesi bundan kaynaklanıyordu.
Resûlullah’ın zevceleri bu manada diğer insanlara göre daha çok hak sahibi idiler. Yani onların vefatları söz konusu emniyet ve güveni ortadan kaldıracak emarelerden biri sayılırdı. Emniyet ve güvenin kalkması ise korku ve endişeyi gerektirirdi. Çünkü onlar bereket ve fazilette örnek kişilerdi. Onların hayatta olması insanların başına gelebilecek bela ve musibetlere karşı bir güven sebebi idi. Onların vefat etmesi gelmesi muhtemel belaların yakınlaşması, fazilet kaynağı insanların ölümüyle yeryüzüne inen bereket ve nimetlerin arkası kesilmeye ve azalmaya başlamış olması demekti.

HZ. ÂİŞE

Hz. Âişe, Ebû Bekr es-Sıddîk’ın kızıdır. Asil ve soylu bir aileden gelmektedir. Hz. Peygamber’in bâkire olarak nikahladığı tek zevcesidir.
Hz. Âişe bir çok fazilete sahiptir. Başta onun Hz. Peygamber’le izdivacı ilahi bir işaret sonucu gerçekleşmiştir. Nitekim Hz. Peygamber ona hitaben şöyle buyurmuştur:
"Bana üç gece rüyamda gösterildin. Melek senin suretini bana ipekli bir kumaş içinde getirdi ve: Bu senin müstakbel hanımındır! dedi. Bir de yüzünü açınca baktım ki o senmişsin. Cibril’in o sözü üzerine ben: Eğer bu Allah’tan ise Allah kendi takdirini yerine getirir" dedim.” Netice takdir yerini buldu ve Âişe Hz. Peygamber’in eşi oldu.
Hz. Âişe peygamber eşleri içinde hicret şerefi ile şereflenen hanımlardandır. Annesi, ağabeyi Abdullah, kızkardeşi Esma, Hz. Peygamber’in hanımı Sevde, kızları Fatıma ve Ümmü Külsüm ile birlikte hicret etti.
Hz. Peygamber onunla Medine’de, hicretin ikinci yılında evlendi. Hz. Âişe mescide bitişik altı arşın genişliğindeki küçücük bir eve gelin geldi. Evinin kapısı mescide açıldığı için Hz. Peygamber’in bütün sohbetlerini, vaaz ve hutbelerini dinleme fırsatı buldu. Mükemmel zekâsı, kuvvetli hâfızası ve güzel konuşmasıyla Hz. Peygamber’’in takdirini kazandı. Bu sebeple Hz. Peygamber onunla konuşmaktan, bitip tükenmeyen sorularına cevap vermekten zevk duyardı. Hz. Peygamber’in hanımları içinde Hz. Hatice’den sonra en fazla onu severdi. Ona Hümeyrâ lâkabını verdi. "Dininizin yarısını bu Hümeyrâ’dan alınız" buyururdu.
Peygamber hanımlarının bütün mü’minlerin anneleri olduklarını bildiren ayet nazil olunca Hz. Peygamber’in diğer eşleri gibi o da yaşı çok genç olmasına rağmen mü’minlerin annesi ümmü’l-mü’minîn diye anılmaya başladı. Hz. Âişe’nin de dahil olduğu bu hanımlar hürmet ve saygıda mü’minlerin anneleri mesabesindedirler. Ümmet üzerine onları nikah etmek haram, kendilerine hürmet etmek farzdır. Bunun dışındaki hususlarda ise onlar, öteki yabancı kadınlar gibidirler.
Hz. Âişe genç ve dinamik oluşu sebebiyle Hz. Peygamber’in bazı gazvelerine katıldı. Onunla beraber diğer sahabe hanımları gibi harpte yaralıların tedavisiyle meşgul oldu. Uhud Gazvesi’nde sırtında su ve yiyecek taşımak gibi geri hizmetlerde çalıştı. Hendek Savaşı’nda Benî Harise kabilesinin kalesinde bulundu.
Hudeybiye Musalahası’nda da hazır oldu. Mekke fethine gidileceğini Hz. Peygamber yalnız ona haber verdi. Hicretin onuncu yılında yapılan Veda Haccı’na diğer ümmehatü’l-mü’minîn gibi o da bulundu.
Katıldığı en mühim seferlerden biri Benî Mustalık Gazvesi’dir. Gazve dönüşü özel ihtiyacını gidermeye çalıştığı sırada, ordunun arkasından kaldığı ve durumun farkına varılmadı. Gecikmesi çeşitli şekillerde yorumlanarak iftiraya uğradı. Uzun zaman süren sıkıntılı ve ıstıraplı günlerden sonra hakkında Kur’an ayetleri indirildi ve ona yapılan iftiranın tamamen asılsız olduğu bildirildi. O da bundan dolayı başkasına değil, yalnızca Allah Teâlâ’ya hamdetti.
Onun masum olduğunu belirten ve kendini tebrie eden mezkur ayetlere göre Peygamberin eşi hakkında bu yalanı uyduranların bir güruh olduğu, bunun kötü sanılmaması gerektiği, aksine bu durumun mü’minler için hayırlı olduğu, o güruhtan olan her kişiye cezalarının verileceği, elebaşlarının ise büyük bir azaba uğrayacağı vurgulanmış, halbuki onu işittikleri zaman erkek kadın bütün mü’minlerin hüsnü zanda bulunup onun apaçık bir iftira olduğunu söylemeleri lazım geldiği, bu iddialarına dört şahit getirmeleri gerektiği, şahit getirmedikçe o kişilerin Allah katında yalancı olacakları belirtilmiş; Allah’ın dünya ve ahirette mü’minlere lütuf ve merhameti olmasaydı, o kötü sözü yaymalarından dolayı büyük bir azaba uğrayacakları, onu dillerine doladıkları, bilmedikleri şeyleri ağızlarına aldıkları, onu önemsiz bir şey sandıkları, oysa onun Allah katında büyük bir günah olduğu, onu işitenlerin bu konuda konuşmalarının yakışık almayacağı, haşa bunun büyük bir iftira olduğunun söylenmesi gerektiği, buna benzer bir şeye bir daha dönmemeleri lazım geldiği ifade buyurulmuş, Allah’ın ayetleri açıkça bildirdiği, mü’minler arasında hayasızlığın yayılmasını arzu edenlere, dünya ve ahirette can yakıcı azab olduğu, Allah’ın bildiği, onların ise bilmediği, Allah’ın lütuf ve merhameti olmasaydı, hemen cezalarının verileceği, şeytana ayak uydurulmaması, şeytanın ardına takılana şeytanın hayasızlığı ve fenalığı emredeceği, Allah’ın lütuf ve merhameti olmasaydı, hiçbirinin ebediyen temize çıkamayacağı, fakat Allah’ın dilediğini temize çıkaracağı, Allah’ın işiten ve bilen olduğu belirtilmiştir.
Hz. Âişe gibi masum ve günahsız bir kadının sadece Hakk’a tevekkül ederek ondan yardım beklemesi ve neticede Allah Teâlâ tarafından tezkiye edilip suçsuz olduğunun ifade edilmesi onun için gerçekten büyük bir mazhariyettir. Onun şahsında iftira ve zina isnadı gibi olaylar karşısında müslümanların neler yapması gerektiği bu olay neticesinde ortaya çıkmış oldu.
Kendisi hakkında bir ayet indirileceğini aklından bile geçirmeyen Hz. Âişe’nin nazil olan bu ayetler karşısında hayranlık içinde, "Allah Teâlâ’dan başkasına şükretmem. Çünkü beni Rabbim ayet-i kerime ile methetti" demesi onun bu olaya ne kadar çok sevindiğini gösterdiği gibi, onun faziletini de ortaya koymaktadır.
Yine Hz. Âişe’nin katıldığı bir başka seferde kaybettiği özel bir eşyasını ararken müslümanların gecikmesi ve susuz bir yerde sabah namazını kılmak için abdest alamamaları ardından teyemmüm ayetinin nazil olması üzerine müslümanların Hz. Âişe’ye dua etmeleri onun faziletine delil teşkil eden bir başka hadisedir. Teyemmüm gibi hayırlı bir işe vesile olma bahtiyarlığı yine Hz. Âişe’ye nasib olmuştur.
Hz. Âişe, Hak Teâlâ’nın sevgisini kazandığı gibi Medine halkının da sevgisini kazanmıştı. Medineliler Resûlullah’ın ona olan sevgisinin farkında olduklarından bir hediye takdim edecekleri zaman onu Âişe’nin nöbet gününe denk getirmeye çalışırlar ve genellikle hediyelerini onun evine gönderirlerdi.
Tabiatıyla bu durum gözden kaçmıyordu. Her nimet sahibini kıskananlar olduğu gibi onu da kıskananlar yok değildi. Medinelilerin ona olan teveccühleri ve hediyelerini özellikle onun evine göndermeleri diğer ümmehatü’l-mü’minînin kıskançlığına yol açmıştı. Bundan dolayı onlar kendi aralarında toplandılar ve Hz. Peygamber’in sevgili kızı Fatıma’yı bu meselede problemi Hz. Peygamber’e ulaştırmak ve bir çözüm yolu aramak için bir defasında peygambere gönderdiler. Fatıma’nın geldiği sırada Hz. Peygamber Âişe’nin odasında bulunuyor ve uzanmış vaziyette istirahat buyuruyordu. Fatıma içeri girmek için izin istedi. Hz. Peygamber de ona izin verdi. Fatıma girer girmez babasına hanımlarının kendisini gönderdiklerini, onların kendisinden Ebû Kuhafe’nin kızı Âişe hakkında eşitlik istediklerini söyledi. Âişe onun konuşmasını dinliyor, bir şey demeden susuyordu. Hz. Peygamber kızının eşleri hakkında kendisine getirdiği sorunu dinledikten sonra ona:
"Ey kızcağızım! Benim sevdiğimi sen sevmez misin?" buyurdu. Fatıma sevdiğini söyledi. Bunun üzerine Hz. Peygamber:
"Öyle ise Âişe’yi sen de sev!" buyurdu.
Fatıma babasından bu sözleri işitince bir şey diyemedi. Kalkıp eşlerinin yanına döndü ve onlara, hem kendi söylediğini, hem de babasının söylediği sözleri haber verdi. Bu durumdan memnun olmayan kadınlar Fatıma’ya kendileri için bir şey yapmadığını söylediler. Onun tekrar babasına dönmesini ve ona gerçekten hanımlarının Âişe hakkında ondan adalet istediklerini söylemesini istediler. Fakat Fatıma bu konuda artık bir şey yapamayacağını belirterek onların ikinci tekliflerini kabule yanaşmadı.
Peygamber hanımları bu defa diğer zevcesi Zeyneb binti Cahş’ı kendisine gönderdiler. Zeynep, Hz. Peygamber’in hanımları içinde diğer kadınları arasında Âişe’ye rakip olan bir kadındı. Din hususunda Zeynep’ten daha hayırlı, onun kadar Allah’tan korkan, onun kadar doğru sözlü, onun kadar akrabayı ziyaret edip gözeten, onun kadar çok sadaka veren ve verdiği sadakada Allah’a yaklaşmaya vesile olan her türlü hayır işlerinde nefsini onun kadar horlayan yoktu. Ancak sert mizacından dolayı bir parlaması vardı ki ondan da çabuk dönerdi.
Zeynep Hz. Peygamber’in huzuruna girmek için izin istedi. O sırada Hz. Peygamber kızı Fatıma’nın evinde Âişe ile birlikte bulunuyordu. Hz. Peygamber ona izin verdi. Zeynep içeriye girince kendisini eşlerinin gönderdiğini, onların kendisinden Âişe hakkında adil davranmasını istediklerini söyledi. Sonra o da Âişe hakkında atıp tuttu ve aleyhine uzun uzun konuştu. Âişe de Hz. Peygamber’i gözetiyor ve Zeyneb’e cevap verme hususunda kendisine izin verecek mi vermeyecek mi diye gözüne bakıp duruyordu. Zeynep konuşmasına devam etti. Nihayet Âişe anladı ki Hz. Peygamber, kendisinin Zeyneb’e karşı kendisini savunmasına bir şey demeyecekti. Âişe Zeynep hakkında konuşmaya başlayınca, ona ağzının payını verdi ve kendisini susturdu. Onun bu derece pratik zekasını ve konuşma kabiliyetini gören Hz. Peygamber gülümseyerek:
"O, Ebû Bekir ’in kızıdır" buyurdu.
Onunla yarışılamayacağını, onun üstün bir kabiliyete sahip olduğunu, kendisiyle kolay kolay başedilemeyeceğini anlatmak istedi. Hz. Âişe gerçekten de böyle idi. O müslüman hanımlar içinde müstesna bir mevkiye, ilmi ve dini bakımdan üstün bir yere sahipti. Onun ümmet içindeki fazileti ve üstün şahsiyeti gün gibi aşikardı. Her insan, insan olma özelliği taşımakla beraber Hak Teâlâ’nın bazı insanlara, bazı kadınlara daha ayrı bir hususiyet verdiği, bazılarını bazılarından daha üstün ve daha faziletli kıldığı şüphesizdi. Âişe de bunlardan biri idi. Allah Teâlâ ona ayrı bir kabiliyet vermiş, ona özel bir lütufta bulunmuştu.
Bu gibi üstün özelliklerinden dolayı Hz. Peygamber vefat eden eşi Hz. Hatice’den sonra eşleri arasında en çok onu severdi. Ashabdan biri Hz. Peygamber’e insanların hangisinin kendisine daha sevimli olduğunu sorduğunda Hz. Peygamber:
“Âişe” diye cevap verdi. O dünyada ve ahirette onun hanımıdır. Hz. Peygamber bir sefere çıkmak istediğinde eşleri arasında kura çekerdi. Kura Âişe’ye çıktığı zaman daha çok sevinir, daha çok mutlu olurdu. Zira Hz. Peygamber’in yanında Âişe’nin diğer kadınlara üstünlüğü, tiridin diğer yemeklere karşı üstünlüğü gibi idi. Meleklerin bile ona iltifatları vardı. Cibril bir defa ona selam vermişti. Nitekim bir gün Resûl-i Ekrem ona: “Şu zât Cibrîl aleyhisselamdır, sana selam ediyor” buyurdu. O da: “Ve aleyhi’s-selam ve rahmetullâhi ve berekâtüh” diyerek onun selamına karşılık verdi. Meleğin Hz. Âişe’ye selam vermesi, onun Allah katındaki değerini ve faziletini ortaya koymaktadır. Hz. Peygamber aynı zamanda Âişe’yi Ümmü Zer denilen fazilet sahibi bir kadına benzetirdi. Onunla zaman zaman koşular yapardı. Bu yarışlarda bazı zamanlar o Hz. Peygamber’i geçer, bazen de Hz. Peygamber onu geçerdi.
O gerçekten fazilet sahibi idi. Öksüz ve yetimleri himâye edip yetiştirir, sonra da onları evlendirirdi. Köle ve cariyeleri azad eder, hürriyetlerine kavuştururdu. Berîre onun hizmetinde bulunurdu. Âişe annemiz onu efendisinden satın alarak hürriyetine kavuşturdu. Fakat Berîre Hz. Âişe’den ayrılmadı, onun hizmetinde bulunmayı bir şeref saydı.
O aynı zamanda son derece şefkatli ve merhametli idi. Bir gün sırtına iki çocuğunu almış yoksul bir kadın çıkageldi. Hz. Âişe ona üç hurma verdi. Kadın da çocuklarına birer hurma verdi; öteki hurmayı yemek için ağzına götürmüştü ki, çocukları onu da istediler. Kadıncağız yemek istediği bu hurmayı çocuklarına bölüştürdü. Kadının bu tutumuna hayran kaldı ve yaptığını Resûl-i Ekrem’e anlattı. Resûl-i Ekrem de bu şefkati sebebiyle Allah Teâlâ’nın o kadına mutlaka cenneti verdiğini veya bu sebeple onu cehennemden âzâd ettiğini söyledi. Kadının bu hareketi takdire şayan olmakla birlikte Hz. Âişe’nin bir değil üç hurmayı kadına vermesi daha büyük takdire şayandır ve onun cömertliğini ve faziletini açıkça göstermektedir. Demekki Hz. Âişe, bazen üç ay boyunca ocağı yanmayan, çoğu zaman yiyecek bir şey bulunmayan evinde, önce bir hurma bulup vermiş, sonra bir yerlerden iki hurma daha bulup vermiştir. Elindeki bir tane hurmayı hiç tatmadan ve kendi açlığına bakmadan yavrularına veren annenin şefkati çok yüce ve asil olmakla birlikte evindeki üç hurmayı hiç düşünmeden fakire veren Hz. Âişe’nin şefkat ve merhameti yoksulu kendine tercih etmesi ne kadar ibret vericidir. Ebedî kurtuluşun merhamet sayesinde mümkün olacağını ifade buyuran Efendimizin sadece merhamet edenlere, Cenâb-ı Hakk’ın merhamet edeceğini haber vermesi son derece kayda değerdir.
Hz. Âişe bütün bu özelliklerinin yanı sıra kanaatkâr ve zahiddi. Onun da dahil olduğu Peygamber ailesi, iki gün üstüste doya doya buğday ekmeği yememiş, iki günün yiyeceğinden biri mutlaka kuru hurma olmuştur. Bir defasında Allah’a yemin ederek kendilerinin bir hilâli, sonra diğerini, sonra bir başkasını, yani iki ayda üç hilâli gördüklerini buna rağmen Resûlullah’ın evlerinde hiç ateş yanmadığını söyledi. O halde geçimlerinin nasıl olduğunu soranlara iki siyah, yani hurma ve su diye cevap verdi. Bir de Resûlullah’ın ensardan sağmal hayvanları bulunan bir komşusunun olduğunu, onların Resûlullah’a bu hayvanların sütlerinden gönderdiklerini, onun da kendilerine içirdiğini anlattı.
O ilahi ikramlara nail olacak kadar da takva sahibi idi. Resûlullah vefat ettiği sırada onun evinde bir parça arpadan başka bir canlının yiyeceği hiçbir şey yoktu. Hz. Âişe ondan uzun süre yedi. Sonra ölçtü o da tükeniverdi.
Cesur ve onurlu idi. Din düşmanlarına karşı tavrını koyar, tepkisini gösterirdi. Bir gün Hz. Peygamber’in yanına beş on yahudi gelmişti. Bunların sözcüleri, güyâ selam vermiş olmak için, es-Selamü aleyküm yani Allah’ın selamı üzerinize olsun diyecek yerde, es-Sâmü aleyküm yani ölüm üzerinize olsun demişti. Henüz örtünme âyeti gelmediği için orada bulunan ve adamın selam diye söylediği bedduayı farkeden Hz. Âişe son derece öfkelendi, adama cevap olarak "Sâm, Allah’ın gazabı, lâneti sizin üzerinize olsun" dedi. Resûl-i Ekrem Hz. Âişe’ye dönerek ağır olmasını, Allah’ın her işte yumuşaklık gösterilmesinden memnun olduğunu, öfkelenmemesi gerektiğini söyledi.
Dindar bir kişiliğe sahipti. Bir gün Resûl-i Ekrem’e en üstün amel olarak cihadı gördüklerini, hanımlar olarak cihad etmek istediklerini söyledi. Peygamber aleyhisselam da onun bu sorusuna kadınlar için en üstün cihadın hacc-ı mebrûr olduğunu ifade buyurdu. Haccın ne güzel cihad olduğu hadisi de hatırlanacak olursa, haccın cihad niteliği iyi anlaşılır. Bundan dolayı Âişe de Hz. Peygamber’den bu cevabı aldıktan sonra hiçbir sene hacca gitmeyi ihmal etmediğini söylemiştir.
Hz. Âişe ibadet ve tâata da düşkündü. Geceleri namaz kılar, çoğu zaman gündüzleri de oruç tutardı. Fakir fukaraya çokça sadaka verirdi. Bir defasında Muaviye kendisine yüzbin dirhem göndermişti. O gün güneş batmadan önce o paranın hepsini tasadduk etti. Hizmetçilerinden birinin bir dirhemle et almasını söylemesi üzerine, daha önce söyleseydi alabileceğini, ama elinde bir dirhem bile kalmadığını söyledi.
Hz. Âişe son derece akıllı ve zeki idi. Birgün kendisine bir dilenci geldi. Ona bir parça ekmek verdi. Kılığı kıyâfeti düzgün bir başka adam geldi. Onu da sofraya oturtarak yemek ikram etti. Bu farklı davranışının sebebini soranlara Âişe, Resûlullah’ın insanlara mevki, makam ve seviyelerine göre muamele edilmesi gerektiğini belirten hadisini okuyarak cevap verdi.
Hz. Peygamber’e vahiy gelirken genellikle Âişe’nin yanında bulunduğu sıralarda vahiy gelirdi. Hz. Peygamber son zamanlarında hasta iken dahi Âişe’nin nöbet gününü kollar ve onun yanında olmak düşüncesiyle:
"Bugün neredeyim, yarın nerede olacağım?" derdi. Onun günü gelince, Allah Hz. Peygamber’in ruhunu Âişe’nin evinde aldı. Mübarek başı, Hz. Âişe’nin göğsüne yaslanmış olduğu halde vefat etti.
Hz. Peygamber’in vefatından sonra Hz. Âişe kırk yıla yakın bir müddet daha yaşadı. Bu zaman içinde Ashab-ı kirâm ona mü’minlerin annesi sıfatıyla büyük hürmet gösterdi. Bütün mü’minlerin annesi olan Hz. Âişe daha küçük yaşlarda iken okuma yazma öğrendiğinden zekâsı ve kabiliyeti ile etrafının dikkatini çekerdi. Öğrendiklerini unutmaz, ezbere tekrar ederdi. Hafızası çok kuvvetli idi. Akıllı, zeki, âlime, edibe, iffet sahibi bir hanım idi. Pek çok konuları şiirle anlatan sanatkârca bir ifadeye sahipti. Ashab-ı kiram, karakter ve hâfızasına güvendikleri için birçok meseleyi ondan sorar ve öğrenirlerdi. O fıkıh ve ictihadda keskin, kuvvetli görüşe sahipti. Fıkıh ilminin kurucularından sayılırdı. Devrinin üstün âlimlerinden ve Fukahâ-i Seb’a’dandır. Hepsinin başında en mümtaz vasfı ise İslâm’a ve ilme olan büyük hizmeti idi. Fıkıh ve dinî ilimlerin dörtte biri ondan nakledilmiştir. Zamanının bütün âlimlerinin ve diğer ümmehât-ı mü’minînin ilmi bir araya toplansa, Hz. Âişe’nin ilmi yine daha ağır basardı. Ashab içinde en çok fıkıh bilen, isabetli rey bakımından en ileri gelen o idi. Sünneti ondan daha iyi bilen, dinde derinleşmiş, ayet-i kerimelere, sebeb-i nüzullere, ferâiz ilmine son derece vâkıf başka biri yoktu. Kur’ân-ı Kerîm’i bütün incelikleriyle anlar ve tefsir ederdi. Arap şiirini ve soy bilgisi demek olan ensâp ilmini de çok iyi bilirdi. Kur’ân-ı Kerîm’i, hadis-i şerîfleri, kısaca İslâmiyet’i pek çok insana öğretti.
Hz. Âişe’den ikibinikiyüzon da hadis rivayet edilmiştir. Kendisinden de Ashab ve tabiinden bir çok kimse hadis nakletmişlerdir. Sahih hadis kitapları Hz. Âişe’nin fetvaları ile doludur. Ahmed b. Hanbel Müsned adlı eserinde de Âişe’nin rivayet ettiği hadislere yer verilmiştir.
Hz. Âişe’nin yalnız yaşadığı kırk yıllık hayatında karşılaştığı en önemli olay Cemel Vak’ası oldu. Hz. Osman’ın şehadeti meselesi yüzünden Hz. Ali ile karşı karşıya geldi. Çünkü onun haksızlıklara tahammül edemeyen bir yapısı vardı. Savaşı kaybetmesine rağmen Hz. Ali, mü’minlere anneliği Kur’an-ı Kerim ayeti ile sabit olan Hz. Âişe’ye ikram ve izzette bulundu. Hayatının son devrelerini bilhassa kadınlara mahsus hallere dair fıkhî hükümlerde fetvalar vererek geçirdi.
Hicretin 58/678 yılında, Medine’de vefat etti. Cenazesini Ebû Hureyre kıldırdı. Vasiyeti üzerine Bakî’ kabristanına defnedildi.

ÜMMÜ SELEME

Adı Hind’dir. Oğlu Seleme’den dolayı, Ümmü Seleme diye tanınmıştır. Kocası Ebû Seleme ile birlikte Habeşistan’a hicret etti. Ne var ki Habeşistan’a hicret ederek Necaşi’ye sığınmış olan müslümanlar, Mekkeli müşriklerin müslüman oldukları şeklinde aldıkları bir habere istinaden geri döndüler. Ümmü Seleme ve kocası Ebû Seleme de geri dönenler arasındaydı. Ancak Mekke’ye vardıklarında durumun eskisinden pek farklı olmadığını gördüler.
Ümmü Seleme Allah yolunda bir değil iki hicret eden ender hanımlardandı. Habeşistan’dan sonra Allah yolunda yolculuk durmamış, ikinci olarak ardından Medine’ye hicret etmişlerdir. Hicret başladığı zaman ilk yola çıkanlar arasında Ümmü Seleme ve kocası Ebû Seleme de vardı. Ebû Seleme, Medine’ye gitmek üzere hazırlıklarını tamamladı ve hanımı için bir deve hazırlayarak Ümmü Seleme’yi üzerine bindirdi. Oğlu Seleme’yi de annesinin kucağına verdi. Ancak Mekke’den çıkarlarken Ümmü Seleme’nin yakınlarından bazı adamlar onları gördüler ve Ümmü Seleme’nin kocasıyla gitmesine engel oldular. Bunun üzerine, Ebû Seleme’nin akrabaları da oğlu Seleme’yi zorla annesinden alıp götürdüler. Bununla da kalmayan adamlar Ümmü Seleme’yi götürüp kendi evlerinde hapsettiler. Böylece, onu hem kocasından hem de oğlundan ayırmış oldular.
Allah yolunda her türlü eza ve cefaya sabreden, her zorluğa tahammül eden Ümmü Seleme, her sabah çıkıp Abtah denilen yerde oturur, akşama kadar gözyaşı dökerdi. Bu hal yaklaşık bir yıl sürdü. Nihayet her iki tarafın akrabaları Ümmü Seleme’ye acıyarak oğlunu kendisine teslim ettiler ve kocasının yanına gitmesine izin verdiler. Ümmü Seleme, oğlunu yanına alarak bir deveye bindi ve tek başına yola çıktı. Yolda Osman b. Talha’ya rastladı. Osman, kendisini Kuba köyüne kadar getirdi sonra geriye döndü.
Ümmü Seleme’nin kocası Ebû Seleme, Uhud Savaşında aldığı bir yara sonucu vefat etti. Ümmü Seleme iddet müddetini bitirdikten sonra Resûl-i Ekrem kendisine evlenme teklifinde bulundu. Ona mehir ve çeyiz olarak iki adet eldeğirmeni, iki adet su testisi, içi hurma lifi ile doldurulmuş, yüzü deriden bir adet yastık, içi hurma lifi ile doldurulmuş bir döşek ve bir çanak verdi. O dünyalık olarak bunlarla hayatını devam ettirdi.
O Cibril’i insan suretinde gören ender kadınlardandır. Bir defasında Cibril Hz. Peygamber’in yanına geldi. O sırada Hz. Peygamber’in yanında Ümmü Seleme bulunuyordu. Cibril Hz. Peygamber’le bir süre konuştu, daha sonra kalkıp gitti. Hz. Peygamber Ümmü Seleme’ye:
"Bu kimdir? diye sordu. Ümmü Seleme onun Dıhye olduğunu söyledi. Gelen kişinin Dıhye olduğunu sandı. Sonra onun Dıhye olmadığını, Cibril olduğunu Hz. Peygamber’den öğrendi.
Onun evinde Kur’an ayetleri de nazil oluyordu. Nitekim “Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor” ayeti Hz. Peygamber’e Ümmü Seleme’nin evinde nazil olmuştur. Onun kendisinin de ehl-i beytten olup olmadığı sorusuna Hz. Peygamber onun da ehl-i beyte dahil olduğunu söyleyerek cevap vermiştir.
Cömertliğinden dolayı da kendisine Zâdü’r-rekb, yolcu azığı denirdi. İyilik ve cömertlik yakından uzağa doğru halka halka genişleyeceğine göre kişinin ilk önce kendi yakınlarına karşı cömert olması gerekirdi. Ümmü Seleme bunun çok iyi farkında idi ve bunun için bir gün Hz. Peygamber’e eski kocası Ebû Seleme’nin çocuklarına harcadığı paradan sevap kazanıp kazanamayacağını sorarak, onları öyle muhtaç durumda bırakamayacağını, onların da kendi çocukları olduğunu söyledi. Hz. Peygamber de onun bu sorusuna:
"Evet, onlara yaptığın harcamanın sevabı senindir" buyurarak cevap verdi. Böylece o çocuklarına karşı son derece düşkün bir anne olduğunu, sorumluluğunu en iyi şekilde yerine getirmeye çalıştığını açıkça göstermiştir.
Ümmü Seleme, Resûl-i Ekrem’in en son vefat eden hanımıdır. 84 yaşlarında iken hicrî 59 yılında Medine’de vefat etti. Cenaze namazını, Ebû Hüreyre kıldırdı ve Bakî mezarlığına defnedildi. Ümmü Seleme sahabe arasında bilgisi, güzel konuşması ve faziletiyle bilinirdi. Resûl-i Ekrem’den 378 de hadis rivayet etti.

ZEYNEB BİNTİ CAHŞ

Zeyneb binti Cahş, anne tarafından Hz. Peygamber’le akrabadır. Babası, Mekke’ye dışarıdan gelip yerleşmiştir. Hicretin beşinci yılında Hz. Peygamber’le evlenmiştir.
Zeyneb, dindar ve Allah’tan korkan bir kadındı. İlk önceleri adı Berre idi. Hz. Peygamber ismini Zeyneb olarak değiştirdi. Zeyneb önce Zeyd b. Harise ile evlenmişti. Ondan boşanınca kendisini Hz. Peygamber nikahladı ve bu evlilik ilahi emir sayesinde gerçekleşti Nitekim Kur’an’da bu husus “Zeyd eşiyle ilgisini kesince onu seninle evlendirdik” şeklinde ifade buyurulmuştur.
Hz. Zeyneb bu özelliği sebebiyle ümmehatü’l-mü’minîne karşı övünür ve:
"Sizi Peygamberle aileleriniz evlendirdi. Halbuki beni yedi kat göklerin üstünden Yüce Allah evlendirdi" derdi.
Hz. Zeyneb’in bu şekilde övünmeye hakkı da vardı. Zira o, hem güzel, hem Hz. Peygamber’in akrabası idi. Hz. Âişe bu sebeple onu kıskanmaktan kendini alamamıştır. Hatta "Allah’ın ona yaptığı ikramdan dolayı bize karşı üstünlük taslar demiştim" diyen Hz. Âişe’nin bu tespitinde yanılmadığı görülmektedir.
Zeyneb, takva sahibi bir hanımdı. Hz. Peygamber bir gün onun “evvâhe” olduğunu söylemişti. Bu esnada orada bulunan bir adam evvâhenin ne olduğunu sorması Hz. Peygamber:
"Allah’a karşı korkulu bir saygı duyan ve ona yönelip yalvarandır" diye cevap verdi.
O, ibadet ve tâatı sevdiği kadar, hayır hasenatı da severdi. Nitekim bir gün Hz. Peygamber hanımlarıyla sohbet ettiği bir gün onlara:
"Ölümümden sonra bana en çabuk kavuşacak olan, eli uzun olanınızdır" buyurdu. Bu söz üzerine hanımları kendi kollarını ölçmeye başladılar. Hadisi zahiri manasına anladılar. Halbuki kelam zahiri anlamına göre değil, mecazi manasına göre değerlendirilmeliydi. Nihayet Zeyneb vefat edince kolu en uzun olandan kimin kastedildiğini anladılar. Efendimiz kolu uzun tabiriyle en cömet olanı kastetmişti. Zeynep kendi el emeğiyle çalışır, sadaka verirdi. Cömert ve eli açık biri idi.
Hz. Peygamber onu severdi. O, saliha, çokça namaz kılan, oruç tutan ve sadaka veren bir kadındı. Hz. Âişe onun dini hayatını takdir eder, onun takva sahibi, doğru sözlü, sıla-i rahim yapan, güvenilir bir insan olduğunu belirterek ondan daha hayırlı bir kadın görmediğini söylerdi.
Onun senelik geliri oniki bin dirhemdi. Fakat o, bunu alır almaz derhal fakirlere ve yetimlere dağıtırdı. Hatta onun bu parayı aldığı zaman:
"Ey Allah’ım! Gelecek yıl beni bu paraya ulaştırma. Çünkü o bir fitnedir" derdi. İkinci halife Hz. Ömer Zeyneb’in bu durumunu öğrenince onun kapısının önünde durmuş içeriye selam göndererek daha önce gönderdiği parayı dağıttığını duyduğunu, bin dirhem daha göndereceğini, onu elinde tutmasınını söyledi. Hz. Ömer bin dirhem daha gönderdi. Fakat, o eskiden beri yaptığını aynen tekrarladı ve elindekini dağıttı. O, ölmeden önce kendi kefenini hazırladı. Hz. Ömer de ona ikinci bir kefen gönderdi. Öldüğü zaman kendisinin hazırladığı kefen kız kardeşi tarafından sadaka olarak başkasına verildi.
Kendisi fakirlere, ihtiyaç içinde olanlara ve dullara çokça sadaka verirdi. Hz. Âişe’nin onun ölümü üzerine "Övülmeye lâyık, çokça ibadet eden, yetim ve dulların sığınağı gitti" dediği nakledilmiştir.
Ümmü’l-mü’minîn Zeyneb binti Cahş bütün bu övgülere lâyık bir insandı. Dindarlığı, çok sadaka vermesi ve ibadet etmesi, ölümünden sonra Resûlullah’a ilk kavuşan kişi olması ve hatta nikahının Allah tarafından kıyılmış olması onu diğer kadınlardan üstün kılmıştı.
Zeyneb 20/641’de vefat etti. Cenaze namazı dönemin halifesi olan Hz. Ömer tarafından kıldırıldı. Vefat ettiği zaman 53 yaşında idi.

ÜMMÜ HABÎBE

Adı Remle olan Ümmü Habîbe, Ebû Süfyân’ın kızıdır. Zamanında babası İslâm’ın en azılı düşmanlarından biri olmasına rağmen o kocasıyla birlikte İslâm’ın ilk yıllarında müslüman oldu ve onunla birlikte müşriklerin zulmünden kaçarak Habeşistan’a hicret etti.
Kızı Habîbe’yi orada dünyaya getirdi. Ne yazık ki kocası orada hristiyan oldu, hatta onu da dininden döndürmeye çalıştı. Fakat Ümmü Habîbe bu teklifi reddetti. Allah ve Resûlünü tercih ederek dininde sebat etti. Bir süre sonra da kocası öldü. Gurbette öksüz çocuğuyla yapayalnız dul kalınca, Hz. Peygamber kendisine haber göndererek onunla evlenmek istediğini bildirdi. Ümmü Habîbe bu teklife çok sevindi. Hicretin altıncı yılında, nikahlarını Habeşistan necâşîsi Ashame kıydı. Sonra Medine’ye geldi.
Ümmü Habîbe Hz. Peygamber gibi bir zatın eşi olmanın verdiği onuru her zaman üstünde taşıdı. Onu herkesten daha çok sevdiğini her haliyle gösterdi. Nitekim babası Ebû Süfyan Mekke’nin fethi için hazırlıkların yapıldığı günlerde Hudeybiye Andlaşması’nın süresinin biraz daha uzatılmasını istemek için Medineye gelmişti. Hz. Peygamber ile görüşmesinden olumlu bir cevap alamaması üzerine kalkıp kızı Ümmü Habîbe’nin yanına gitti. Eve girdiğinde Resûlullah’ın sergilerinden birinin üzerine oturmak istedi. Babasının sergi üzerine oturacağını anlayan Ümmü Habîbe, hemen sergiyi toplayıp odanın bir köşesine kaldırdı. Bu durum karşısında şaşkına dönen Ebû Süfyan, kızına sergiyi mi babasına, yoksa babasını mı sergiye mi lâyık görmediğini sordu. Bunun üzerine Ümmü Habîbe, sergiyi babasına lâyık görmediğini, onun Resûlullah’a ait bir sergi olduğunu, kendisinin ise bir müşrik olduğundan dolayı ona oturamayacağını söyledi. Kızından bu cevabı işiten Ebû Süfyan, onun baba ocağından ayrıldıktan sonra çok değişmiş olduğunu söyleyerek yanından ayrıldı.
Ümmü Habîbe’nin Allah yolunda çıktığı Habeşistan’da kocasının kendisini hristiyanlığa davet etmesini şiddetle reddedip kabul etmemesi ve burada olduğu gibi babası bile olsa imandan yüz çeviren bir müşriğe gösterdiği tepki onun ne derece güçlü bir imana sahip olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. O Allah’a ve ahiret gününe iman eden hiçbir kavmin Allah’a ve Resûlüne karşı düşmanlık eden kimselere karşı sevgi beslemediğini böylece göstermiş olmaktadır. Böyle kimselere sevgi beslemenin Allah’a ve ahirete imanın gerekleriyle taban tabana zıt olduğunu, onlara o durumda dostluk yapmanın küfre sevgi göstermek anlamına geldiğini, küfre muhabbetin ise, iman ile bir arada bulunmayacağını bu uygulamasıyla göstermiş, bu konuda bütün mü’minlere güzel bir örnek olmuştur.
Ümmü Habîbe hicretin 44. yılında Medine’de vefat etmiştir.

CÜVEYRİYE BİNTÜ’L-HÂRİS

Cüveyriye, Mustalikoğulları kabilesinin başkanı Hâris b. Ebî Dırar’ın kızıdır. Mustalikoğulları, hicretin altıncı yılında Medine’ye saldırı için hazırlık yapmaya başladıklarında durumu öğrenen Hz. Peygamber yediyüz kişilik bir askerî kuvvetle, onlardan önce davranarak Müreysi suyu başında onlara saldırdı.
Bu saldırı sonucunda Mustalikoğulları’nın bütün erkekleri, kadınları ve çocukları esir alındı. Esirler arasında bulunan Cüveyriye kurtuluş fidyesini temin edemeyince Hz. Peygamber’den yardım istedi. Hz. Peygamber de ona hayırlı bir teklifinin olduğunu, istediği parayı verip kendisini azad edeceğini, hem de kendisi ile evlenmek istediğini söyledi. Cüveyriye de bu teklifi memnuniyetle kabul etti.
Haberin etrafa yayılması üzerine esirleri ellerinde tutan sahabiler, Allah elçisine akraba olan kişileri esir tutamayacaklarını söyleyerek hepsini serbest bıraktılar. Bu manzara karşısında Müstalikoğulları İslâm’a girdiler. Cüveyriye’nin babası gelerek kızının esir edilemeyeceğini söyledi. Bunun üzerine Hz. Peygamber Cüveyriye’yi tercihinde serbest bıraktı, ama o Allah ve Resûlünü tercih etti.
Bu yüzden Hz. Âişe onun hakkında;
"Ben kavmi için Cüveyriye’den daha hayırlı ve daha bereketli bir kadın bilmiyorum" demiştir.
Daha önceki adı Berre iken, Hz. Peygamber ona kızcağız anlamında "Cüveyriye" ismini verdi. Cüveyriye çok oruç tutar, çok namaz kılar, zikre devam ederdi. Bir gün Allah Resûlü Cüveyriye’yi sabah namazını kıldıktan sonra, kuşluk vaktine kadar dua ve zikirle uzunca zaman meşgul olurken görmüş ve kendisine:
"Ben senden sonra, üç kerre, dört kelime söyledim ki, bugün sabahtan beri senin söylediklerinle tartılsa, onlardan daha ağır gelir. Dikkat et, o kelimeleri sana da öğreteyim: Sübhânallâhi adede halkıhi; Allah’ı yaratıklarının sayısınca tesbih ederim. Sübhânallâhi rıza nefsihî Allah’ı razı olacağı şekilde tesbih ederim. Sübhânallâhi zinete arşihi Allah’ı Arşı’nın ağırlığınca tesbih ederim. Sübhânallâhi midâde kelimâtihi Allah’ı kelimelerinin miktarınca tesbih ederim" demesini tavsiye buyurmuştur.
Cüveyriye aynı zamanda hayır severdi. Kendisi aç durur, yoksulları doyururdu. Kendisinden altmışbeş de hadis rivayet edilmiştir. Hicrî 56/676 yılında Medine’de vefat etti.


SAFİYYE BİNTİ HUYEY

Safiyye, Medine yahudilerden Nadiroğulları kabilesinin reisi olan Huyey’in kızıdır. Safiyye, Hayber savaşında esir edilmişti. Arabistan’da reislere veya hükümdarlara düşen ganimet hissesine safiyye denilirdi. O da Hayber savaşında esir düştüğü için ona "Safiyye" denilmişti. Esirler toplandığı zaman Dihyetül-Kelbî, Hz. Peygamber’den bir cariye istedi, o da Safiyye’yi ona verdi. Ashabtan birinin, Safiyye’yi kendisine almasının daha uygun olacağını, zira reis kızı olduğu için mevkiinin bunu gerektirdiğini söylemesi üzerine, Safiyye’yi geri aldı, ona da başka bir cariye verdi.
Hz. Peygamber, yahudilerle bir anlaşma imzaladıktan sonra Safiyye’ye İslâm ve yahudilik hakkındaki görüşünü sordu. O da "Ey Allah’ın Resûlü! İslâmı arzu etmiş ve sen davet etmeden önce seni tasdik etmiştim. Babam da senin davanın doğruluğunu itiraf ederdi. Fakat ırkçılık onu götürdü. Ben Allah’tan başka ilâh olmadığına ve senin Allah’ın Resûlü olduğuna kesinlikle inanıyorum" cevabını verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber de onu âzad ederek kendisiyle evlendi.
Hz. Peygamber düğününün yapıldığı gece, eşini kabilesinin uğradığı zarar ve kayıplar konusunda teselli etti ve Hayberlilerin kendisini bu konuda zorladıklarını izaha çalıştı. İslâm’a ve onun peygamberine karşı çok samimi hislerle bağlı olan Hz. Safiyye, aynı zamanda asil, zeki, güzel ve dindar bir kadındı. Özellikle tutumluluğuyla tanınırdı. Diğer bir hususiyeti de pişirdiği yemeklerdi. Hz. Safiyye’nin mutfağında pişen yemekler, onun aile fertleri, yani ehl-i beyti arasında çok beğenilirdi.
Ne kadar peygamber eşi de olsa yahudi asıllı olması bazen dedikodulara sebep oluyordu. Nitekim bir gün Hz. Peygamber’in diğer eşlerinden biri olan Hafsa, Safiyye’nin yahudi kızı olduğunu söyleyerek onu tahkir etti. Bunun üzerine Safiyye ağladı. Onun ağladığını gören Hz. Peygamber ona niçin ağladığını sorunca Safiyye, Hafsa’nın kendisine yahudi kızı dediğini haber verdi. Hz. Peygamber onun gönlünü almak için ona:
"Sen bir peygamber kızısın. Senin amcan da bir peygamberdir, ayrıca bir peygamberin de nikahındasın. Öyleyse o sana karşı ne ile övünüyor ki?" diyerek onu teselli etti. Sonra da Hafsa’ya Allah’tan korkmasını, böyle yapmamasını söyledi. Hz. Peygamber böyle durumlarda Safiyye’ye babasının Hârun, amcasının Musa, kocasının da Muhammed olduğunu söylemesini tavsiye etti.
Aynı şey bu defa bir başka yerde yaşandı. Söyleyenler farklı olsa da konu yine aynı idi. Bir sefer sırasında Zeyneb binti Cahş bu defa Safiyye’ye yahudi diyerek onu tahkir etti. Onun eşine karşı bu şekilde konuşmasına canı sıkılan Hz. Peygamber sefer boyu onunla konuşmadı. Hac sırasında, Mekke’den Medine’ye dönüşte onunla konuşmayan Hz. Peygamber’in bu tavrı muharrem ve safer aylarında da devam etti.
Safiyye Hz. Peygamber’le evlenmeden önce rüyasında ayın kucağına düştüğünü görmüş ve bunu babasına anlatmıştı. Ne var ki babası ona Arap melikine eş olacağını söyleyerek yüzüne bir tokat attı. Daha sonra bu izi gören Hz. Peygamber ona bunun sebebini sorduğunda Safiyye başından geçen olayı anlattı.
Hz. Peygamber’in vefatından sonra, uzun bir ömür sürmüş olan Hz. Safiyye, ölüm döşeğinde iken sahip olduğu mallarının üçte birini, yahudi dininde ısrar edip kalmış olan bir yeğenine vasiyet etti. Zira İslâm hukukuna göre, gayr-i müslim akrabaya sadaka câizdi. Bu durumda mirastan hisse almaya hak sahibi olmayanlar için vasiyette bulunmak mümkündü. Ancak bazı müslümanlar bu vasiyetin yerine getirilmesine karşı çıktılarsa da Hz. Âişe lehine vasiyet yapılanın tarafını tutacak bir biçimde araya girerek, vasiyetin yerine getirilmesinin doğru olacağını söyledi.
Hz. Safiyye 50/670 yılında vefat etti. Medine’de Baki’ mezarlığında toprağa verildi.

HAFSA BİNTİ ÖMER

Hafsa, Hz. Ömer’in kızıdır. Hz. Peygamber’in risaletinden beş sene önce doğdu. Annesi sahabi Osman b. Maz’un’un kız kardeşi Zeyneb’tir.
Hz. Hafsa daha önce Huneys b. Huzafe ile evlenmişti. Huneys Habeşistan’a hicret eden müslümanlardandı. Hz. Hafsa’nın da bu hicrete katıldığı yolunda rivayetler bulunmaktadır. Habeşistan’dan dönen Huneys daha sonra eşi Hz. Hafsa ile birlikte Medine’ye hicret etti. Huneys, Uhud Savaşı’na katılmış ve ciddi biçimde yaralanmıştı. Bu yara sonucu Medine’de şehid oldu. Dul kalan Hafsa’yı Hz. Peygamber nikahladı. Düğünleri hicrî üçüncü yılın ortalarında yapıldı. Hz. Peygamber Hafsa’ya dörtyüz dirhem gümüş mehir verdi. Hz. Peygember Hafsa’yı bir ara boşamak istemiş ancak Cibril’in:
"O çok oruç tutan çok namaz kılan, saliha bir kadındır. Senin cennette de zevcendir" emriyle boşamaktan vazgeçmiştir.
Hafsa, Hz. Peygamber’in vefatından sonra son derece mütevâzi bir hayat sürdü. Kendisinden altmış hadis rivayet edilmiştir. Okuma yazma bilen Hz. Hafsa hicretin 45. yılında vefat etmiş ve Medine’de toprağa verilmiştir.

ZEYNEB BİNTİ HÜZEYME

Zeyneb binti Huzeyme ilk muhacirlerden olan kocasının Uhud Muharebesi’nde şehid düşmesi sebebiyle dul kalmıştı.
Hz. Zeyneb’in kabilesi Âmir b. Sa’saa, o dönemin en kuvvetli kabilelerinden biri idi. Bu kabilenin İslâm’la olan münasebetleri, hicretin üçüncü senesinde başladı. Bu büyük kabilenin, İslâm’a karşı taşıdığı düşmanlığın devam etmemesi için bir şeyler yapmak gerekiyordu. Bu sebeple daha önce evlenip dul kalmış olan ve manevî tesiri herkes tarafından kabul edilen Zeyneb’le evlenen Hz. Peygamber, bu düşmanlığın ortadan kaldırılmasını hedefledi. Böylece o kabilenin, İslâm’a karşı olan kin ve düşmanlığı da bir ölçüde hafifletilmiş olacaktı. Fakat ne yazık ki bu muhterem kadın, Hz. Peygamberle evlendikten iki veya üç ay sonra otuz yaşlarında iken vefat etti.
Zeyneb, gerek câhiliyye, gerekse İslâm döneminde fakirlere çok acıdığı, onlara karşı merhametli ve şefkatli davrandığı, karınlarını doyurup sadaka verdiği için “Ümmü’l-mesâkin: fakirler anası” diye anılırdı.
Zeyneb, Hz. Peygamberin evinde çok az kaldı. Evlendikten iki veya aç ay sonra vefat etti. Cenaze namazı, bizzat Allah elçisi tarafından kılınıp Baki’ mezarlığına defnedildi.
Resûl-i Ekrem’in sağlığında, Hz. Hatice ile, yoksul ve fakirlerin annesi Zeyneb binti Hüzeyme’den başka kendisinden önce vefat eden zevcesi olmadı.

MEYMÛNE BİNTİ’L-HÂRİS

Meymûne Hz. Peygamber’in amcası Abbas’ın hanımı Ümmü’l-Fazl Lübâbe’nin kızkardeşidir. Hâlid İbni Velîd ile Abdullah İbni Abbas’ın da teyzesidir.
Hz. Meymûne daha önce iki defa evlenmiş ve dul kalmıştı. Hz. Peygamber hicretin yedinci yılı olan 629’da Umretü’l-kazâ’ya giderken Hz. Abbas ona baldızıyla evlenmesini teklif etti. Hz. Peygamber de Mekke’ye iki sahabisini dünürcü gönderdi ve böylece Hz. Meymûne ile Medine dönüşünde Seref denilen yerde evlendi.
Meymûne’nin asıl adı Berre idi. Berrecömert, dürüst, itâatkâr anlamına geldiği için, "Bir insanın kendini tezkiye etmesi doğru değil" diyerek Hz. Peygamber onun adını Meymûne olarak değiştirdi.
Meymûne de hayır işlerini severdi. Bir defasında Hz. Peygamber’e haber vermeden bir cariye âzâd etti, kendi nöbetinde bu durumu Allah Resûlüne haber verdi. Kendisinden 46 hadis rivayet edilmiştir.
İlâhî takdir öyle tecelli etti ki, Meymûne hicretin 51. yılında 80 yaşında iken Hz. Peygamber’le evlendiği Seref’de vefat etti ve oraya defnedildi.

MÂRİYE

Hz. Peygamber hicretin yedinci yılında komşu hükümdarları İslâm’a dâvet ederken Mısır kıralı Mukavkıs’a da bir mektup göndermişti. Mısır kralı İslâmiyet’i kabul etmemekle beraber Resûl-i Ekrem’e bazı hediyeler gönderdi. Bu hediyeler arasında Mâriye ve Sîrîn adında iki de cariye vardı. Hz. Peygamber Sîrîn’i şâir sahabi Hassân İbni Sâbit’e verdi, Mâriye’yi de yanında alıkoydu. Daha sonraları Mâriye ondan İbrahim’i dünyaya getirdi. Böylece Mısırlılarla Hz. Peygamber arasında, dededen gelen akrabalık bağından sonra bir de hısımlık bağı meydana geldi.
Hz. Peygamber bir hadisinde "Siz kîrâtın kullanıldığı Mısır’ı fethedeceksiniz. Oranın halkına iyi davranmanızı tavsiye ediyorum; vasiyetimi tutunuz. Zira onlara bir ahid ve eman görevimiz, bir de akrabalık bağımız vardır" buyurmuştur.
Hadiste sözü edilen akrabalık bağı, Hz. Peygamber’in oğlu İbrahim’i dünyaya getiren Mâriye’nin onlardan olması sebebiyledir.
Mâriye 16. hicrî yılda Hz. Ömer’in hilafeti döneminde vefat etti.

SONUÇ

Hz. Peygamber’in hanımları mü’minlerin anneleri yerindedir. Onların her birinin kendine özgü faziletleri, üstün meziyetleri vardır. Onlar bütün insanlığın efendisi bir peygamberin aile ocağında yaşama bahtiyarlığına ermişler, ondan öğrendikleri ilim ve hikmetle en güzel aile yaşantısının örneklerini göstermişlerdir. Bir kadının nasıl olması gerektiğini, bir kocanın eşine karşı nasıl davranması lazım geldiğini onlar kaynağından öğrenerek yaşamışlar, yaşadıklarını başkalarına anlatarak müslümanlara bu konuda güzel örnek olmuşlardır. Mü’min hanımların onların hayat hikayelerinden çıkaracakları dersler, alacakları ibretler bulunmaktadır. Onları kendilerine örnek alanlar evlerinde mutlu olur, yuvalarında huzur bulurlar. Zira onların hayatında itâat ve tâatın, fedakârlık ve vefâkârlığın, cömertlik ve eli açıklığın, şefkat ve merhametin en müstesna misalleri bulunmaktadır. Bu misallerin yalnız onların hayatında birer anı olarak kalması yeterli değildir. Aradan yüzyıllar geçse de insanlığın ortak değerleri hep aynıdır. Güzel davranışlar her yerde güzeldir, her yerde ve her zaman diliminde tekrar edilmeye değerdir. İnsanlık dün olduğu gibi bugün de aynı güzellikleri yaşamaya, tekrar etmeye muhtaçtır. Evlatlar annelerinden öğrendikleri asil ve soylu davranışları nasıl hayatlarına aktarıyorlarsa, mü’min hanımlar da mü’minlerin annelerinden öğrendikleri asil ve soylu davranışları o şekilde hayatlarına yansıtmalıdırlar.

----------------------------
* Doç. Dr., Mimar Sinan İÖO, Din Kült. ve Ahl. Bil Öğretmeni.
Ahzâb (33), 32, 6.
İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, VII, 78.
Tahrîm (66), 10.
İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, VII, 82.
Duhâ, (93), 8.
Buhârî, Umre 11, Menâkıbü’l-ensâr 20, Nikâh 108, Edeb 23, Tevhîd 32, 35; Müslim, Fedâilü’s-sahâbe, 71-74; Tirmizî, Menâkıb 61; İbn Mâce, Nikâh 56.
Buhârî, Enbiyâ 45; Müslim, Fedâilu’s-sahabe 70; Tirmizî, Et’ime 31.
Müslim, Fedâilü’s-sahâbe 75.
Buhârî, Menâkıbü’l-ensâr 20; Müslim, Fedâilü’s-sahâbe 74-76; Tirmizî, Birr 70, Menâkıb 70.
Buhârî, Menâkıbü’l-ensâr 20; Müslim, Fedâilü’s-sahâbe 78.
Buhârî, Menâkıbü’l-ensâr 20; Müslim, Fedâilü’s-sahâbe 78.
Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 118; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, VII, 82.
İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, VII, 85.
İbn Sa’d, Tabakât, VIII, 52-53.
İbn Sa’d, Tabakât, VIII, 53; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, VII, 157.
İbnü’l-Cârud, Müntekâ, s. 181.
İbn Sa’d, Tabakât, VIII, 54.
İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, VII, 157-158.
Ebû Dâvud, Salât 269.
Buhârî, Menâkıbu’l-ensâr 44, Nikah 35; Müslim, Fedâilu’s-sahâbe 79; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 41, 128, 161.
Mustafa Fayda, “Aişe”, DİA, İstanbul 1989, II, 201.
Ahzâb(33), 6.
Fayda, “Aişe”, DİA, II, 201.
Fayda, “Aişe”, DİA, II, 201.
Nur (24), 11-21.
Buhârî, Şehadât 15.
Nur (24), 11-21.
Buhârî, Hibe 7; Müslim, Fedâilu’s-sahâbe 82.
Buhârî, Hibe 8; Müslim, Fedâilu’s-sahâbe 83; Nesâî, İşretu’n-nisâ 3; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 88.
Buhârî, Menakîb 27; Müslim, Fedail 27.
Buhârî, Menakîb 27.
Buhârî, Nikah 97; Müslim, Fedâilu’s-sahâbe 88; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 114.
Buhârî, Enbiyâ 32, Fedâilu’s-sahâbe 30, Et’ime 25; Müslim, Fedâilu’s-sahâbe 89; Tirmizî, Et’ime 31; Nesâî, İşretu’n-nisâ 3; İbn Mâce, Et’ime 14; Ahmed b. Hanbel, Müsned,IV, 294, 409.
Buhârî, Nikah 97; Müslim, Fedâilu’s-sahâbe 90; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 114.
Buhârî, Bed’ü’l-halk 6; İsti’zân 16; Müslim, Fedâilü’s-sahâbe 90-91.
Ebû Dâvûd, Cihâd 61.
Müslim, Birr 148.
Tirmizî, Birr 16; Ebû Dâvûd, Edeb 58.
Müslim, Zühd 25.
Buhârî, Hibe 1; Rikâk 17; Müslim, Zühd 28.
Buhârî, Humus 3, Rikâk 16; Müslim, Zühd 27; İbn Mâce, Et’ıme 49.
Buhârî, Edeb 35, İsti’zân 22; Müslim, Selâm 10-12.
Buhârî, Hac 4, Sayd 26, Cihâd 1.
Buhârî, Cihâd 62
Buhârî, Sayd 26.
Zehebî, Tezkiratü’l-huffâz, I, 28.
Ebû Dâvûd, Edeb 20.
Buhârî, Hibe 27; Müslim, Fedâil 17.
Buhârî, Meğâzî 83; Fedâilu’s-sahâbe 30; Müslim, Fedâilu’s-sahâbe 84; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 200.
Zehebî, Tezkiratü’l-huffâz, I, 27.
Zehebî, Tezkiratü’l-huffâz, I, 28.
Zehebî, Tezkiratü’l-huffâz, I, 28.
Zehebî, Tezkiratü’l-huffâz, I, 28.
İbn Sa’d, Tabakât, VIII, 87; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, VII, 341.
İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, VII, 341.
İbn’ül-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, VII, 341.
İbn Sa’d, Tabakât, VIII, 90.
Müslim, Fedâilu’s-sahâbe 100.
Ahzâb (33), 33.
İbn’ül-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, VII, 343.
İbn Sa’d, Tabakât, VIII, 86.
Buhârî, Nefekât 14; Müslim, Zekât 47.
İbn Sa’d, Tabakât, VIII, 96; İbn Hacer, İsâbe, VIII, 204.
İbn’ül-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, VII, 125; İbn Hacer, İsâbe, IV, 313.
Ahzâb (33), 37.
İbn’ül-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, VII, 126; İbn Hacer, İsâbe, IV, 313.
İbn Hacer, İsâbe, IV, 313.
İbn’ül-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, VII, 127; İbn Hacer, İsâbe, IV, 314.
Buhârî, Zekât 11; Müslim, Fedâilu’s-sahâbe 101; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 121; İbn Hacer, İsâbe, IV, 313.
İbn Sa’d, Tabakât, VIII, 103.
İbn’ül-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, VII, 126-127.
İbn Sa’d, Tabakât, VIII, 110; İbn’ül-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, VII, 127.
İbn Sa’d, Tabakât, VIII, 110; İbn Hacer, İsâbe, VI, 308.
İbn Hacer, İsâbe, IV, 314.
İbn Sa’d, Tabakât, VIII, 110-111; İbn Abdilber, İstiâb, IV, 309; İbn’ül-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, VII, 127; İbn Hacer, İsâbe, IV, 314.
İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, VII, 115.
İbn Hacer, İsâbe, II, 179.
İbn Sa’d, Tabakât, VIII, 96-100; Beyhakî, Delâil, V, 8; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, VII, 116, 315; Zehebî, A’lâmü’n-nübelâ, II, 223; İbn Hacer, İsâbe, II, 179.
Mücâdele (58), 22.
İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, VII, 316.
Ahmed b. Hanbel, Müsned VI, 277; İbn Sa’d, Tabakât, VIII, 116-117; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, VII, 57; İbn Hacer, İsâbe, IV, 265.
İbn Hacer, İsâbe, IV, 265.
Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 277; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, VII, 57; İbn Hacer, İsâbe, IV, 265.
Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 430; Ebû Dâvud, II, 81; İbn Sa’d, Tabakât, VIII, 119.
İbn Hacer, İsâbe, IV, 266; Tecrîd-i Sarih VII, 454.
Tirmizî, Menâkıb 64; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 135-136.
İbn Sa’d, Tabakât, VIII, 120-129.
Buhârî, Nikâh 33, 36, 46, Megâzî 12; Nesâî, Nikâh 30.
İbn Sa’d, Tabakât, VIII, 84-85; İbn Abdilber, İstîâb, IV, 269.
İbn Sa’d, Tabakât, VIII, 86; İbn Abdilber, İstîâb, IV, 270.
İbn’ül-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, VII, 129; İbn Abdilber, İstîâb, IV, 313.
İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, VII, 129.
İbn Sa’d, Tabakât, VIII, 115; İbn Abdilber, İstiâb, IV, 312; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, VII, 129.
İbn Sa’d, Tabakât, VIII, 116
İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, VII, 129; İbn Abdilber, İstîâb, IV, 313.
İbn’ül-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, VII, 272.
Buhârî, Hibe 15, 16; Müslim, Zekât 44.
İbn’ül-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, VII, 274.
İbn’ül-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, VII, 261.
Müslim, Fedâilü’s-sahâbe, 226, 227.
İbn Sa’d, Tabakât, VIII, 153-156; İbn’ül-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, VII, 272.