Makale

Huzurevinin Dindeki Yeri

HUZUREVİNİN DİNDEKİ YERİ

Kerim BULADI*

Özet:
Farklı evrelerden geçirilerek yaratılan insan, dünyaya gelişinden itibaren ilahî takdirin gereği çeşitli dönemler yaşamaktadır. Bu safhaların en önemlilerinden biri de hiç şüphesiz yaşlılık devresidir. İnsanın dünya hayatındaki bu son dönemi, artık geri dönüşün mümkün olmadığı zaman dilimidir. Çoğu insan, bunu yaşayacaktır.
Kur’an-ı Kerim, insanın bedensel ve zihinsel kabiliyetlerinin en zayıf ve verimsiz olduğu yaşlılık dönemine önemle işaret eder ve bunun ilahî bir kanun çerçevesinde cereyan ettiğini vurgular. Dolayısıyla yaşlanmak olgusu, insanın elinde değildir.
Kur’an ve Sünnette, ana-babaya ve yaşlılara yardım edilmesi, onların korunması ve bakılması konusunda emir ve tavsiyeler vardır. Yaşlılara düşkünlük dönemlerinde sahip çıkılması öncelikle evlatlarının, akrabalarının, yakın çevresinin, toplumun ve devletin görevidir. İslam dini, ana-babanın ve yaşlıların mecbur kalınmadıkça yaşadıkları aile ortamından ve çevreden tecrit edilerek bakımevlerine bırakılmasına sıcak bakmamaktadır. Çünkü ana-baba ve yaşlılar, geçmişle geleceği birbirine bağlayan ve bu hususta büyük emekleri geçen değerli varlıklarımızdır. Huzurevlerinin teşekkülünü de bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Sosyal ve kültürel açıdan incelendiğinde huzurevlerinin inşası ve yaygınlaşması, İslam medeniyetinin bir ürünü değildir. Ancak İslam, insana hizmet etmeye matuf hiçbir hayırlı hizmeti de reddetmez.
Anahtar Kelimeler: Kur’an, Hadis, İslam, İnanç, Huzurevi

The Place of Nursing Homes in the Belief within the Context of Qur’an and Hadithes
Abstract:
The human, created through a series of different phases, has been living various periods. One of most important periods among those is the old age period. This last period of the human in the world is the period of no possibility to return and most people will experience this.
The Qur’an stresses importantly the old age period of the human which symbolizes the weakest and least productive side of the human’s physical and mental capabilities and points out that it has been a reality of the human by means of the divine rule.
In Qur’an and Sunna, there are commands and advices to behave fairly and nice to parents and all the old. It’s the duty primarily of the children, then relatives, close friends, society and state to look after the old in their weakness periods. Islam, unless a condition of exigency, do not tolerate sending away the old through isolating from the family and environment. Because, parents and the old are valuable in combining the past and future. Formation of nursing homes should be evaluated within this context. In the social and cultural perspective, the formation and growing up of the nursing homes can not be thought as a product of Islamic civilization. However, Islam has been encouraging the all merciful activities in the service to the human.

Key Words: Qur’an, Hadith, İslamic, Belief, Nursing Homes
* Dr., Zeytinburnu İlçe Müftülüğü Vaizi

1. Giriş:
Allah insanı yaratmış, onu akıl, fikir, muhakeme ve irade gibi üstün özelliklerle diğer canlılardan ayırmıştır. Taşıdığı bu özelliklerden dolayı Allah Teâlâ, insanı sorumlu kılmış, kutsal emanetin taşıyıcılığını ona tevdi etmiştir. Üstlendiği bu ağır mesuliyetten dolayı insana, kâinat içerisinde bulunan diğer varlıklar hizmetkâr kılınmıştır. İnsana lütfedilen hayat, fanidir. İnsan, kendisine emanet olarak ihsan edilen söz konusu hayat diliminde, ömrünü Hakk’ın rızasına uygun olarak tanzim etmekle ve tamamlamakla yükümlüdür. Çünkü hayatı veren, yaşatan ve alan da O’dur. Kur’an bu konuya özellikle işaret eder, insanın yaratılış evrelerini açıklar. Hayatın sahibinin Allah olduğunu bildirir.
Bu çalışmada öncelikle Kur’an’ın, insan yaratılışı ile ilgili açıklamaları, hayatın safhaları, yaşlanmanın ilahî bir kanun çerçevesinde gerçekleştiği, hiçbir gücün bu seyre müdahale edemeyeceği, ana-babaya itaat, yaşlılara hürmet, onları gözetmek ve korumak gibi konular ele alınacak, daha sonra huzurevinin İslam inanışındaki yeri üzerinde durulacak ve huzurevlerinin kurulmasını hazırlayan sebepler ele alınacaktır.
2- Kur’an’da İnsanın Yaratılışını ve Hayat Evrelerini Açıklayan Ayetler
Mü’minûn Sûresi’nde insanın yaratılışı üzerinde şöyle durulur: “Andolsun biz insanı, çamurdan (süzülüp çıkarılmış) bir özden yarattık. Sonra onu az bir su (meni) halinde sağlam bir karargâha (ana rahmine) yerleştirdik. Sonra bu az suyu alaka (aşılanmış yumurta) haline getirdik. Peşinden, alakayı, bir parçacık et yaptık, bu bir parçacık eti kemiklere (iskelete) çevirdik; bu kemikleri etle kapladık. Sonra onu başka bir yaratılışla insan haline getirdik. Yaratanların en güzeli olan Allah’ın şanı ne yücedir! Sonra, muhakkak ki siz, bunun ardından elbette öleceksiniz. Sonra da şüphesiz, sizler kıyamet gününde tekrar diriltileceksiniz.”1
Bu ayetlerde insanın biyolojik yaratılışı ve oluşum süreci özetlenmiştir. İnsan, bir yandan bedeninin menşei yönüyle basit bir topraktır. Öte yandan Allah’ın kendisine bağışladığı duyu, akıl gibi meleke ve özellikler sayesinde madde üstü bir yönü olan varlıktır.2
Bir başka ayette insanın yaratılış şeması çizilerek ömür safhaları anlatılmış, dünya hayatından sonra yeni bir hayatın başlayacağından şüphe edenlerin dikkati çekilmiş, oluşan şüpheleri ve kuşkuları dağıtacak deliller ortaya konulmuştur.3 Gıdası, yerleşimi ve her türlü insanî ihtiyaçları toprağa bağımlı olan insan, Adem (a.s)’dan itibaren kadın ve erkeğin meşru nikah akdi yaparak bir araya gelmesi ile çoğalmıştır. Allah Teâlâ’nın takdiri ve dilemesi sonucu erkeğin spermiyle kadının yumurta hücresinin bir araya gelmesi ile annenin rahminde oluşan ve gelişen cenin, yine Hak Teâlâ’nın izni ve inayeti ile dünyaya gelmektedir. Bebeklik, çocukluk, gençlik, yetişkinlik çağlarını safha safha yaşayan insan en nihayet yaşlılık dönemine girmektedir. İnsan hayatının bütün kademeleri, Allah Teâlâ’nın bilgisi dâhilinde seyretmektedir. İnsanı, yaratan, yaşatan, öldüren, tekrar diriltecek olan sadece O’dur.4
İnsanın bedensel ve zihinsel kabiliyetlerinin en zayıf ve verimsiz olduğu ileri yaşlılık dönemini Kur’an şöyle dile getirir: “Sizi Allah yarattı; sonra sizi vefat ettirecek. Daha önce bilgili iken hiçbir şey bilmez hale gelsin diye sizden bazı kimseler ömrünün en kötü çağına kadar yaşatılacak. Şüphesiz ki Allah bilgilidir, kudretlidir.”5
Erzel-i ömür, ömrün en düşkün dönemi demektir. Bu dönemde insan, daha önce bildiği şeyleri unutmakta, fiziksel ve zihinsel gücü zayıflamaktadır. İnsan ömründe, istediği şekilde tasarruf etme yetkisinin sadece onu yaratan Allah’a ait olduğuna bu ayette önemle işaret edilmiştir. Allah Teâlâ, dilediği insanlara bu dönemi yaşatacaktır.
Bir başka ayette insanın başlangıçta güçsüz olduğu, sonra ona kuvvet verildiği ve daha sonra tekrar güçsüzleştirildiği ifade edilmiştir. “Sizi güçsüz yaratan, sonra güçsüzlüğün ardından kuvvet veren ve sonra kuvvetin ardından güçsüzlük ve ihtiyarlık veren, Allah’tır. O, dilediğini yaratır. O, hakkıyla bilendir, üstün kudret sahibidir.”6 Kişinin kendi geçirdiği evreleri iyi bir incelemeye tabi tutması gerekir. İnsan, başlangıçta aşılanmış bir yumurta (zigot) olduğunu, birçok aşamadan geçtikten sonra güçlü dönemine eriştiğini ve hiç kimsenin dünya hayatında ebedî kalmayı başaramadığını düşünürse, bütün bunların varlık âlemine egemen olan üstün ve karşı konulamaz bir iradeden kaynaklandığını anlar.7
Her canlının hamli, doğumu, ömrü, ömrünün uzatılması Allah Teâlâ’nın bilgisi dâhilinde olmaktadır. “Allah sizi önce topraktan, sonra da az bir sudan (meniden) yarattı. Sonra sizi (erkekli dişili) çiftler yaptı. O’nun bilgisi olmadan hiçbir dişi ne gebe kalır ne de doğurur. Bir canlıya ömür verilmesi de, onun ömründen azaltılması da mutlaka bir kitaptadır. Şüphesiz bunlar, Allah’a kolaydır.”8 Bu ayette, ömür ile ilgili bütün tasarrufların Allah’a ait olduğu açıkça vurgulanmıştır.
Bu ayette bir taraftan Allah Teâlâ’nın yaratıcılık sıfatına değinilirken diğer taraftan da O’nun bütün yaratılmışlara ait ayrıntıların bilgisine sahip olduğu belirtilmektedir. Bir insanın ömrünün uzun veya kısa oluşu tesadüf yahut kendiliğinden olmuş değil, Allah’ın iradesine bağlıdır. Bu irade değişmemek üzere levh-ı mahfûzda yazılıdır. Bir canlının ömrünün uzatılması ve kısaltılması da günü, ayı ve senesine varıncaya kadar orada tespit edilmiştir.9
“Kıyametin ne zaman kopacağına ilişkin bilgi O’na havale edilir. Meyveler, tomurcuklarından ancak O’nun bilgisi altında çıkar, dişi ancak O’nun bilgisi altında hamile kalır ve doğurur…”10 Ayette bütün canlı varlıkların Allah’ın takdiri ve dilemesi ile ürün verdiği, hiçbir dişinin O’nun bilgisi olmadan hamile kalamayacağı, hamilelik sürecinin ve ardından doğum aşamasının, ilahî bir nizama tabi olduğu açıklanmıştır.
3- Kur’an’da Yaşlılık
Kur’ân’da yaşlılık, çeşitli kavramlarla ifade edilmiştir. Yaşlılık, ihtiyarlık anlamında zikredilen “eş-şeyhu” sözcüğü tekil olarak üç yerde,11 çoğul olarak da “eş-şüyûh” şeklinde bir yerde12 geçmektedir. “Eş-şeyhu” sözcüğü, yaşlılığın ortaya çıkması ve beyaz saçların görülmesi anlamındadır. Elli bir yaşından ömrün sonuna ya da 50 yaşından 80 yaşına kadarki devre, yaşlılık safhası olarak kabul edilmiştir.13 İlerideki bölümlerde çağımızda yapılan araştırmalar çerçevesinde yaş hadleri ile ilgili açıklamalara yer verilecektir.
İbrahim (a.s), Allah Teâlâ’ya niyazda bulunarak hayırlı bir evlat istedi.14 Allah, onun duasını kabul etti. Melekler insan suretinde İbrahim (a.s)’a gelip çocuk müjdesini verdiler.15 İbrahim (a.s)’ın hanımı, melekler tarafından verilen evlat müjdesini duyunca gülerek şöyle dedi: “Vay başıma gelenler! Ben bir kocakarı ve bu kocam da bir ihtiyar iken çocuk mu doğuracağım? Gerçekten bu, çok şaşılacak bir şey.”16
Ayette İbrahim (a.s)’ın hanımı olarak zikredilen kişinin, Sâre olduğu bilinmektedir. İbrahim (a.s)’ın hanımı, hem kendisinin, hem de kocasının ileri bir yaşta olduğunu “el-acûz, eş-şeyh” sözcükleri ile ifade etmiştir. Hangi yaşta oldukları kesin olarak bilinmemekle beraber, çeşitli tefsir kitaplarında o sıralarda Sâre’nin yaşının, doksan ya da doksan dokuz, İbrahim (as.)’ın ise, yüz veya yüz yirmi olduğu açıklanmıştır.17
Bir başka ayette, insanın yaratılış süreci anlatılırken, onun toprak, baba sulbü, nutfe, döllenme, dünyaya gelme ve olgunluk dönemlerine değinildikten sonra “eş-şüyûh” (yaşlılık) aşamasına18 işaret edilmiştir.
Yaşlılık, ihtiyarlık anlamına gelen bir başka kelime “el-kiberu” sözcüğüdür. Kur’an’da altı yerde geçen bu kelime19, büyüklük, yaşlılık dönemi ve gençliğin zıddı manalarına20 gelir. Bakara Sûresi 266. ayette, yaptıkları iyilikleri başa kakıp gönül yıkanların durumu anlatılmıştır. İçlerinden ırmaklar akan, hurma ve üzüm ağaçlarından oluşan bir bahçeye sahip olan bir kimsenin, himayeye muhtaç çocukları varken, ihtiyarlık gelip kendisine çatmıştır. Tam bu sırada ateşli bir kasırga ile bahçesi yanmıştır. Böyle bir durumu kim arzu eder? Bu hadisenin tasvir yapılırken bahçe sahibinin yaşlılık hali “el-kiberu” terimi ile anlatılmıştır.
İbrahim (a.s) ve Hz. Zekeriyya, yaşlılık dönemlerinde kendilerine çocuklar lütfedildiğinde Allah Teâlâ’ya minnettarlıklarını dile getirmiş ve hayretlerini bildirmişlerdir. Bu iki peygamber, ihtiyarlık hallerini “el-kiberu” sözcüğü ile ifade etmişlerdir.”21
Kur’an-ı Kerim’de yaşlılık anlamını içeren diğer bir sözcük “eş-şeybü” kelimesidir. Üç yerde geçen22 “eş-şeybü” sözcüğü, saçların ağarması demektir. İhtiyarlık çağına, saçların ağarma dönemine giren bir kimse için “el-meşîbü” tabiri kullanılır. Kadın, bu sıfatla vasıflandırılmaz.23 Şuarâ 171, Sâffât 135, Zâriyât 29. ayetlerinde geçen “el-acûz” sözcüğü de yaşlı kadın anlamına gelir.24
Kur’an’da, ihtiyarlık, yaşlılık ve güçsüzlük devresini çağrıştıran ve mecazî yönden onlara işaret eden kavram ve kelimeler de vardır. Zekeriyya (a.s)’ın yalvarışını dile getiren şu ayette bu açık bir şekilde görülmektedir. “Rabbim! Şüphesiz, kemiklerim gevşedi, saçım başım ağardı. Ve ben, Rabbim, sana (ettiğim) dua sayesinde hiç bedbaht olmadım.”25
Bu açıklamalar çerçevesinde düşünüldüğünde orta yaşlılık, ileri derecede yaşlılık, ne dediğini bilmeyecek derecede düşkünlük dönemlerini birçok insan, Allah’ın takdir ettiği şekilde yaşayacaktır. Bu durum, kaçınılmazdır. Bu gerçeği kabullenip her dönemin hakkını vermek, insan için hem bu dünyanın ihyası hem de âhirete hazırlık açısından büyük önem arz etmektedir. Yaşlanmayı zihnen ve psikolojik açıdan kabul etmeyenler rahata eremez.
4- Günümüz Verilerine Göre Yaşlılık
İnsan hayatının çocukluk, gençlik, yetişkinlik ve yaşlılık gibi devrelere ayrıldığı bilinmektedir. Farklı özellikler taşıyan bu evreleri birbirinden kesin çizgilerle ayırmak mümkün değildir. İlahî takdir gereği, bu safhaların hepsini yaşayanlar olduğu gibi, bir kısmını hatta bir dönemini yaşayanlar da vardır. Yaşlı, ömrünün son dönemine ulaşmış, yaşamsal fonksiyonlarının kapasiteleri azalmış ve çevre ile ilişkisi güçleşmeye başlamış bir kişi olarak görülür. Bunun sayısal yaş sınırını söylemek güçtür. Genel kural yaşlılığın altmış beş yaşında başladığı şeklindedir.26
Dünya ülkelerinde yaşlı nüfusun gitgide arttığı gözlemlenmektedir. Yapılan bir araştırmaya göre, 1950 yılında dünyada altmış yaşın üzerinde 200 milyon kişi yaşamaktayken, 2000 yılında bu sayı 600 milyonu bulmuştur. 2025 yılında ise 1 milyara ulaşacağı tahmin edilmektedir. Gelişmekte olan ülkelerde de yaşlı nüfus giderek artmaktadır. 2025 yılında tüm dünyadaki yaşlıların yaklaşık 2/3’ünün gelişmekte olan ülkelerde yaşayacağı tahmin edilmektedir.27
Bu tespitler, dünyamızda yaşlı sayısının hızlı bir şekilde arttığını ve bunun sosyal bir mesele haline geldiğini göstermektedir. Günümüzde yaşlılık, ya bir sorun gibi algılanmamakta ya da daha ağır ve acil problemlerin arasında fark edilse bile gereken ilgiyi hak etmemektedir. Fakat şu anda pek düşünülmeyen yaşlılık olgusu, ileriki yıllarda önemli gündem maddesi olmaya namzet gibi görülmektedir.
Gelişmiş ülkelerin çoğu emeklilik yaşı olan altmış beş yaşını, yaşlılığın başlangıcı olarak belirtmektedirler. Birleşmiş Milletler ise; yaşlanmayı kronolojik olarak 60 yaşından itibaren başlatmaktadır. Yetişkin insanları, kendi içinde yaşlarına göre gruplandırma ve alt sınıflara ayırma, giderek yaygınlaşmaktadır. Yaşlanmada kesin sınır olmamakla beraber birlikte ortalama sınırlar üzerinde birleşilmektedir: Orta yaş 45-59, yaşlılık 60-74, ihtiyarlık 75-89, ileri ihtiyarlık 90+. Bu sınıflandırmada yaşlılıkla beraber ihtiyarlık dönemi dikkat çekmektedir. Gelişmekte olan ülkelerde de yaşlı nüfus oranı giderek artmaktadır. Türkiye’de 60 yaş ve üstü 1950’de %3,3 iken, günümüzde %8’lere ulaşmıştır. Bu durum, ülke nüfusunun yaşlanmakta olduğunu göstermektedir.28
Araştırmalar, 50 yaş ve daha sonrası için zihnî fonksiyonların önemli derecede azaldığını gösteriyor. Dolayısıyla yaşlılık sınırı, bazı toplumlarda 50, bazılarında 60 ve bazı toplumlarda da daha ileri yaş olarak biliniyor. Tıp camiası genel olarak 50-65 yaş arasında kognitif (zihnî) fonksiyonların hızlı değişimini göz önüne alarak, 65 yaşı, yaşlanma için kabul edilebilir sınır olarak belirliyor.29
5- Yaşlılık Döneminin Önemi
Doğum ve ölüm gibi yaşlılık da ilahî kanunun bir gereğidir. Mü’min Sûresi, 67. ayette bu gerçek önemle vurgulanmıştır. Günümüzde birtakım estetik ameliyat ve tedaviler vücutta yüzeysel bir iyileştirme yapabiliyor olsa da bedendeki çöküşün ve ömür ağacının kurumasının önüne geçilememektedir. Peygamber Efendimiz, “Allah, ihtiyarlık hariç, her derdin devasını vermiştir”30 buyurarak insan için yaşlılığın kaçınılmaz olduğunu açıklamıştır.31
Yaşlılarımız, bizim hafızamız ve geçmişimizdir. Onlar, bizim bilgimiz, birikimimiz ve tecrübemizdir. Bugünümüzün inşasında onların katkısı ve emeği büyüktür. Bu sebeple, onların tecrübe ve birikimlerinden faydalanılmalıdır. Yaşlılar, geçmiş ile gelecek arasında bir köprüdür. Dinî ve ahlâkî değerlerimiz, kültürel mirasımız, gelenek ve göreneklerimiz onlar vasıtasıyla gelecek nesillere aktarılmaktadır.
Yaşlılar tecrübe sayesinde genel olarak bilgelik denilen daha iyi karar ve hüküm verme yetisini geliştirirler. İnsanlar olgunlaştıkça, yeni olaylar karşısında daha akılcı karar verirler. Bazı niteliklere, yaşı ilerlemiş insanlarda daha fazla rastlanır. Yine zaman, kişiyi daha farklı bir konuma getirir. Çünkü yaşlı birey, yıllarca birçok şeyi görmüş, birçok insanla tanışmış ve birçok tecrübeye sahip olmuştur. Yaşlıların, sosyal ilişkiler ve aile bağlarının devamı açısından da avantajlı yönleri vardır. Özellikle 60-65 yaşlarındaki kişilerin önemli derecede bir sosyal etkinliği ve liderlik fonksiyonu vardır.32
Yaşlılık döneminin kendine özgü şartları vardır. Bu gerçeği hemen hemen kabul etmeyen kimse yoktur. Toplumların ve milletlerin gelişmesini sağlayan çoğu faaliyetlerin icrası, yaşlıların, yaşlılık sınırı olarak tarif edilen dönemlerinde hayata geçirilmektedir. Önemli bilim adamlarının, din âlimlerinin, siyaset adamlarının, bu dönemin en gözde insanları olduğunu da görmemek mümkün değildir.
6- Kur’an’da Yaşlılara Hürmet
Kur’an’da doğrudan doğruya yaşlılara hürmeti ifade eden ayet yoktur. Ancak yaşlılara hürmeti, ana-babanın şahsına gösterilecek saygı hükmünden anlayabiliriz. Zira nesillerin çoğalmasında, ailenin oluşmasında temel faktör olarak ana-baba görülmektedir. Teselsülen ilk insandan beri Allah Teâlâ’nın nasip ettiği çoğu insan, ana-baba olmakta ve yaşlanmaktadır. Dolayısıyla yaşlıları, bir anlamda ana-baba temsil etmektedir. Bu yüzden öncelikle Kur’an’ın ana-baba hakkında ortaya koyduğu hükümler çerçevesinde konuyu açıklamak istiyoruz.
6a- Ana-Babaya Hürmet
Kur’an ve hadislerde insanın dünyaya gelmesine vesile olan ana-babasına karşı gayet saygılı, itaatkar, edepli ve minnettar olması üzerinde önemle durulmuştur. Onlar, Allah’ın hükümranlığına hizmet edecek halife ve nesiller yetiştirerek büyük fedakârlıkta bulunmaktadırlar. Bu öneminden dolayıdır ki, İslam dini, ana-baba ve çocukların birbirlerine karşı mesuliyetlerini detaylı olarak ele almıştır.
Bütün ilahî dinlerde ana-babaya saygı emredilmiştir. İsrailoğullarından alınan mîsak (söz) arasında ve sayılan on emir içerisinde ana-babaya ihsan edilmesi istenmiştir.”33 İnsanın yaratılmasına ve varlık âlemine gelmesine ana-baba sebep olmuştur. Ana-babayla iyi geçinmek, onlara tevazu göstermek, onların emirlerine boyun eğmek, öldükten sonra bağışlanmaları için dua yapmak ve dostlarını ziyaret etmek, ihsan cümlesindendir.34
Allah Teâlâ sadece kendisine kulluk edilmesini emrettikten sonra, evlatlardan ana-babalarına iyi davranmalarını, onlara tatlı ve güzel söz söylemelerini, onları azarlamamalarını, onlara karşı alçak gönüllü olmalarını ve onlara dua etmelerini kesin bir şekilde istemiştir.35 Çünkü onlar, vaktiyle çocukları için büyük fedakârlıklarda bulunmuş, onları, kendi canları gibi koruyarak yetiştirmişler ve ellerinden gelen cömertliği esirgememişlerdir.
Ana-baba kâfir bile olsalar, onlara ihsanda bulunmak, tazyik etmeden ve zorlamadan yumuşaklıkla onları imana davet etmek bir görev sayılmıştır. Ana-babanın, başka bir dine inanmaları ya da müşrik olmaları durumunda çocuklarını kendi dinlerine çağırmaları, Allah’ın zatına ortak koşmaları için zorlamaları, onları, İslam’dan uzaklaştırmaya çalışmaları ve Allah’ın yasak kıldığı fiilleri yaptırmaya özendirmeleri halinde onlara itaat edilmez. Bunların dışında çocukların ana-babalarına saygı göstermeleri ve itaatkâr davranmaları Kur’an’ın önemle tavsiye ettiği bir konudur.36
Müşrik olan ana-babaya yardım etmek ve ziyaretlerinde bulunmak, Hz. Peygamber’in tavsiyeleri arasında yer alır. Hz. Ebu Bekir’in kızı Esma’yı (r.a), daha henüz iman etmemiş olan annesi Kuteyle bir kısım hediyelerle Medine’ye ziyarete gelir. Esma (r.a), annesini karşılamakta ve hediyeleri kabul etmekte tereddüt gösterince, durum Hz. Peygamber’e sorulur.37 Bunun üzerine Allah Rasulü, Esma’ya annesine yardım etmesini emreder.38
Allah Teâlâ, Lokman Suresi 14. ve Ahkâf Suresi 15. ayetlerde insana, varlık âlemine gelmesine sebep olan ana-babasına teşekkür etmesini emretmiştir. Hz. Peygamber de, Allah Teâlâ’nın hoşnutluğunu kazanmanın, ana-babanın rızasının elde edilmesine bağlı olduğunu belirtmiştir.39 Ayrıca Hz. Peygamber, ana-babasına yetişip de onların rızasını elde edemeyen kimseyi uyarmıştır.40 Ana-babanın bedduasından kaçınmak ve onların hayır duasını almak da büyük önem taşır.41 Anneye-babaya özellikle ihtiyarladıkları zaman bakmak, yardım etmek, ihtiyaçlarını karşılamak suretiyle onların hoşnutluğunu kazanmak cennete girmenin bir yoludur.
Ana-babaya hayır duada bulunmak Kur’an’ın tavsiye ettiği mühim bir husustur.42 Ana-babaya, hayatta olsun veya olmasın dua etmek, onların iyiliğini, rahatını, dünya ve ahiret saadetini istemek, çocuğun yapacağı önemli ibadetler cümlesindendir. Allah Teâlâ, bütün evlatlardan, ahirette hesap verme gününde bağışlanmaları için ana-babalarına dua etmelerini istemektedir.43 Hz. Peygamber de, öldükten sonra evladın ana-babaya dua etmesini, onlara yapılan bir iyilik olarak açıklamıştır.44
Çağımızda özellikle aileler gittikçe daha fazla küçülmekte ve çocuklar aşırı bağımsız hale gelmeyi istemektedir. Bunun sonucunda anne-baba yaşlandıkça, kendilerini yalnızlık içerisinde hissetmekte ve çocuklarından maddi ve manevi destek görmemektedirler. Batı ülkelerinde birçok yaşlı, huzurevlerinde veya benzeri kurumlarda hayatlarını devam ettirmek zorundadırlar. Bu durum, Batı toplumlarında daha fazla yaygın iken, son tahlillere göre artık dünyanın çoğu yerinde görülmektedir. İslam dini, bu mesele ile daha temelden ilgilenmiş ve aile içerisinde yaşlıların konumunu belirlemiştir.
6b- Yaşlılara Saygı
İlahî takdirin bir gereği olarak insanlar zayıf, çaresiz bir halde doğarlar. Fani olan bu dünya ve onun içindeki bütün varlıklar zamanla aşındığı gibi, insan da yıpranarak sağlığını, güç ve kuvvetini yitirir. Gerçekte yaşlanan insan bedenidir, ruhu değildir. Bedenî zafiyetin yanında zihnî zafiyet de başlar.45 Her ne kadar insan, yaşlanınca bedenen çökse de, ruhu diridir, gençtir. İnsan ruhu, bedenen genç olduğu dönemdeki gibi etkili olmak, saygı görmek ister ve buna da layıktır. Yaşlılara saygılı davranmayı gerektiren hususlardan biri de bu olsa gerektir. Düşkünlük dönemine giren yaşlılarımıza hizmet etmek, saygılı davranmak görevimizdir. Aksi muamele büyük bir nankörlük olur.46
Hz. Peygamber, hayatlarının en düşkün çağında olan ve birçok şeyini geçen yılların derinliklerinde yitirmiş bulunan yaşlılara, hürmette kusur edilmemesini ümmetinden istemiştir.47 Yaşlılık döneminde insan, yorgunluk, yıpranmışlık ve çeşitli hastalıkların neticesinde güçsüzleşir, eskisi gibi çalışamaz hale gelir. Duygusallığın yaşandığı bu dönemde, yaşlıları üzecek ve onların kalbini kıracak şeylerden sakınmak, büyük önem taşımaktadır. “Zayıf ve düşkünlerinize dikkat ediniz. Çünkü siz onların sayesinde yardım görür ve rızıklandırılırsınız.”48 hadisinde belirtildiği gibi yaşlılar, ailenin, toplumun milletin ve insanlığın bereket kaynağıdır.
Hz. Peygamber, yaşlılara çok değer vermiş hatta o, yaşlıların güçsüzlüğünü ve düşkünlüğünü göz önüne alarak, namaz kıldıracak imamdan, kendisine uyan yaşlıları, çocukları düşünmesini istemiş ve kıraati uzun tutmamasını emretmiştir.49 Hz. Peygamber, yaşlılık çağında hizmet, hürmet ve ilgi beklemeyi isteyenlerin, ihtiyarlara saygıda kusur etmemesi gerekliliğine işaret etmiş ve özellikle bu konuda gençlerin dikkatini çekmiştir: “Herhangi bir genç, yaşından dolayı bir ihtiyara hürmet ederse, Allah Teâlâ da yaşlılığında ona hizmet edecek kimseler takdir eder.”50
Yaşlılıkta insan, ilgi ve sevgiye çocuklar kadar muhtaçtır. Çocukların yetişmesinde sevgi nasıl belirleyici bir role sahipse, yaşlılar da aynı şekilde sevgiyle, ilgiyle hayata tutunurlar. Hz. Peygamber’in yaşlılarla iletişimi bu konuda bizlere yol gösterici örneklerle doludur. Yaşlılara ikram edilmesinin sevap olduğunu belirten51 Hz. Peygamber, çevresindeki yaşlılara hürmet ve saygı göstermiş, onlara ikramda bulunmuştur.52 O, zaman zaman yaşlı sahâbîleri ziyaret etmiş, hatırlarını sormuş, hastalandıklarında yanlarına gitmiş, dua ederek onların gönüllerini almıştır.53
Hz. Peygamber’in yaşlılara gayet hürmetkâr davrandığını şu hadise önemle teyit etmektedir. Hz. Ebû Bekir, Mekke’nin fethedildiği gün, gayet yaşlı olan babası Ebû Kuhâfe’yi sırtında taşıyarak Müslüman olması için Peygamber (s.a.v)’in huzuruna getirir. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v), Hz. Ebû Bekir’e “Yaşlı babanı evde bıraksaydın da biz onun yanına gitseydik.”54 buyurur. Peygamber (s.a.v)’in yaşlıların ayağına gidecek kadar mütevazı, fedakâr ve merhametli olması, İslam dininin ve mensuplarının bu kesimi, neden himaye etmelerinin gerekliliğini anlatmaktadır.
Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Yukarıdaki anlatımlardan açıkça anlaşıldığı gibi gerek Kur’an-ı Kerim ve gerekse Hz. Peygamber’in sünnetinde yaşlılara saygı gösterilmesi, himaye altına alınması ve onlara sahip çıkılması istenmiştir. Yaşlıların, dinî, ilmî, ahlâkî, iktisadi, millî ve manevî bütün gelişmelerde büyük emekleri vardır. Onları yalnız başına, sevgi ve saygıdan mahrum bir şekilde bırakmak, hem dinî hem de insanî açıdan büyük bir nankörlüktür. Onun için Allah Teâlâ, ana-babaya ve onların şahsında bütün yaşlılara minnet borcumuzun olduğunu ve teşekkür edilmeye hak kazandıklarını bildirmiştir.55
6c- Yakın Akrabanın Nafakası
Nafaka, sözlükte çıkmak, gitmek, sarf etmek manalarını ifade eder. Bir insanın aile efradına sarf ve infak ettiği şeye denir. Fıkıh ıstılahına göre nafaka, yeme-içime, giyim-kuşam ve mesken ile bunlara tabi olan şeylerden ibarettir. Nafaka, örfen yalnız yeme için kullanılır. İnfak ise, nafaka vermek, bir malı bir mahalle sarf etmek demektir.56
İslam dini, yaşlıların korunması, bakılması ve onlara ilginin gösterilmesi hususunda çeşitli tedbirler almış ve düzenlemeler getirmiştir. Yaşlılık deyince ilk olarak akla, onların sosyal güvenliği gelir. Sosyal güvenlik müesseselerinin bulunmadığı dönemlerde, insanın ailesi bu vazifeyi görürdü. Aile içerisinde dayanışma ve yardımlaşma gayet kuvvetli idi. Bunların başında nafaka yükümlülüğü gelirdi. Baba çocuğuna, çocuk ana-babasına bakmakla yükümlüydü. Hatta ana-baba Müslüman olmasa bile, fakir olması durumunda nafaka hakkına sahipti. Fürû, ihtiyaç halinde usûlün (ana-baba, dede, nine) nafakasını temin etmekle mükelleftir.
Varlıklı olan bir kimse muhtaç olan ana ve babasının nafakasını vermekle yükümlü kılınmıştır. “…Anne ve babana öf bile deme…”57 âyeti, bu yükümlülüğün delili olarak kabul edilmiştir. Çocukların, ihtiyaç sahibi olan anne ve babalarının -çalışmaya güçleri yetse bile- nafakasını vermekle yükümlüdürler. “Kişinin yediği en helal kazanç kendi kazancıdır. Çocuğu da kendi kazancıdır. Bunun için, çocuklarınızın kazandıklarından yiyiniz.”58 hadisi de nafakanın meşruiyetine delil olarak getirilmiştir.
Şayet çocuklar, kız ve erkeklerden oluşuyor ve zengin iseler, ana-babalarının nafakasını eşit olarak karşılarlar. Bir başka görüşe göre ise, miras ilkesine kıyas edilerek kızlar bir, erkekler iki kat olarak nafaka verirler. Eğer çocuk ve ana-baba da fakir iseler, bu durumda çocuk, ana-babasının nafakası ile yükümlü değildir.
Bir kimse, yaşları küçük olan çocuklarının nafakalarını sağlamaya mecburdur. “Eğer (ayrıldığınız eşleriniz) sizin için çocuğu emzirirlerse onlara ücretlerini veriniz.”59 ayeti bu hükmün delili olarak kabul edilmiştir. Çocuk, babanın bir parçasıdır. Dolayısıyla çocuğun nafakası, kendi nafakası gibidir. Şayet baba fakir, anne zengin ise o taktirde çocuğun nafakasını temin etmekle anne yükümlü tutulur.
Hanefilere göre, bir kimse, aralarında evlenme yasağı bulunan yakın akrabasından müteşekkil küçük çocukların, kadınların, muhtaç yatalak erkeklerin nafakalarını sağlamak mecburiyetindedir. İmamı Şafi’ye göre, bir kimse ana-baba ve çocuklarından başkalarına nafaka vermekle mükellef değildir.60
İslam fıkhı çerçevesinde ana-babanın ve yakın akrabanın bakımının kimler tarafından ve nasıl yapılacağı açık bir şekilde ortaya konulmuş, bu hususta taksiratı olanlar uyarılmış hatta çeşitli müeyyideler uygulanmıştır. İslam tarihi boyunca merî kanunlarda bu konunun ehemmiyetine istinaden önemli tedbirler alınmıştır. Yakın tarihimizde Osmanlı döneminde verilen bir mahkeme kararı, bu meselenin hem önemini hem de sosyal yönünü göstermesi bakımından dikkate şayandır.
Üsküdar Hamza Fakih Mahallesinde oturan Adile Hanım, kocasının olmadığını, aylık kırk yedi buçuk kuruş maaş aldığını, bu miktarın nafakasına ve giyimine yetmediğini, Hüsniye ve Nuber adlarındaki kızlarının her birinin zengin olduğunu, üzerlerine düşen nafaka miktarını kendisine vermediklerini, onlardan nafaka talep ettiğini içeren bir dava açmıştır. Bunun üzerine Adile Hanım’ın kızları da annelerinin zengin olduğunu iddia ederek nafaka vermeyeceklerini belirtmişler, annelerinin kendi evlerinde kalabileceğini ifade etmişlerdir. Bunun üzerine mahkeme, Hamza Fakih ve Gülfem Hatun Mahallesi imamını, muhtarını, Ahmed Çelebi Mahallesi müezzinini durumu araştırmakla görevlendirmiş, yapılan incelemede kızların zengin oldukları tespit edilmiştir. Şahitlerin şahadeti ve Adile Hanım’ın kızlarının annelerinin zengin olduğuna dair delil getirememesi üzerine mahkeme, kızlardan her birini, annelerine her ay yirmi kuruş vermek üzere toplam kırk kuruş nafaka ile yükümlü tutmuştur. Ayrıca mahkeme, kızlarının evlerine annenin gelme mecburiyetinin olmadığına karar vermiştir (1318 Hicrî).61
Görüldüğü gibi annelerine bakmak istemeyen ve nafaka vermeyi reddeden kızların durumu önce araştırılmış, annenin iddia ettiği zenginlik durumları sorgulanmış ve neticede annenin lehine karar verilerek kızlar nafaka vermekle yükümlü tutulmuştur.
7- Huzurevi
Huzurevi: Bakıma muhtaç yaşlı kişilerin; belli bir ücret karşılığında bakılıp korunduğu, sosyal ve psikolojik ihtiyaçlarının karşılandığı özel veya yarı resmî kuruluş62 şeklinde tarif edilmektedir. Bu kısımda; tarihî süreç içerisinde huzurevi uygulaması var mıdır? Varsa ne şekilde olmuştur? Müslümanlar buna ihtiyaç duymuş mudur? Zengin bir vakıf kültürüne ve mirasına sahip olan Müslüman toplumlarda çeşitli vakıf müesseseleri arasında huzurevleri bulunmakta mıdır? gibi sorulara yanıt aranacaktır. Bu değerlendirmelerin sonunda “Huzurevinin İslâm Dinindeki Yeri Nedir?” konusu üzerinde durulacaktır.
7a- Asr-ı Saadet
7aa- Suffa Örneği:
Hz. Peygamber, hicretten sonra Medine’ye varışını müteakip günlük namazların içinde kılınması, İslamî eğitim ve öğretimin icra edilebilmesi için bir bina inşa etmeye karar verdi. Bu iş için elverişli bir arsa satın aldı ve üzerini düzelttirip burada tuğladan bir yapı inşasına girişti. Peygamber (s.a.v), bu inşaatta sadece alelâde bir işçi gibi çalışmakla kalmadı, aynı zamanda bir mimar-mühendis olarak da yeterliliğini ispat etti. Bu yapının kıble yönüne doğru oturtulmasında, tayin ve tespit işini bizzat yapan o olmuştur.
Bugün Mescid-i Nebevî olarak adlandırılan bu camide birbirinden ayrı üç mekan vardı. Birincisi, namaz kılınması için geniş bir boşluk. İkincisi, Suffa yahut Zulla (üstü örtülü yer, gölgelik) denen ve okul ihtiyaçları için kullanılan mahal. Üçüncüsü, Resûlüllâh (s.a.v)’in zevcelerine tahsis olunmuş birkaç odadan ibaret ayrı bir kısım.63
Suffa, ilk İslam üniversitesidir. Bizzat Resûlüllah (s.a.v) burada dersler veriyordu. Medine’de yatıp kalkacak bir evi bulunmayanlar için Suffa, aynı zamanda geceleri bir yurt-yatakhane olarak da kullanılmaktaydı. Yine burada, İslam’ın temel esaslarının neler olduğunu öğrenmek üzere dışarıdan gelen yabancılar da kalmaktaydı. Bu gibi kimseler, kendi yurtlarına dönmeden önce burada bir müddet kalırlardı. Bir seferinde burada 80 kadar Temîm kabilesine mensup yabancı barındırılmıştı. Medineli cömert insan Sa’d b. Ubâde, 80 talebenin yiyecek ve içeceğini temin etmekteydi. Öyle bir zaman geldi ki Suffa’da okuyan talebelerin sayısı 400’e kadar yükseldi. Muhtemelen bu sayıya yerli ve yabancı talebeler dahildir. Resûlüllah (s.a.v), Suffa’da kalan ve su taşımak, odun kesmek vs. suretiyle hayatlarını kazanan bu yabancı talebelerin ihtiyaçlarını gidermek üzere Medinelilerin sahavet ve iyilikseverlik duygularına hitap ediyordu.
Suffa’daki talebeler, mübelliğ-muallimler, iman taşıyıcıları olarak Arap Yarımadası’nın dört bir köşesinde vazife görmek üzere kendilerini yetiştirip hazırlıyorlardı. Suffa’da toplanan talebeler, esas itibariyle Kur’an-ı Kerim öğrenimi ile meşgul oluyorlardı ki, bunlara aynı zamanda “Kârî” denmesi bu yüzdendir. Hz. Peygamber zamanla buradaki yığılmayı önlemek için, çeşitli mahallelerde ilkokul ya da hazırlık okulları diyebileceğimiz birçok okul açtırmıştır.64
Görüldüğü gibi, Suffa, daha ziyade eğitim-öğretim amaçlı kullanılmıştır. Burada yetişen Kur’an muallimleri çeşitli yerlere öğretmen olarak atanmışlardır. Evi-meskeni olmayanlar, Suffa’da kalmışlar ve Medine’ye İslam dinini kabul etmek ve esaslarını öğrenmek için gelenler de burada misafir edilmişlerdir. Diğer taraftan Suffa’da kalanların çoğu çeşitli şekillerde hayatlarını kazanmanın gayreti içerisinde olmuşlardır. Bu durum, Suffa’da kalanların, fiziki kuvvete haiz ve sağlığı yerinde olan kimseler olduğunu göstermektedir. Suffa, her şeyden önce bir yaşlılar yurdu değildir. Suffa’da kalanların kimi, Mekke’den Medine’ye hicret eden yiyecek,65 yatacak ve barınacak yerleri olmayan fakirlerden,66 yoksullardan67 oluşmuş, kimi de kendini ilme vakfetmiş yerli ve taşradan gelen öğrencilerden meydana gelmiştir. Bu sebeple, Suffa’yı günümüzün kültürü, algısı ve ahlâkî yapısına paralel olarak gelişen huzurevleri ile mukayese etmek doğru değildir.
Kimi araştırmacıların “Suffa uygulaması, günümüzde hayli yaygınlaşan huzurevlerinin, güçsüzler yurtlarının, bakımevlerinin güzel bir örneğidir”68 şeklinde yaptığı değerlendirmeler, Suffa’nın kuruluş amacı ile örtüşmemektedir. Zira Suffa, her şeyden önce, hem ilim öğrenmeye kendini adayanların tahsil gördüğü bir eğitim müessesesi olarak işlevini sürdürmüş, hem de bunların barındığı bir yurt vazifesi görmüştür.
7ab- Tarihî Süreçte Huzurevi Örneği
Müslümanlar tarih boyunca Kur’an69 ve hadislerin70 teşvik ve tavsiyeleri ile vakıflarda bulunmuş, vakıf inşa etmiş ve hayrî hizmetlerde yarışmışlardır. Vakıf eserleri sayesinde nice ihtiyaç sahibi insanlar sevindirilmiş, barındırılmış, doyurulmuş, tedavi edilmiş, eğitilmiş ve kısaca insan olma şerefinin hazzını yaşamışlardır. Temelinde insanî düşünce ve duyguların en üstünü olan sevgi, şefkat, merhamet, yardımlaşma ve dayanışma gibi ulvî duyguların yer aldığı vakıf müesseseleri, günümüzde devam eden en eski ve en gözde sosyal kuruluşlarımızdan birisidir.
Asr-ı Saâdetten günümüze kadar kurduğu vakıflar, siyasî, sosyal, ekonomik ve kültürel açıdan toplumun ihtiyaç duyduğu her alanda hizmet yapmıştır. Yol, kaldırım, köprü, aşevi, konukevi, su kanalları, kitaplık, çeşme, sebiller, mezarlık, spor sahaları, hastaneler, hamamlar, şifa haneler vs. gibi kamu hizmetlerini deruhte etmişlerdir. Vakıflar, öksüz kızlara çeyiz temini, borçları yüzünden hapis olanların borçlarının ödenmesi, müflis olarak hapsedilenlerin tahliyesi, köy ahalisinin ihtiyarlarına elbise verilmesi, yetimlere, dul kadınlara, muhtaçlara yardım edilmesi, çocukların baharda açık havada gezdirilmesi, okul öğrencilerine gıda, elbise, öğretim malzemesi ve gezi gideri tahsisi, yoksul çocuklar ile dullara ve yoksul yaşlılara elbise ve zahire verilmesi, yoksul ve kimsesizlerin cenazelerinin kaldırılması, bayramlarda çocukların ve yoksulların sevindirilmesi, hayvanlara gıda ve su verilmesi gibi hizmetler yapmışlardır.71
Akla gelebilen her sahada vakıflar kurulmuş, âdeta sosyal ve bireysel hayatta boşluk bırakılmamıştır. Her devrin kültür, anlayış ve ihtiyaç olgusuna göre gelişen vakıf eserlerinde statü olarak günümüzde rastlanan huzurevi ve benzerlerine hemen hemen rastlanmamaktadır. Aşağıda bunun sebepleri üzerinde durulacaktır.
Eski Türklerde Hakan, Sultan ve Bey’in görevi, halkı memnun etmek ve onlara iyi bir hayat temin etmektir. Destanlarımızda açları doyurmak, çıplakları giydirmek, borçluları borçlarından kurtarmak erdemli faaliyetlerden sayılmaktadır. Türk hükümdarları, hüküm sürdürdükleri bölgelerde birçok hastane, imarethane ve kervansaray yaptırmışlardır.
Dikkati çeken önemli bir nokta, Türk toplumunda bugünkü anlamda yaşlı bakımevlerine benzer ya da huzurevleri diyebileceğimiz kurumların fazla yaygın olmayışıdır. Eski Türk sosyal yapısında huzurevlerine benzer kurumların az oluşu yadırganmamalıdır. Çünkü o günün toplum yapısında bu tür kuruluşlara gerek duyulmamıştır. Her aile ve yakın akraba çevresi kendi yaşlısına bakmak durumundaydı. Çünkü o günün anlayışında insanlar, yaşlısına sahip çıkmayı zorunlu hissediyordu. Bu tür tutum ve davranışlarda sağlam Türk aile yapısının önemli rolü olduğu söylenebilir.72
Bazı Türk devlet adamları dönemlerinde çocuklara, dullara ve yaşlılara bakım için bugünkü anlamda huzurevlerine benzemese bile kayda değer kuruluşlara rastlanmaktadır. Türk tarihinde özellikle Anadolu Selçukluları’yla kurumsallaşmaya başlayan vakıflar, Osmanlı döneminde olgunluğa ulaşmış ve sayıları on binlerle ifade edilir duruma gelmiştir. Bu tür sosyal yardımlaşma ve dayanışmanın geliştiği Türk toplumunda huzurevi statüsündeki kurumlara fazla ihtiyaç duyulmamıştır.73
Kur’an ve hadislerin ana-babaya karşı gösterilmesi gereken itaat ve saygı ilkeleri doğrultusunda Müslüman-Türk ailesinde ebevyne büyük saygı duyulur. Yine bu sebepledir ki, günümüz dünyasında, yaşlanan anne ve babaların bakımı için yapılan ve adına “huzurevi” denilen bir müesseseye pek ihtiyaç hissedilmemiştir.74
Kur’an’ın anne-babaya itaat etme, iyilik yapma ve güzel muamele emri75, Osmanlı toplumunda büyük bir yankı bulmuştur. İstanbul’da İsveç Büyükelçisi olarak çalışan ve Osmanlı toplumunu iyi tanıyan D’Ohsson (1740-1807), ana-babaya ve yaşlılara karşı nasıl davranıldığını şöyle anlatır: “Hangi halde ve hangi seviyede olursa olsun çocuklar, hiçbir zaman ana-babaya karşı hürmette kusur etmezler. Tabiatın emrettiği, aklın gerektirdiği bu davranış, üstelik Kur’an tarafından da şu ayetlerle takviye edilmiştir: “Allah, ana-babanıza hürmet etmenizi, onları sevmenizi, onlara faydalı olmanızı emreder. Onları hor görmekten sakının, onlara kötü söylemekten sakının. Ana-babanızla konuşurken daima hürmetkâr olun. Onlara karşı müşfik olun ve onların sözünden dışarı çıkmayın.” Bütün bunların sonucu olarak bir çocuk, babasının karşısına çıktığı zaman ellerini göğsünün üstüne kavuşturmuş ve gözlerini yere indirmiş durumda bulunur. İzin verilmedikçe hiçbir zaman babasının karşısında oturmaz. En seçkin aileler de dahil olmak üzere, birçok ailede baba sokağa çıkacağı zaman çocuklar, yaşları ve mevkileri ne olursa olsun, mutlaka biri sağında, biri solunda kollarıyla ona destek olarak avlunun kapısına kadar gidip orada ata binmesine yardım ederler. Aynı şekilde eve dönüşte de yine onu karşılamaya koşar ve aynı vazifeleri tekrarlarlar.”76
Görüldüğü gibi Kur’an’ın emri ve Peygamber (s.a.v)’in tavsiyeleri ışığında, İslam toplumunda ana-baba ve yaşlılara karşı derin bir saygı ve sevgi oluşmuştur. İbadet ruhu ile şekillenen bu kültürün neticesinde ana-baba ve yaşlılar, hak ettikleri muameleyi görmüş ve yaşlanmanın getirdiği problemleri bu sayede asgari dereceye indirmişlerdir. Tabii ki, böyle bir toplumda huzurevinin yaygınlaşması düşünülemez ya da böyle bir ihtiyaçtan söz edilemez.
Bir başka anlatımda Müslüman Türklerin ana-babaya ve yaşlılara gösterdiği saygıdan ve onları ziyaretten sitayişle bahsedilir. Boğdan Beyi Dimitrius Cantimir’in “Histoire de l’Empire Otoman” ismiyle Fransızca’ya tercüme edilen meşhur eserinde bu konu şöyle anlatır: “Türkler, uzun bir gaybubetten sonra eğer maddî imkanları varsa babalarını veyahut vatanlarını ziyâret etmek üzere sılaya gitmekle şer’an mükelleftirler. Bu hususun ihmali Allah’ın emrine itaatsizlik sayılır. Bir darb-ı mesele göre müsait zamanda sıla için vatanıyla ana-babasını ziyarete gitmek, hac için Mekke’ye gitmek kadar mühim bir vazife sayılmıştır.”77
İngiltere’nin İstanbul sefirlerinden Sir James Porter de Türklerin aile yapısı hakkında şu değerlendirmeyi yapar: “Türklerde baba sevgisi çok kuvvetlidir; onun için çocuklarda sonsuz bir itaat ve inkiyâd ile beraber evlatlık vazifeleriyle alakadar olabilecek her şeye karşı sarsılmaz bir bağlılık görülür. Bu terbiye tarzının neticesi olarak Türklerde büyüklerine karşı son derece saygı ve yaşları ilerledikçe ihtiyarlara karşı büyük bir hürmet hasıl olmaktadır.”78
Yabancıların müşahedeleri ile dile getirilen bu misallerde görüldüğü gibi, Kur’an ve hadis merkezli bir aile ve toplum yapısından söz edilmektedir. Kur’an ve hadislerde altı çizilen prensipler doğrultusunda ana-baba ve yaşlılara karşı gösterilen yaklaşım ve davranış modellerinin neticesinde, bugün ortaya çıkan tabloda görüldüğü gibi, huzurevi şeklinde müesseseler vücut bulmamıştır.
7ac- Dârülaceze Örneği
Yoksullar yurdu, düşkünlerin kaldığı-barındığı yer, korunmaya muhtaç olanların toplanıp kaldığı mekan, anlamlarını içeren “dârülaceze”nin, işlevsel açıdan tarihin çeşitli dönemlerinde değişik adlarla da olsa, bir müessese olarak hizmet verdiği bilinmektedir. Ancak İslam toplumlarında özellikle “dârülaceze” nin Osmanlı döneminde kurulmuş ve geliştirilmiş olduğu görülür.
Dârülaceze’nin kuruluşu, Süreyya Paşa’nın, II. Sultan Abdulhamid’in, bu konudaki iradesini ve fermanını Kâmil Paşa’ya bildiren bir yazısı ile başlar. Hicrî takvim ile 8 Şaban 1307 ve miladî takvim ile 30 Mart 1890 tarihli yazının resmî bazı tabirler ve padişah hakkındaki klişe ifadeler kullanılarak bugünkü dilimize çevrilmiş sureti şöyledir:
“Geçimini sağlamak için sokaklarda dilenmekte olan ve kimsesiz bulunan çocuklarla hasta, sakat erkek ve kadınların dilenme zilletinden, horluğundan kurtarılarak vücutlarının dayanabileceği ve yapabileceği ölçüde çalışarak kendi işleri ile geçinebilmelerini sağlamak ve bunlardan işe güce yaramayanların da beslenip barındırılması ve kimsesiz çocukların eğitim ve terbiyesi için bir yer ayrılması ve bunun için de İstanbul’un ne tarafında, ne plan ve resimde ve ne büyüklükte bina yapmak ve tahsisat olarak nelerden ne miktar şey arayıp vermek lazım geleceği ve sair teferruat Şûrây-ı Devletçe hemen konuşularak ve o konuda süratle bir de nizamnâme yazılarak kendisine arz edilmesini padişahımız irade buyurmuşlardır.”79
Süreyya Paşa’nın bu yazısında, müessesenin adı “Dârulaceze” olarak geçmemiştir. Bu tezkireden bir hafta kadar sonra, kurulacak müessesenin adı “Dârülaceze” diye kaydedilmiştir. II. Abdülhamit, 7 Nisan 1890 tarihinde fermanını imzalamış ve 13 Nisan 1890 tarihli bir resmi tebliğ ile yayınlanmıştır. Dârülaceze’nin temeli ancak 12 Ekim 1894 yılında atılmış, inşaat üç buçuk yıl sürmüştür. Açılış töreni ise 12 Şubat 1897 Pazar günü yapılmıştır.80
Darülaceze’ye kimlerin alınacağına dair maddelerden oluşan bir nizamnâme yazılmış, maddelerinin arasına kurulacak olan hayır müessesesi için gerekli gelir kaynakları, kurulduktan sonra da masraflarının ne suretle karşılanacağı belirtilmiştir. Nizamnâmenin belli başlı maddeleri şöyle özetlenebilir:
1-Kimsesi bulunmayan alîl (hasta) ve sakat erkekler. 2-Kimsesi bulunmayan alîl ve sakat kadınlar. 3-Kimsesiz erkek çocuklar. 4-Kimsesiz kız çocuklar ve bunlar için ayrı ayrı dairelerin inşası. 5-Bunlardan hastalıklı olanların tedâvileri için Dârülaceze’de bir hastanenin bulunması zarureti. 6-Çocuklar Dârülaceze’de ilelebet kalmayacaklarına göre, tâlim ve terbiye kabul edenlerin her sene Tophâne Sanayi Alayları’na verilmesi ve sâir münasip yerlere yerleştirilmesi. 7-Dârülaceze’ye alınacaklarda milliyet ve mezhep gözetilmemesi. 8- Dârülaceze idaresinin Şehremâneti’nin nezareti altında çalışacak heyete tevdi ve heyetin reis ve azalarının fahrî olması. 9-İmâretlerde fukarâya verilen yemeklerden Dârülaceze’ye de verilmesi. 10-Kimsesiz oldukları halde Dârülaceze’ye müracaat etmeyenler ve dilenmeye devam edeceklerin hapisle tecziyesi. 11-Bunlardan taşrada olanların memleketlerine teb’îdi (uzaklaştırılması).81
Şûray-ı Devlet (Danıştay) Tanzîmat Dairesi, kabineye (hükümete), dilencilik denilen kötü alışkanlıkların çok genişlediğini, kesin olarak bunun yasaklanmasını, sokaklara terk edilmiş kimsesiz çocukların cehl içinde her türlü kötülükleri yapabilecek hale geldiğini, bilhassa o kimsesiz çocukların korunarak beslenmesi, bakılması, talim ve terbiyesinin büyük bir hayır işi olacağını bildiren bir mütalaa yazısı göndermiştir.82
Görüldüğü gibi en başta Dârülaceze’ye kabul şartları arasında “kimsesiz” kavramı geçmektedir. Sahibi bulunmayan ve akrabası olmayan düşkünler, yoksullar, hasta ve sakatların dilenme zilletinden kurtulması ön planda tutulmuş, onların rehabilitasyonu, eğitimi ve öğretimi hedeflenmiştir. Gördükleri hizmet açısından huzurevlerine benzer bir uygulama görülse de yapısal olarak, Dârülaceze’nin farklı olduğu anlaşılmaktadır. Bu durum, Osmanlı döneminde zengin vakıf müesseselerinin ve hayrî hizmet kurumlarının yanında Dârülaceze ve benzerî yapılanmaların olduğunu göstermekle birlikte huzurevi şeklinde bir teşkilatlanmanın olmadığını da ortaya koymaktadır. Aynı zamanda bu uygulama, Osmanlı dönemindeki Müslüman toplumun, Kur’an ve hadis merkezli bir inanış ve bakış açısıyla ana-baba ve yaşlılara verdiği değere işaret etmekte, aile ortamı içerisinde yaşlıların ibadet olgusu ile bakıldığını ve barındırıldığını da gözlemleme fırsatı vermektedir. Dârülaceze’nin kuruluş felsefesine uygun olarak din ve milliyet farkı gözetilmeksizin insanların kabul edilmesi, Kur’an’ın, insana verdiği değerin bir uygulamasıdır.
Dârülaceze müessesesinin, 1877 Osmanlı-Rus savaşına dayandığı da belirtilmiştir. Savaşta alınan ağır yenilginin ardından Osmanlı topraklarının büyük bir kısmı kaybedilmiştir. Yaklaşık 400 bin kişinin göç ettiği İstanbul’da sosyal hayat tamamen bozulmuş, sokaklar hasta ve yoksul insanlarla dolarak şehir genelinde bir hayat sıkıntısı başladığından dolayı Sultan II. Abdülhamit Han, sosyal hayattaki bu bozulmaları önlemek için Dârülaceze müessesesinin kurulması çalışmalarını başlatma kararı almıştır.83
7b- Huzurevlerinin Oluşumunu Hazırlayan Ahlaki ve Sosyal Sebepler
Huzurevlerinin yaygınlaşmasında öne çıkan âmillerden biri belki de en önemlisi, ahlâk ve maneviyat alanında yaşanan gelişmeler ve buhranlardır. Tarihin kaydettiği en ileri teknik ve medenî refaha rağmen ahlâkî ve sosyal alanda ortaya çıkan ciddî tahribatlar ve aşınmalar neticesinde, toplumda, egoist ve çıkarcı bir zihniyet hâkim olmuştur. İnancın ve ilmin rehberliğinde inşa edilen medeniyetlerin kurulmasında, temel unsur olan madde-ruh muvazenesi, ruhun aleyhine bozulmuş, insanlık maddenin esaretine düşerek mânevî cihetten neredeyse sefalete sürüklenir hale gelmiştir.
Hayrî duyguların yerini hırs ve menfaat unsurlarının alması, insanları birbirine karşı yabancılaştırmıştır. “Rabbin hoşnutluğu, ana-babanın hoşnutluğuna bağlıdır” “Büyüklerimize saygı göstermeyen, bizden değildir” mefkûresi ile yetişenler, daima güçsüzlerin himayesini bir ibadet anlayışı ile üstlenmişlerdir. Söz konusu erdemlerin toplumda giderek azalması, ahlâkî tefessüh ile birlikte çeşitli müesseselerin zuhuruna zemin hazırlamıştır. Huzurevlerinin kurulmasının ve çoğalmasının nedenlerini, bu çerçevede değerlendirmek mümkündür.
Şehirleşme, sanayileşme ve çekirdek ailenin yaygınlaşmasıyla birlikte, geleneksel değer ve normların giderek zayıflaması, insanların daha çok ferdiyetçi kişilik kazanmaları, çıkarcı ve maddeci zihniyetin öne çıkması, yaşlıların aile dışına itilmesine ve bakıma muhtaç hâle gelmesine neden olan önemli faktörler olarak sayılabilir.84
Geniş ailede çeşitli kuşaklar birlikte oturur. Bu aile, bir aile reisinin başkanlığında eş, çocuk, torun, gelin, damat, amca, dayı, hala ve teyzelerden oluşmaktadır. Dar ve çekirdek aile, karı-koca ve evlenmemiş çocuklardan meydana gelen ve geniş aile sisteminin parçalanmasından oluşan bir aile tipidir. Bu, özellikle sanayi toplumlarında ve şehir hayatında görülen aile şeklidir.85 Görüldüğü gibi, geleneksel kültürde yaşlı bireyler, ailenin diğer üyeleri ile birlikte yaşamaktadır. Modern toplum diye nitelenen günümüzde ise yaşlılar, ailenin dışında kalmaya mahkûm edilmiş, yalnızlığa terk edilmiş, hatta bazıları çeşitli kurumlarda korunmaya ve barındırılmaya bırakılmıştır. Maddi değerlere fazla düşkün olan ve onu önceleyen modern toplumun, kendine has ürettiği kurumlar vardır. Bu kurumlar da her ne kadar yaşlılara ve düşkünlere istenilen bakım yapılsa da, onların gönülleri feth edilememektedir. Zira onlar, sevgiyi ve saygıyı paylaştıkları aile kurumundan ve akraba çevresinden uzaklaştırılmış ve bir bakıma izole edilmişlerdir.
Batı toplumunun maddi anlamda refah toplumu haline gelmesiyle birlikte, bireyler iç sıkıntılar yaşamaya maruz kaldı. Modern araçlara sahip olmayanlar normal görünmemeye başladı. Geri kalmışlık psikolojisi, onları sahip olmaya, daha çok sahip olmaya yöneltti. İnsanlar var olmayı, sahip olmada aradılar. Madde merkezli bir hayat düzeni doğdu. Anlamlar dünyası yok oldu. İnsanlar toplum içinde var olmaktan, kendi içinde var oldular. Madde ile çevrili bir dünyada manevî tatminsizlikler, insanı bunalıma ve buhranlara sevk etti.86
Batı toplumlarında modernleşme akımından en fazla zarar gören aile kurumu oldu. Ailenin, birleştirici ve koruyucu niteliği günden güne azaldı. Birey odaklı bir hayat tarzı gelişti. Ana-babadan ve yaşlılardan bağımsız bir neslin varlığı modernleşme ile birlikte hız kazandı. Yaşlılar yalnızlığa terk edildi. Kendi kendine yetemeyen ve yaşamak için başkalarının desteğine ihtiyaç duyan yaşlılar, problem haline geldi. Bu gelişmelere paralel olarak yaşlıları koruyacak ve bakacak resmi ve gayri resmi kurumlar oluşturulmaya başlandı. Bu çerçevede düşünüldüğünde huzurevleri ve benzeri kurumların, menşe itibariyle Batı ile ciddi anlamda bağı olduğu söylenebilir. Türk toplumu Batı’ya yönelişinden sonra, Batı’da gerçekleşen sosyal değişim sürecinin etkisinde kaldı. Hayat tarzında önemli kırılmalar yaşanmaya başlandı. Ahlâkî ve hukukî yönden sosyal alanda ciddî şekilde dönüşümler görüldü. Bunun neticesinde Batı’da kurulan müesseselere benzer oluşumlar ortaya çıktı. Huzurevi adı altında gerçekleşen yapılanmalar, bunun tipik örnekleridir. İslam toplumunun inanç, ahlâk ve kültürel sisteminde evladı, yakın akrabası ve nafakasını temin edecek kimselerin varlığı durumunda hiçbir yaşlı huzurevinde kalmaya mahkûm edilmemiştir. Ancak bugünkü şartlar, huzurevi olgusunu gündeme taşımıştır ve ileri doğru bu gibi kurumların artarak gelişeceği tahmin edilmektedir.
7c- Huzurevinin Dindeki Yeri
Sosyal, kültürel ve ekonomik gelişmelerin aile yapısını derinden etkilediği bir gerçektir. Köylerden kentlere yoğun bir göç hareketinin yaşandığı günümüzde, aile yapısında önemli değişimler yaşanmaktadır. Geniş aileden çekirdek aileye geçiş hatta tek evbeveynli ailelerin giderek çoğalması, kadınların aktif olarak çalışma hayatına atılması, ticarî seyahatler, mimâride daha ziyade çekirdek aileye yönelik konutların inşası gibi birçok gelişmenin, yaşlıların aile içerisindeki statüsünü alabildiğine zayıflattığı, giderek yaşlıların aile ortamlarında barındırılmasının güçleştiği öne sürülmekte ve ileriki yıllarda sürekli artan yaşlı nüfusun barınma, beslenme ve bakımı gibi sorunların ciddi manada problem teşkil edeceği belirtilmektedir. Sonuç olarak da devamlı yaşlıların aleyhine gelişen söz konusu değişimler karşısında, onlara yönelik beslenme bakım, barındırma, koruma gibi sosyal hizmetlerin geliştirilmesi, huzurevleri, dârulaceze ve benzeri müesseselerin artırılması gündeme gelmektedir.
İlk bakışta bu tespitlere hemen hemen itiraz edilmemekte, yaşlıların gözetilmesi ve onlara gereken ihtimamın gösterilmesi konusunda genel bir ittifak oluşmaktadır. Ancak madalyonun diğer tarafının da hesaba katılması bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır. Yaşlıları, ailenin sıcak atmosferinden kopararak bir bakım müessesesine yerleştirmek, onların gönül dünyalarında psikolojik ve fizyolojik yapılarında büyük değişikliklere ve yıkımlara sebep olduğu bilinmektedir. Diğer taraftan çeşitli zorluklar içerisinde olsa bile yaşlı insan, hayatını aile ortamında çocuklarıyla, torunlarıyla, yakın çevresi ile ve alışık olduğu yerde geçirmeyi ister. Barınma yurtlarında, huzurevlerinde yaşlılar için sosyal şartlar, yaşama standardı her ne kadar daha iyi olsa da, onların, genellikle yaşayıp büyüdükleri ve hayatlarını geçirdikleri mekanları, yeni ortamlara tercih ettikleri görülür. İstanbul’un Zeytinburnu İlçesindeki bir huzurevinde kalan sadece birkaç kişinin izlenimleri, yukarıdaki tespitleri doğrulamaktadır:
“Huzur evinde her şeyimiz karşılanmaktadır. Üç öğün yemek yemekteyiz. Çamaşırlarımız yıkanmakta, ütülenmekte, dolaplarımıza koyulmaktadır. Maddî açıdan hiçbir sıkıntımız yoktur. Ama içimizde bir ukde devam etmektedir. Beynimizde, kalbimizde hep bu ukde canlılığını korumaktadır. Ben isterim ki, ailemin, çocuklarımın, torunlarımın yanında olayım. Aile ortamında hayatımı sürdüreyim. Ama mümkün olmuyor. Huzurevinde, huzursuz yaşıyoruz. İçimiz hiç rahat değil. Ailelerimizi eğitemedik. Bu yaşadıklarımız hep, ailelerimizin cahil oluşundandır. Benim üç çocuğum var. Ama buradayım. Yaşım 65’tir. Fakat duracak evim yok. Burada kalmaya mecbur kalıyorum. Çocuklarım, yanlarında kalmamı istemediler. Bu huzurevinde kalanların çoğunun çocukları var. Çocukları, onları buraya getirdiler. Bazen, çocukları gelenler var. Onları hafta sonlarında evlerine götürüyorlar. Hayretle izliyoruz. Evlerine giderlerken bayram sevinci yaşıyorlar. Bazılarının kafalarına dank ediyor. Yaptıklarının yanlışlığını anlıyor, babalarını buradan eve temelli götürüyorlar.”87
“81 yaşındayım. Üç oğlum var. Her birinin işi var, emekli olanlar da var. Üst seviyede bürokrat olan oğlum da var. Buraya geleli üç yıl oldu. Üç yıldan beri kimse kapımı çalmadı, beni ziyaret etmedi. Kan ağlıyorum. Ben buralara düşecek insan değildim. Ama olsun, onların da çocukları var. Ben de ailemin, torunlarımın yanında olmayı isterdim. Belki benim de yanlışlarım olmuştur, çocuklarıma karşı. Ama hatalar karşılıklı olur. Bunlar, onların benim yanıma gelmemelerini, beni ziyaret etmemelerini gerektirmez.”88
Huzurevlerine duyulan ihtiyacın giderek artması, toplum yapısının ahlâkî ve kültürel yönden ciddi anlamda değiştiğini göstermektedir. Her yerleşim birimine, huzurevi yapma yerine, aile yapısını güçlendirmek, ahlâkî ve manevî açıdan aileyi eğitmek ve desteklemek, büyük önem taşımaktadır. Dinî inançların zayıflaması, ahlâkî değerlerin yozlaştırılması ve bunlara bağlı olarak, kanaatin, sabrın, feragatin, cömertliğin, dayanışma ve paylaşmanın azalması, huzurevleri ve benzerî kurumların yaygınlaşmasına vesile olmaktadır. Dinî inançların ve maneviyâtın daha güçlü olduğu dönemlerde bu yapılanmalara az rastlandığı görülmektedir.
Kur’an’da, insanın, şerefli bir varlık89 olmasının yanında zayıf yaratıldığına işaret edilmiştir.90 Dolayısıyla her insanın yardıma, dayanışmaya, desteğe, ilgiye ihtiyacı vardır. İnsana yardım, çok değerli ve hakka hizmet olduğu için, tarihi süreç içerisinde çeşitli güvenlik sistemleri kurulmuştur.
İslam tarihinin sosyal güvenlik uygulamalarına ait misallerle dolu olduğu görülür. Devletin hazinelerinden özürlülere maaş bağlanması, âmâ ve topallara özel bakıcıların tayin edilmesi, hastanelerde özürlülere ayrı bölümlerin tahsis edilmesi, bu maksatla dârülacezelerin ve vakıfların kurulması bunun çeşitli örnekleridir. Asr-ı Saadet’te, Hulefâ-i Râşidîn devrinde, Emevi ve Abbasiler döneminde ve Türk Devletlerinde çeşitli güvenlik sistemlerinin oluşturulduğu ve müesseselerin inşa edildiği görülür.91
Ancak günümüzde gelişen ve Avrupa kültürünün bir ürünü ve neticesi olarak ortaya çıkan huzurevleri gibi kurumlara da pek az rastlandığı da söylenmelidir. Kur’an’ın emri ve Peygamber (s.a.v)’in tavsiyelerinin ışığı altında kurulan İslam medeniyeti içerisinde yaşlılara, âcizlere, hastalara, yoksullara, yetimlere, dullara ayrı bir önem verilmiş, onların bakımı ve korunması için çeşitli müesseseler kurulmuştur. II. Abdülhamit döneminde kurulan Dârülaceze örneğinde olduğu gibi, bu kurumlara girebilmenin en önemli şartı “kimsesiz olma” ile sınırlandırılmıştır.
İslam, yaşlı ana-babaya bakmayı ibadet olarak kabul etmektedir. Dolayısıyla yaşlı ana-babaya evlatların bakması hem dinî, hem de ahlakî bir görevdir. Cennetin kazanılmasını, ana-babanın rızasına bağlayan İslam, yaşlı ve bakıma muhtaç ana-babanın aile ortamından uzaklaştırılarak huzur evlerine, yaşlılar yurduna bırakılmasına izin vermez. Bakacak kimseleri bulunmayan yaşlıların, hasta ve sakatların huzur evlerine ya da dârülaceze ve benzeri kurumlara yerleştirilmeleri ve oralarda barındırılmaları elbette tabii ve gereklidir. Usûl ve fürû’u olmasına rağmen yoksul ya da acziyet içerisinde bulunmaları sebebiyle kendilerine bakacak kimseleri bulunmayan yaşlılara ve acizlere, devletin ve sivil kuruluşların bakması ve sahip çıkması gerekir. Devlet veya gönüllü kuruluşlar, kimsesiz yaşlılar için huzur evleri, yurtlar ve pansiyonlar yapabilir ve açabilirler. Ancak maddi imkana sahip evlatları bulunan yaşlı ana-babanın, aile ortamından uzaklaştırılarak söz konusu kuruluşlara yerleştirilmelerinin hiçbir dinî, ahlakî ve vicdanî yönü bulunmamaktadır. Yukarıda anlamını takdim ettiğimiz ilahi beyanlar, yaşlı ana-babanın hakkını koruma altına almış, onlara nasıl muamele edileceğine dair prensipler ortaya koymuştur.
İşin sosyal, ahlâkî ve kültürel arka planını düşünmeden, topluma ne kazandıracağını ne kaybettireceğini hesaba katmadan ticârî sektör mantığı ile çeşitli müesseseler ihdas ederek yaşlıları bu mekanlarda kalmaya mahkum etmek, en düşkün dönemlerinde onları sevgi ve ilgi ortamından mahrum bırakmak, toplumun yabancılaşmasına ve insanların yalnızlaşmasına zemin hazırlar. Bu açıdan yaşlıları, sıcak aile ortamlarında tutmanın yolları aranmalı ve bu çerçevede yaşlılara bakmanın dinî, ahlâkî ve toplumsal bir görev olduğu zihinlere işlenmeli, eğitim ve öğretimin ana ilkesi haline getirilmelidir.
Neden huzurevinin ve benzerlerinin, aile ortamının yerini tutamayacağı gerçeğini, buralarda kalma zorunda olanların şahadetlerinden öğrenmek daha yerinde olacaktır:
“İki oğlum var. Oğlumun biri, annesiyle birlikte hareket ederek beni evde istemediler. Vaktiyle sahip olduğum iki dairenin tapusunu hanımımın üzerine vermiştim. İnsanların maddi şeylere bu kadar tutkun olacağını, birbirini kıracağını ve dışlayacağını sanmıyordum. Aile önemli bir yuvadır. Ailenin kökeni var, hatırı var, kültürü var, sıcak atmosferi var. Bir sofra etrafında yiyor, içiyorsunuz. Dertleri, sevinçleri, sıkıntıları hep beraber paylaşıyorsunuz. Huzurevinde maddi açıdan rahatız. Üç öğün yemeğimiz veriliyor. Ancak ailede teneffüs ettiğiniz havayı burada teneffüs edemiyorsunuz. Ailenin verdiği huzuru ve rahatı burada bulamıyorsunuz. Hep aklımız, zihnimiz, gönlümüz ailede. Burada kalmama rağmen, onların başına bir şey gelmesini istemem. Çocuklarımıza gereken terbiyeyi, kültürü, eğitimi veremedik. Saygı ve sevgiyi aşılayamadık. Büyüklerin, ananın-babanın kıymetini kavratamadık. Çocuklarımıza karşı hakkıyla görevimizi yapamadık. Bunu da itiraf ediyorum. Neticede buralara düştüm. Buraya geldiğimi akrabalarım ve çevrem bilmiyor. Duysalar: ’Ah zavallı, buralara düşecek insan mıydı?, yazık olmuş’ derler, üzülürler. Onları da üzmek istemiyorum.”92
“İki oğlum vardı. Biri öldü. Buraya gelmek mecburiyetinde kaldım. Huzurevine ilk geldiğimde kâbuslar görmeye başladım. Ailemde beş vakit namazı kılmama rağmen ilk dört gün hiç namaz kılmadım. Psikolojik olarak sarsıldım. Fakat şimdi kendimi toparladım. Burada her ihtiyacımız karşılanıyor. Ama ailenin yerini tutmuyor.”93
“İki kızım var. Kızlarımdan birisinin yanında kalıyordum. Torunlarım bana rahat vermiyorlardı. Kafam şişiyor ve yoruluyordum. Ben gençlere şunu tavsiye ediyorum. Evlerinin, dairelerinin bir kenarında ana-babaları için sakin bir oda hazırlasınlar. Ana-baba burada kalsın.”94 Bu ikrar, günümüzün mimarisinde konut projeleri yapılırken nasıl ebeveyn, çocuklar ve misafirler için ayrı ayrı odalar düşünülüyorsa, yaşlılar için de bunun yapılmasının yerinde olacağını göstermektedir. Yukarıdaki tespitlerden de anlaşılacağı üzere, fiziki olarak huzurevlerinde ikamet eden ve barınan yaşlılar, zihnî ve kalbî yönden terk ettikleri ya da ettirildikleri ailede hayat sürmektedirler. Bu ikilem içerisinde huzurevlerindeki yaşlıların, daha ziyade gönüllerinin asılı kaldığı ailenin hasretini çekerek ömür sürmeleri hiç de kolay değildir. Huzurevi olgusunun bu cephesi ve gerçek yüzü görmezlikten gelinemez.
8- Sonuç
Yaşlılara, acizlere, hasta ve sakatlara sahip çıkmak, onları korumak, bakmak toplumun görevidir. Bunlara hizmet etmek için çeşitli müesseseler kurulabilir, adetleri çoğaltılabilir. Fakat bu müesseselerin hiçbiri ailenin yerini tutmaz, o sıcaklığı, o sevgiyi ve o ülfeti veremez. Diğer taraftan toplumda iman, ahlâk ve amel bütünlüğünden oluşan samimi dindarlığın artması için özen göstermenin de söz konusu problemlerin azalmasına büyük katkı sağlayacağı unutulmamalıdır.
Kimsesizlerin, yaşlıların, âciz ve hastaların bakılması, beslenmesi ve korunmasına yönelik kurumların oluşturulmasına İslâm dini müdahale etmez, bilakis onları teşvik eder. Kur’an’ın en önemli konusu, insanın hidâyete ermesi, onun eğitim ve terbiyesidir. Bu açıdan insana hizmet, ibadet kapsamına girer. Sosyal ve kültürel yönden sürekli gelişmekte olan toplumumuzda bazı müesseselerin kurulmasına şiddetle ihtiyaç duyulması, elbette göz ardı edilemez. İslam, insana hizmeti konu edinen hiçbir faaliyeti reddetmez. Ancak ana-babaların ve yaşlıların, aile ortamından tecrit edilmesine de rıza göstermez. Yaşlılara, ana-babaya, âciz ve hastalara öncelikle evlatların, akrabalarının ve yakın çevresinin sahip çıkmasını istemiş hatta bu uygulamayı nafaka çerçevesinde bir kural haline getirmiştir. Evlatları ve yakın akrabası bulunan ana-baba ve yaşlıların huzurevlerine, barınma yurtlarına, dârülacezelere terk edilmesinin, dinî, ahlâkî ve insanî cihetten doğru olmadığını belirtmek gerekir.
BİBLİYOGRAFYA
- Arslantürk, Zeki, Moda ve Yaşlılık, Yaşlılık Dönemi ve Problemleri, İstanbul, 2007, s. 190-191 içinde (İslâmi İlimler Araştırma Vakfı, Tartışmalı İlmî Toplantılar Dizisi, 51, 09-10 Aralık, 2006, Üsküdar, İstanbul).
- Aydın, Mehmet Akif, “Aile” Diyanet İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul, 1989, II. aile maddesi.
- Baltacı, Cahit, İslam Medeniyeti Tarihi, M.Ü. İlâhiyât Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul, 2007.
- Beydâvî, Nâsıruddin Ebû Said Abdullah b. Ömer el-Beydâvî (ö. 658/1286), Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl, Beyrut, ts. (Mecmû’atü’n-mine’t-Tefâsîr içinde, I-VI).
- Bilmen, Ömer Nasuhi, Hukuk-ı İslâmiyye ve İstılahatı Fıkhıyye Kamusu, Bilmen Yayınevi, İstanbul, 1976.
- Buhârî, Ebû Abdillah Muhammed b. İsmail (ö. 256/870), es-Sahîh, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1981.
- Cumhuriyetin 50. Yılında Vakıflar (1923-1973 arası), Vakıflar Genel Müdürlüğü, İstanbul, 1974.
- Danişmend, İsmail, Garb Memba’larına Göre Eski Türk Seciyesi ve Ahlâkı, İstanbul, 1967.
- Dârimî, Ebû Muhammed Abdullah b. Abdirrahman (ö. 255/866), es-Sünen, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1981.
- Davudoğlu, Ahmet, Sahihi Müslim Tercümesi ve Şerhi, Sönmez Neşriyat, İstanbul, 1977-1980 .
- Demiray, Kemal,-Alaylıoğlu, Ruşen, Ansiklopedik Türkçe Sözlük, İstanbul, 1993.
- Devlet Bakanlığı Aile Araştırma Kurumu, 21. Yüzyılın Eşiğinde Örf ve Âdetlerimiz, Ankara, 1997.
- Doğan, Cihangir, Türkiye’de Yaşlılık ve Huzurevi Olgusu, Yaşlılık Dönemi ve Problemleri, İstanbul, 2007, s. 33-34 içinde (İslâmi İlimler Araştırma Vakfı, Tartışmalı İlmî Toplantılar Dizisi, 51, 09-10 Aralık, 2006, Üsküdar, İstanbul).
- Dictionnaire Larousse, Ansiklopedik Sözlük, Milliyet Gazetesi Yayınları, İstanbul, 1993-1994.
- Ebû Dâvûd, Süleyman b. el-Eş’as es-Sicistânî (ö. 275/888), es-Sünen, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1981.
-Hamidullah, Muhammed, İslam Peygamberi, trc. Salih Tuğ, İrfan Yayınevi, İstanbul, 1980 (I-II).
-Hazin, Alâuddin Ali b. Muhammed (741/1340), Lübâbu’t-Te’vîl fî Meâni’t-Tenzîl, Beyrut, ts. (Mecmuatü’n-mine’t-Tefâsîr içinde, I-VI).
- İbn Hanbel, Ahmed b. Muhammed b. Hanbel (ö. 241/855), el- Müsned, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1982 (I-VII).
- İbn Kesîr, İsmail b. Ömer (774/1372), Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Kahraman Yayınları, İst. 1984.
- İbn Mâce, Ebû Abdillah Muhammed b. Yezid (ö. 273/886), es-Sünen, Çağrı Yayınları, İst. 1981.
- İbnü Manzûr, Ebu’l-Fadl Cemalüddin Muhammed b. Manzûr el-Efrîkî (ö. 711/1311), Lisânü’l-Arab, Beyrut, 1999 (I-XVIII )
- İstanbul Müftülüğü Şerî Siciller Arşivi, Üsküdar Defteri, 6/763.
- Karaman, Hayrettin ve Arkadaşları, Kur’an Yolu Türkçe Meâl ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2006 (I-V).
- Karaman, Hayrettin ve Arkadaşları, Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meâli, T. Diyanet V. Ankara, 2004.
- Karan, Mehmet Akif, Biyolojik ve Sosyal Açıdan Yaşlanma, Yaşlılık Dönemi ve Problemleri, İstanbul, 2007, s. 19 içinde (İslâmi İ. Araştırma Vakfı, Tartışmalı İlmî Toplantılar Dizisi, 51, 09-10 Aralık, 2006, Üsküdar, İstanbul).
- Kazıcı, Ziya, Kültürümüzde Yaşlılık ve Yabancı Gözüyle Ülkemizde Yaşlılar, Yaşlılık Dönemi ve Problemleri, İstanbul, 2007, s. 209 içinde (İslâmi İlimler Araştırma Vakfı, Tartışmalı İlmî Toplantılar Dizisi, 51, 09-10 Aralık, 2006, Üsküdar, İstanbul).
- Karali, Tayfun, Asırlık Tecrübesiyle Dârülaceze’de Yaşlı Bakımı, Yaşlılık Dönemi ve Problemleri, İstanbul, 2007, s. 103 içinde (İslâmi İlimler Araştırma Vakfı, Tartışmalı İlmî Toplantılar Dizisi, 51, 09-10 Aralık, 2006, Üsküdar, İstanbul).
- Koçu, Reşat Ekrem, Dârülaceze, İstanbul, 1974.
- Köten, Akif, Hz. Peygamber’in Sünnetinde Yaşlılara Saygı, Yaşlılık Dönemi ve Problemleri, İstanbul, 2007, s. 267 içinde (İslâmi İlimler Araştırma Vakfı, Tartışmalı İlmî Toplantılar Dizisi, 51, 09-10 Aralık, 2006, Üsküdar, İstanbul).
- Köylü, Mustafa, Yaşlılık Döneminde Eğitim ve Din Eğitimini Gerekli Kılan Nedenler, Yaşlılık Dönemi ve Problemleri, İstanbul, 2007, s. 205 içinde (İslâmi İlimler Araştırma Vakfı, Tartışmalı İlmî Toplantılar Dizisi, 51, 09-10 Aralık, 2006, Üsküdar, İstanbul).
- Kunter, Hilmi Baki, Türk Vakıfları ve Vakfiyeleri Üzerine Mücmel Bir Etüt, Ankara, 1938, Vakıflar Dergisi, I’den ayrı basım.
- Kurtubî, Ebu Abdillah Muhammed b. Ahmed (671/1273), el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân, Beyrut, 1993 (I-X).
- Levent, Lamia, Yaşlılara Saygı, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2008.
- Merğınânî, Ebu’l-Hasen Ali b. Ebi Bekr b. Abdi’l-Celîl (ö. 593), el-Hidâye Şerhu Bidâyeti’l-Mübtedî, Beyrut, ts.(I-II, cz. IV)
- Mevsılî, Abdullah b. Muhammed b. Mevdûd el-Mevsılî, el-İhtiyâr li Tâlili’l-Muhtâr, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1980.
- M. de M. D’Ohsson, XVIII. Yüzyıl Türkiye’sinde Örf ve Âdetlerimiz, çev. Zerhan Yüksel, Tercüman, 1001 Temel Eser, 3, İstanbul, 1972.
- Müslim, Ebu’l-Hüseyin Müslim b. el-Haccâc (ö. 261/874), es-Sahîh, Çağrı Yayınları, İst. 1981.
- Nesâî, Ebû Abdirrahman Ahmed b. Şuayb b. Ali en-Nesâî, (ö. 303/925 ), Sünenü’n-Nesâî, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1981, (I-VIII).
- Nesefî, Ebu’l-Berekât Abdullah b. Ahmed (ö. 710/1310), Medârikü’t-Tenzîl ve Hakâiku’t-Te’vîl, Beyrut. ts. (Mecmuatü’n-mine’t-Tefasîr içinde, I-VI).
- Öztuna, Yılmaz, Büyük Türkiye Tarihi, Ötüken Yayınevi, İstanbul, 1978.
- Râzî, Muhammed b. Ömer (606/1210), Mefâtîhu’l-Ğayb, Beyrut, 1990 (I-XXX).
- Serahsî, Şemsü’l-Eimme, Ebu Bekr Muhammed b. Ahmed Ebî Sehl (ö. 483/1090), Kitabu’l-Mebsût, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1983 (I-XXX).
- Şevkâni, Muhammed b. Ali b. Muhammed (ö. 1250/1834), Fethu’l- Kâdîr el-Camiu beyne Fenneyi’r-Rivâyeti ve’d-Dirayeti min İlmi’t-Tefsîr, tashih, Ahmed Abdüsselam, Beyrut, 1994 (I-V).
- Tirmizî, Muhammed b. İsa et-Tirmizî (ö. 279/892), es-Sünen, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1981 (I-V).
- Yücel, Nurullah, Demanslı Yaşlıların Sorunları ve Demanslı Yaşlılara Kurumsal Bakım Modeli, Yaşlılık Dönemi ve Problemleri, İstanbul, 2007, s. 112 içinde (İslâmi İlimler Araştırma Vakfı, Tartışmalı İlmî Toplantılar Dizisi, 51, 09-10 Aralık, 2006, Üsküdar, İstanbul).
- Zemahşeri, Ebu’l Kâsım Cârullah Muhammed b. Ömer (ö. 538/1143), el Keşşâfü an-Hakaikı Gavamidi’t-Tenzîl ve Uyûni’l-Ekâvîl fî Vücûhi’t-Te’vîl, tashih Mustfa Hüseyin Ahmet, Beyrut ts.

1 Mü’minûn, 23/12-16.
2 Karaman, Hayrettin ve Arkadaşları, Kur’an Yolu Türkçe Meâl ve Tefsir, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2006, IV, 14.
3 Bkz. Hac, 22/5.
4 Şuarâ, 26/78-81.
5 Nahl, 16770.
6 Rûm, 30/54.
7 Karaman, Hayrettin ve Arkadaşları, Kur’an Yolu, IV, 327-328.
8 Fâtır, 35/11.
9 Karaman, Hayrettin ve Arkadaşları, Kur’an Yolu, IV, 454-455.
10 Fussilet, 41/47, ayrıca bkz. Ra’d, 13/8.
11 Hûd, 11/72; Yûsuf, 12/78; Kasas, 28/23.
12 Mü’min, 40/67.
13 İbn Manzûr, Lisânü’L-Arab, tashîh, Emin Muhammed Abdulvahhâb-Muhammed Sadık el-Ubeydî, Beyrut, 1999, VII, 254.
14 Sâffât, 37/99-100.
15 Hicr, 15/54.
16 Hûd, 11/69-72.
17 Zemahşerî, Ebu’l-Kasım Cârullah Muhammed b. Ömer, el-Keşşâfü an Hakâiki Gavâmidi’t-Tenzîl ve Uyûni’l-Ekâvîl fî Vücûhi’t-Te’vîl, tashih, Mustafa Hüseyin Ahmed, Beyrut, ts. II, 411; Beydâvî, Nâsıruddin Ebû Said Abdullah b. Ömer el-Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl, Beyrut, ts. III, 343; Hâzin, Alâuddin b. Muhammed b. İbrahim, Lübâbu’t-Te’vîl, fî Meâni’t-Tenzîl, Beyrut, ts. III, 343, V, 40; Nesefî, Ebu’l-Berekât Abdullah b. Ahmed, Medârikü’t-Tenzîl ve Hakâiku’t-Te’vîl, Beyrut, ts. III, 343 (Mecmûatü’n-mine’t-Tefâsîr içindeler), Şevkânî, Muhammed b. Ali b. Muhammed eş-Şevkânî, Fethu’l-Kadîr el-Câmiu beyne Fenneyi’r-Rivâyeti ve’d-Dirâyeti min İlmi’t-Tefsîr, Beyrut, 1994, II, 651.
18 Mü’min, 40/67.
19 Bakara, 2/266; Âl-i İmrân, 3/40; İbrâhim, 14/19; Hicr, 15/54; İsrâ, 17/23; Meryem, 19/8.
20 İbn Manzûr, a.g.e., XII,12.
21 İbrahim, 13/39, Âl-i İmrân, 3/39 ve ayrıca bu sözcük için bkz. İsrâ, 17/23; Meryem, 19/8.
22 Meryem, 19/6; Rûm, 30/54; Müzzemmil, 73,17.
23 İbn Manzûr, a.g.e., VII, 251.
24 İbn Manzûr, a.g.e., X, 60.
25 Meryem,19/4.
26 Mehmet Akif Karan, Biyolojik, Psikolojik ve Sosyal Açıdan Yaşlanma, Yaşlılık Dönemi ve Problemleri, İst., 2007, s. 19, içinde, (İslami İlimler Araştırma Vakfı, Tartışmalı İlmi Toplantılar Dizisi: 51, 09-10 Aralık, 2006, Üsküdar, İstanbul).
27 Karan, Mehmet, a.g.t., s.19-20.
28 Cihangir Dağan, Türkiye’de Yaşlılık ve Huzurevi Olgusu, Yaşlılık Dönemi ve Problemleri, İstanbul, 2007, s. 33-35 içinde (İslami İlimler Araştırma Vakfı, Tartışmalı İlmi Toplantılar Dizisi: 51, 09-10 Aralık, 2006, Üsküdar, İstanbul).
29 Nurullah Yücel, Demanslı Yaşlıların Sorunları ve Demanslı Yaşlılara Kurumsal Bakım Modeli, Yaşlılık Dönemi ve Problemleri, İstanbul, 2007, s. 112 içinde (İslami İlimler Araştırma Vakfı, Tartışmalı İlmi Toplantılar Dizisi: 51, 09-10 Aralık 2006, Üsküdar, İstanbul). Mustafa Köylü, Yaşlılık Döneminde Eğitim ve Din Eğitimini Gerekli Kılan Nedenler, Yaşlılık Dönemi ve Problemleri, İstanbul, 2007, s. 208-2009 içinde (İslami İlimler Araştırma Vakfı, Tartışmalı İlmi Toplantılar Dizisi: 51, 09-10 Aralık 2006, Üsküdar, İstanbul).
30 Ebû Dâvûd, Tıb,1.
31 Lamia Levent, Yaşlılara Saygı, Ankara, 2008, s. 11-12. (Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları).
32 Mustafa Köylü, a.g.t., s. 210-211.
33 Bakara, 2/183. Ayrıca bkz. En’âm, 6-151-152.
34 Kurtubî, Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Beyrut, 1995, c. I, cz. II, 45.
35 Bkz. İsrâ, 17/23-24.
36 Bkz. Ankebût, 29/8; Lokman, 31/15.
37 Ahmed Davudoğlu, Sahihi Müslim Tercüme ve Şerhi, İstanbul, 1978, V, 363-364.
38 Bkz. Buharî, Hibe, 29; Cizye, 18; Müslim, Zekat, 50; Ahmed b. Hanbel, VI, 344; Kurtubî, a.g.e., c. VII, cz. XIV, 61
39 Müslim, Birr, 6; Ebû Dâvûd, Cihad, 31; Nesâî, Biat, 10; Tirmizî, Birr, 3; Ahmed b . Hanbel, II, 160, 164,165.
40 Müslim, Birr, 9-10; Ahmed b. Hanbel, II, 346; Tirmizî, Daavât, 101.
41 Tirmizi, Birr, 7; İbn Mâce, Dua, 11; Ahmed b. Hanbel, II, 258, 348.
42 İsrâ, 17/24.
43 İbrahim, 14/41.
44 Ebû Dâvûd, Edeb, 129; İbn Mâce, Edeb, 2.
45 Bkz. Nahl, 16/70.
46 Geniş bilgi için bkz. Akif Köten, Hz. Peygamber’in Sünnetinde Yaşlılara Saygı,Yaşlılık Dönemi ve Problemleri, İst. 2007, s. 267-270 içinde (İslamî İlimler A. Vakfı, Tartışmalı İ. Toplantılar D. 51, 09-10 Aralık 2006, Üsküdar, İstanbul).
47 Bkz. Ahmed b. Hanbel, I, 257, II, 207; Tirmizî, Birr, 15.
48 Ahmed b. Hanbel, I, 173; Ebû Dâvûd, Cihad, 77; Nesâî, Cihad, 43.
49 Buharî, İlim, 28, Ezân, 61-63; Müslim, Salât, 182-186; Tirmizî, Mevâkît, 61; Muvatta, Cemaat, 13.
50 Tirmizî, Birr, 75.
51 Tirmizî, Birr, 75.
52 Levent, Lamia, a.g.e., s. 41-42.
53 Buharî, Meğâzî, 21, Merzâ, 13, 20; Müslim, Cenâiz, 12.
54 Ahmed b. Hanbel, III, 160.
55 Bkz. Neml, 27/19; Lokman, 31/14; Ahkâf, 46/15.
56 Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Yayınevi, İstanbul, 1976, II, 444.
57 İsrâ, 17723.
58 Ahmed b. Hanbel, VI, 193; Tirmizî, Ahkâm, 22; İbn Mâce, Ticârât, 64.
59 Talâk, 65/6.
60 Geniş bilgi için bkz. Şemsu’l-Eimme Serahsî, Ebû Bekir Muhammed b. Ahmed, Kitâbu’l-Mebsût, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1982, V, 222-224 vd; Burhanüddîn Ali b. Ebû Bekir Mergınânî, el-Hidâye Şerhü Bidâyeti’l-Mübtedî, yy, ts. II, 45-47; Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el-Mevsılî, El-İhtiyâr li Ta’lîli’l-Muhtâr, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1981, IV, 10-13, Bilmen, Ömer Nasuhi, a.g.e., II, 495-508.
61 İstanbul Müftülüğü Şerî Siciller Arşivi, Üsküdar Defteri, 6/763.
62 Dictionnaire Larousse-Ansiklopedik Sözlük, Milliyet Gazetesi Yayınları, İstanbul, 1993-1994, III, 1097.
63 Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, trc. Salih Tuğ, İrfan Yayınevi, İstanbul, 1980, I, 193-194; II, 830-831.
64 Geniş bilgi için bkz. Hamidullah, Muhammed, a.g.e., II, 830-833.
65 Tirmizî, Sûre, 2, 34.
66 Ahmed b. Hanbel, I, 197; Buhârî, Salât, 58, Mevâkît, 41.
67 Buhârî, Büyu’, 1.
68 Köten, Akif, a.g.e., s. 276.
69 Âl-i İmrân, 23/92;2/ Yâsîn, 36/12.
70 Buhârî, Eşribe, 13; Zekât, 44; Vesâyâ, 22, 28; Müslim, Zekât, 42, Vasiyet, 14; Ebû Dâvûd, Vesâyâ, 14 vb.
71 Geniş bilgi için bkz. Cumhuriyetin 50. Yılında Vakıflar (1923-1973 arası) Vakıflar Genel Müdürlüğü, İstanbul, 1974. Giriş, XIV, s. 2 ve devamı. Ayrıca bkz. Hilmi Baki Kunter, Türk Vakıfları ve Vakfiyeleri Üzerinde Mücmel Bir Etüd, Ankara, 1938, Vakıflar Dergisi, I’den ayrı basım, s. 15-05, 108, 11; Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, Ötüken Yayınevi, İstanbul, 1978, X, 318-319, 322, 334-336.
72 Doğan, Cihangir, a.g.t., s. 42-43.
73 Doğan, Cihangir, a.g.t., s. 44.
74 Ziya Kazıcı, Kültürümüzde Yaşlılık ve Yabancı Gözüyle Ülkemizde Yaşlılar, Yaşlılık Dönemi ve Problemleri, İstanbul, 2007, s. 243. içinde (Tartışmalı İlmi Toplantılar Dizisi, 51, 09-10 Aralık, 2006, Üsküdar, İstanbul).
75 İsrâ, 17/23-24.
76 M. de M. D’Ohsson, XVIII. Yüzyıl Türkiye’sinde Örf ve Âdetler, çev. Zerhan Yüksel, Tercüman 1001 Temel Eser, No, 3, İstanbul, 1972, s. 216-217.
77 İsmail Hami Danişmend, Garb Memba’larına Göre Eski Türk Seciye ve Ahlâkı, İstanbul, 1967, s. 91.
78 Danişmend, İsmail Hami, a.g.e., s. 91-92.
79 Reşat Ekrem Koçu, Dârülaceze, İstanbul, 1974, s. 28, 30.
80 Geniş bilgi için bkz. Koçu, Reşat Ekrem, a.g.e., s. 30, 43.
81 Koçu, Reşat Ekrem, a.g.e., s. 31.
82 Bkz. Koçu, Reşat Ekrem, a.g.e., s.33.
83 Tayfun Karali, Asırlık Tecrübesiyle Dârülaceze’de Yaşlı Bakımı, Yaşlılık Dönemi ve Problemleri, İstanbul, 2007, s. 103-104 içinde. (Tartışmalı İlmî Toplantılar Dizisi, 51, 09-10 Aralık 2006, Üsküdar, İstanbul).
84 Doğan, Cihangir, a.g.t., s. 47.
85 Mehmet Akif Aydın, “Aile” Diyanet İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 1989, II, 96; Devlet Bakanlığı Aile Araştırma Kurumu, 21. Yüzyılın Eşiğinde Örf ve Âdetlerimiz, Ankara, 1997, s. 1-3.
86 Zeki Arslantürk, Moda ve Yaşlılık, Yaşlılık Dönemi ve Problemleri, İstanbul, 2007, s. 191, içinde (Tartışmalı İlmî Toplantılar Dizisi, 51, 09-10 Aralık, 2006, Üsküdar, İstanbul).
87 Zeytinburnu Huzurevi, A. T. Yaş, 65, 3 çocuk babası, 17.05.2009, saat, 14.20.
88 H. Ö. yaş, 81. 17.05.2009, saat, 14.40.
89 İsrâ, 17770.
90 Bkz. Nisâ, 4/38.
91 Bkz. Cahit Baltacı, İslâm Medeniyeti Tarihi, M. Ü. İlâhiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İst., 2007, 235-237.
92 Zeytinburnu Huzurevi, K. A. Yaş, 67, 11.09. 2009, saat:14.30.
93 Zeytinburnu Huzurevi, Ş. A. Yaş, 71, 11.09. 2009, saat: 14.45.
94 S. A. Yaş, 71, 11. 09. 2009, saat, 15.00.