Makale

Din Devlet İlişkisi ve Diyanet İşleri Başkanlığı

DİN DEVLET İLİŞKİSİ VE
DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI

İzzet ER*

Özet:
Her devletin, vatandaşlarının davranışlarına şu veya bu şekilde yön veren bir dinle aynı ortamı paylaştığı bir vakıadır. Tarihi süreç içerisinde din-devlet ilişkileri, devletin dine müdahale sınır ve ölçüleri başta Batı ülkelerinde olmak üzere diğer ülkelerde de gündemi sıklıkla meşgul eden konulardan olmuştur. Sosyal olaylarda yaşanan değişim ve gelişmelere paralel olarak din-devlet ilişkilerinde de zaman içerisinde yeni gelişmelerin kaydedildiği ve bu konularda farklı telakkilerin ortaya çıktığı görülmektedir.
Bu makalede din olgusunun toplumların hayatındaki önemi, din-devlet ilişkileri; devlet yapımız içinde temsil ettiği değerler, üstlendiği hizmetleriyle Diyanet İşleri Başkanlığının kuruluşundan günümüze icra ettiği fonksiyon ele alınmıştır.
Anahtar Kelimeler: Din, Devlet, Diyanet İşleri Başkanlığı

The Relation Betwen State and Religion and The Presidency of Religious Affairs
Abstract:
It is the fact that every state shares same climate with a religion which leads behaviours of people by some means or other. Throughout history, the relationship between religion and state and the extent of state intervention in religion has frequently been one of the main issues in every country, especially Western countries. It can be seen that new developments and various viewpoints has occurred parallel to changes and developments in social events over time.
In this article, the significance of religion in social life, the relationship between religion and state, its values represented in our state and the function of The Presidency of Religious Affairs with its services from its foundation until now is handled.
Key Words: Religion, State, The Presidency of Religious Affairs

Her devlet şu veya bu şekilde, mensuplarının davranışlarına yön veren bir dinle aynı ortamı paylaşmak durumundadır. Bu çerçevede, farklı insan gruplarının oluşturduğu ve mensuplarının hayatına düzen veren siyasî bir müessese olarak devlet ve aynı grupların vicdanından hareketle düşüncelerine, davranışlarına, hatta hayatlarına yön veren ve bağlanılan, saygı duyulan dinin yahut dinlerin varlığı bir vakıadır. Dini otoriteyle siyasi otoritenin karşılıklı ilişki biçimini, o toplumda var olan siyasi yapının devlet etme anlayışı ve dine bakışıyla, o toplumda mevcut olan dinin, dini ve siyasi otoriteye biçtiği rolün kesişme noktası belirler. Aynı zamanda bu ilişki o toplumun tarihi tecrübesiyle de şekillenir. Bununla beraber her iki olgunun mahiyetleri ve etkinlikleri hususundaki farklı yaklaşımlar, süreç içerisinde özellikle Avrupa’da, bizim de önemli ölçüde etkilendiğimiz değişik uygulamaların ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Bilindiği gibi, Avrupa’da, bir zamanlar dinî bakımdan olduğu kadar, siyasî bakımdan da rakipsiz bir otorite olan kiliseler, çeşitli gelişmeler sonucu kendi sınırları içine çekilmeye mecbur kalıp toplumdaki hâkimiyetini devlete ya da siyasi erke terk etmeye başlayınca, geniş halk kitleleri arasında yerleşmiş bulunan dinin konumuyla ilgili birtakım sorular gündeme gelmeye başlamıştır. Bu soruları şöyle sıralamak mümkündür:
Sistem içerisinde yer alsın veya almasın, bir devletin kiliseler dolayısıyla din üzerindeki politik etkisinin sınırı ne olacaktır? Başka deyişle, devlet dine veya dinî konulara hangi oranda müdahale edecektir?
Bu müdahale, dinin bazı prensiplerinin uygulanmasını engelleyecek midir? Engelleyecekse, temel hürriyetlerden olan din hürriyeti zedelenmiş olmayacak mıdır?
Din hürriyetini, dinî prensiplerin tatbikatını engellemeden her iki sosyal müessesenin toplumda varlıklarını sürdürmesi ne derece mümkün olacaktır?
“Devletin din üzerindeki politik etkisinin sınırı ne olacak; yani devlet dine veya dini konulara hangi oranda müdahale edecektir?” sorusu çerçevesinde, devletin din üzerindeki politik etkisinin sınırını düşünürken, az evvel söylendiği gibi, devleti yönetenlerin siyaset etme anlayışı ve bilhassa din ile din hürriyeti anlayışlarının oldukça belirleyici bir faktör olduğunu unutmamak gerekir. Yönetimde bulunanların dinle ilgili olarak genellikle üç anlayışından veya tavrından söz edilebilir:
1) Hiçbir dine inanmayan veya din diye bir şeyin varlığını kabul etmekle birlikte, toplumsal hayatta onu görmezden gelip hiç nazarı dikkate almayanlar.
2) “Din toplumlar için lüzumludur, olmazsa olmazlar arasındadır; ancak, sanayileşme ve gelişmeyle birlikte toplumsal hayattan yavaş yavaş elini çekecektir” diye düşünüp esas itibariyle “din, vicdanlarda olmalı ve toplumsal hayata karışmamalıdır” görüşünü benimseyenler.
3) “Din toplumlar için gereklidir, olmazsa olmazlardandır; bu itibarla kendi esasları neyi gerektiriyorsa ona göre toplumda yerini almalı, ona saygı duyulmalı ve onu serbest bırakmalıdır” görüşünde olanlar.
Din ve din hürriyeti anlayışları bakımından bizim coğrafyamızda birinci kategoride zikredilen bir durumla karşı karşıya olunmadığı için üzerinde bir şeyler söylemeye gerek görmüyorum. Toplumda din var olduğu halde, kamu yönetiminin onu yok gibi değerlendirip hiç dikkate almadığı bir uygulama, Fransız ihtilalinden sonra, 19. yüzyılın ilk yarısında Fransa’da görüldü. Bakıldı ki böyle bir kamu yönetimi sürdürülebilir değil, konkordater sisteme geçilerek terk edildi. Çünkü kamu yönetiminde, ’var olan sosyal bir olguyu yok farz etmek, toplumda etkili olan o sosyal olguya hâkim olamamak’ demektir. Bu ise kamu yönetimi açısından bir eksikliktir ve bir anlamda güneşi balçıkla sıvamakla eşdeğerdir. Çünkü bir şeyin yok farz edilmesi, onun yok olmasını gerektirmez.
Üçüncü görüş istikametinde uygulamalar, daha çok bazı Avrupa ve Anglo-Sakson ülkelerinde görülmektedir. Buralarda dinin, resmi kamu yönetimleri içinde yer almamasına paralel olarak, hiçbir problem yaşanmaması lazım gelirken, zaman zaman din devlet arasında alan çatışmalarının yaşandığı gözlenmektedir. Bir kısım Avrupa devletleri ve Amerika Birleşik Devletlerinde siyasi otoritenin aldığı, söz gelimi ötenazi, eşcinsel evlilik, birlikte yaşama mümkün olmayınca boşanma, dinler arası diyalog, klonlama ile ilgili kararlara Papa’nın karşı çıkması, hatta laikliği tenkit edip Katolikleri laiklikle mücadeleye davet etmesi bu çatışmaların açık göstergelerindendir.
İkinci kategoride dile getirildiğine işaret ettiğimiz, iki hususta yoğunlaşarak konuyu biraz daha açmak önemli ölçüde aydınlatıcı olacaktır. Bunlardan ilki, dinin, sanayileşme ve gelişmeyle birlikte toplumsal hayattan kendiliğinden çekileceği öngörüsü, diğeri dinin vicdanlarda olması, toplumsal hayata karışmaması beklentisidir.
Batı’da Aydınlanma döneminin ardından önemli bilimsel ilerleme ve gelişmelerin kaydedildiği, sanayileşme ve gelişmenin gözlemlendiği zaman dilimine “modern dönem” adı verilir. Auguste Comte’un yaklaşımına göre bu dönemde insanlık teolojik dönemi, hatta metafizik dönemi bile geride bırakmış, pozitif düşünce dönemine geçmiştir. Bazı yazarlara göre, bilimsel ilerleme ve sanayileşmenin yaşandığı bu dönemde dine ve dine dayalı değerler sistemine yer yoktur; onlar modernleşmenin önünde engeldir, din toplumları uyuşturan bir afyondur, nevrotik bir hayaldir; zaten teknoloji ve bilim geliştikçe, kısaca modernleştikçe din, dine dayalı inançlar ve değerler zamanla toplumdan elini eteğini çekecektir.
Dinin modern dünyadaki serüveni gerçekten böyle mi olmuştur?
20. asrın sonlarına doğru sosyal bilimciler, gerek Batı’da, gerek diğer bölgelerdeki toplumsal hadiseleri gözlemleyerek cereyan eden olayların değişik bir seyir takip ettiğini müşahede etmişlerdir. Onlara göre artık başka bir dönem başlamıştır: “Post-modern”, modern sonrası dönem. Bu aşamada, modern dönem tenkit edilmeye başlanmış, hatta bu kapsamda bazı fikirlerde değişmeler olmuştur. Değişen fikirlerden en önemlisi de dinler, inançlar ve toplumsal değerlerle ilgili olan fikirlerdir. Çünkü din, insanların hayatından kolaylıkla çıkan bir olgu ve kurum değildir. Batı Avrupa toplumlarında dini uygulamalarda gerilemeler olmuş, ama modern dönemde din tamamen yok olmamıştır. Üstelik yukarıda bahsedilen tespit, bütün toplumlar için de geçerli değildir. Bugün Batılı sosyal bilimciler anlamış durumdadırlar ki, modernleşme dini yok etmemiştir. Boston Üniversitesi "Ekonomik Kültür Çalışmaları Enstitüsü" direktörü Peter Berger, editörlüğünü yaptığı ve farklı sosyal bilimcilerin makalelerini içeren "Dünyanın De-Sekülarizasyonu"2 başlıklı çalışmada şu tespitine yer vermiştir:
“Benim argümanım, sekülerleşmiş bir dünyada yaşadığımız varsayımının yanlış olduğudur. Bugün dünya, birazdan ele alacağım bazı istisnalar dışında, tarih boyunca olduğu kadar, hatta bazı yerlerde daha da fazla dindardır. Bu, genel olarak modernizasyon kaçınılmaz olarak dinin gerileyişine yol açar şeklinde "sekülarizyon teorisi" diye adlandırılan, çok sayıda tarihçi ve sosyal bilimci tarafından geliştirilen literatürün temelde yanlış olduğu anlamına gelmektedir. Daha eskiden ben de bu literatüre katkıda bulunmuştum... Ama gerçekte din varlığını sürdürmekle kalmamakta, gelişip güçlenmektedir.”
Berger’e göre, "Yirmi birinci yüzyılın daha az dindar olacağını düşünmek için hiç bir neden yoktur." ve "Güncel meselelerin analizinde dini önemsemeyenler, böyle yapmakla son derece yanılmaktadırlar". Kısacası modern dünyanın yönü de-sekülarizasyon, yani "dinin geri dönüşü" yönündedir. Ve bu, modernizm öncesi dünyaya doğru bir geri dönüş değil, aksine modernizm sonrası dünyaya doğru bir ilerlemedir.3
Batının önde gelen bazı sosyal bilimcileri ise, Kutsalın Dönüşü’nden veya Tanrı’nın İntikamından söz ederler. Hatta bazılarına göre, dünyanın bugünkü dini durumu için “Kutsal geri dönüyor” tanımlaması bile doğru değildir; çünkü “Kutsal hiç gitmemiştir!” Bunda garipsenecek bir durum da yoktur. Asıl garipsenmesi gereken ve araştırılması icap eden husus, dindarlaşma değil, modernleştikçe dinin zamanla toplumda tamamen yok olacağına dair bilimsel(!) tespittir.
Türkiye ve Endonezya gibi Müslüman ülkelerde de durum, dünyanın genel gidişatından farklı değildir. Ahmet Yücekök’ün Türkiye’de Örgütlenmiş Dinin Sosyo-ekonomik Tabanı adlı eserinde, Nur Vergin’in Ereğli yöresindeki dini gelişmeyi araştıran çalışmasında ve daha başka sosyal bilimcilere göre, hem Türkiye genelinde, hem sanayileşmiş modern bölgelerde din, iddia edilenin aksine daha da gelişme göstermiştir. Nilüfer Göle’ye itibar edilirse bu, Ötekinin, yani Batı dışı toplumların modernleşmesidir; hiç de yadırganmamalıdır. Hatta bazı yazarlar bu konuyu ele aldıkları eserlere “Laik Ama Kutsal” adını veriyorlardı.4
Üzerinde yoğunlaşılması gereken bir diğer husus da, dinin “bir vicdan işi olduğu ve dolayısıyla toplumsal hayata karışmaması gerektiği” görüşü realiteye ne kadar uygundur. Bir dinin vicdanda kalması, toplumsal hayata yansımaması mümkün müdür?
Dinlerin ulûhiyet telakkisini ve muhtevalarını bilmeden bu sorulara cevap vermek mümkün gözükmemektedir. Bir dinin vicdan işi olup olmaması ve sosyal hayata yansıyıp yansımamasının, onun Tanrı anlayışıyla sıkı bir münasebeti vardır. Şayet bir toplumda tapılan yüce varlığın kâinatı yaratıp bir köşeye çekildiğine, sosyal hayatın problemleriyle ilgilenmediğine inanılıyorsa, orada dinin sosyal hayatta fazla bir etkinliğinin olabileceğini beklememek gerekir. Yine bir toplumda Allah’ın her şeyi yarattığı gibi, insanların dünya hayatı ile de ilgilendiğine, prensipler koyduğuna inanılıyorsa, orada din, gerçekten sosyal hayatla iç içedir, ondan ayrılmaz; şu veya bu nedenle dini sosyal hayattan çıkarma denemeleri beklenen sonucu vermez.
Üstelik din sosyologları, bir dine ait inanç sisteminin, o dine inananlar arasında paylaşılması ve yayılması sonucu mensupların, dünyada normal hayatlarını sürdürürken, mesela günlük işlerini yaparken, hatta tabiatı seyrederken bile bu inanç sisteminin tesiri altında kaldığını; dünyaya ve dünyaya ait hadiselere karşı takınılan tavırların dinden ileri geldiğinin farkında olsunlar veya olmasınlar, inananların, dış âlemi daima dinlerinin ışığı altında gördüklerini ifade ederler.5 Zira inanç sistemleri, yani dinler, insanların vicdanlarına kapatılmak suretiyle etrafı surlarla çevrili kapalı bir bölge teşkil etmezler; vicdanlarından, kişisel dünyalarından hareketle, cemiyet hayatında, sosyal yapılarda, sosyal müesseselerde ve münasebetlerde varlığını hissettirir.6
Özellikle Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam gibi "Kitaplı dinler" dikkate alındığında, dinde birbirine bağlı üç yön bulmak mümkündür: İnançla ilgili hususlar, ibadetle ilgili hususlar, ahlakla ilgili hususlar. İyi bir tarifin dinin bu üç yönüne de hak ettiği değeri vermesi gerekir. Bunun için, din ne sadece düşünce ve fikir halindeki inançtan, ne de sadece bağlılıktan ve bunu ifade eden davranış sisteminden, ibadetten ibarettir.7 Diğer dinler açısından olduğu kadar bilhassa yukarıda adı geçen dinler zaviyesinden bakıldığında, "din, ferdî ve içtimaî yanı bulunan fikir ve tatbikat açısından sistemleşmiş olan, inananlara bir yaşam tarzı sunan, onları belli bir dünya görüşü etrafında toplayan bir kurumdur." O, bir değer koyma, değer biçme ve yaşama tarzıdır".8
Cumhuriyetin başlangıcından itibaren giderek ivme kazanan laikleşme çabaları, 1937’de yapılan anayasa değişikliğiyle son şeklini almıştır. Din hürriyeti orada, "Hiçbir kimse mensup olduğu felsefî içtihat, din veya mezhepten dolayı muaheze edilemez. Asayiş ve umumî muaşeret âdabına ve kanunlar hükümlerine aykırı bulunmamak üzere her türlü dinî âyinler yapılması serbesttir" (Madde, 76) şeklinde ifadesini bulmuştur. Dine ve din hürriyetine bu tarz yaklaşım daha sonraki anayasalarda da titizlikle korunmuştur. Diyanet İşleri Reisliğinin görev ve yetkisi, İslam dininin inanç, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili iş ve işlemlerin yürütülmesi, ibadet yerlerinin idaresi, din konusunda toplumun aydınlatılması olarak belirlenmiş, din görevlilerinin tayin ve özlük hakları -her ne kadar 1931-1950 yılları arasında Vakıflar Genel Müdürlüğünce yürütülmüşse de- Başkanlığa devredilmiştir.
Söz konusu dönemde dini idarenin tek bir merkezde toplanıp cemaatlere veya bağımsız vakıflara devredilmemesi, hem Osmanlı’dan itibaren istikrarlı bir şekilde süregelen bir tatbikatın devam ettirilmesi mahiyetindedir, hem de yeni devleti kuran iradenin bu kurumdan beklentileriyle yakından ilgilidir. Din gibi mukaddes ve o ölçüde de istismara müsait bir meselenin bağımsız kurum ve kuruluşlara, hatta cemaatlere bırakılmayarak din istismarının önlenmesi, aksi durumlarda en ufak bir nedenle zuhur etmesi kaçınılmaz olan dini ihtilafların çoğalmaması bakımından oldukça önemli, aynı zamanda da faydalıdır denebilir. Başkanlığın ve Türkiye’de din hizmetlerinin geldiği nokta nazarı itibara alındığında, bu tercihin yerinde olduğu görülmektedir.
Dünyada meydana gelen sosyo-kültürel değişmeler, hayatın nihai anlamına dair arayış ve yönelişler, fertlerin manevi dünyalarında oluşan boşluklar ve tatminsizlikler sebebiyle kutsala olan ilgi ve isteklerin artmasına paralel olarak, Diyanet İşleri Başkanlığın temsil ettiği değerler ve üstlendiği hizmetler, günümüzde ayrı bir önem taşımaya başlamıştır. Buna bağlı olarak kurum çeşitli talep, tartışma ve beklentinin odağı haline gelmiştir. Terör, şiddet, töre cinayetleri, kadına karşı ayrımcılık, aile içi şiddet, kız çocuklarının erken yaşta, küçükken evlendirilmesi, kız çocuklarının okutulması, çevre bilinci, gençlik problemleri vb. pek çok sorunda, gerek vatandaşlarımız, gerekse kamu kurumlarımız tarafından Başkanlığımızdan bir şeyler yapılmasının istenmesi, bunun açık göstergeleri olmalıdır. Beklentilerin sadece ülkemizle sınırlı olmayıp Avrupa’dan Balkanlar’a, Orta Asya’dan Afrika’ya çok geniş bir yelpazede Başkanlığın hem fiilen hizmetlerinden yararlanılması, hem de tecrübesinin ilgili coğrafyalara taşınmak istenmesi, geldiğimiz noktayı göstermek açısından oldukça önemli olmalıdır.
Günümüze de yansıyan bazı değerlendirmelerde, dinin devlet içinde ve onun yönetiminde yer alması tenkit edilir, din sahasında kendi kendine karar ve hareket serbestisi verilmediğinden ve çağdaş batı standartlarına uymadığından söz edilir. Buna karşılık, uygulamanın bize has olduğu dile getirilerek cevap verilir. Evet, doğrudur; bu uygulama bize hastır. Çünkü bu uygulama, din ve vicdan hürriyetini geniş bir hoşgörü ile uygulayan, dinin devletten bağımsız olmadığı, din görevlilerinin ücretlerini, Şeyhülislamlık dışında bağımsız bir yönetimi bulunan vakıflar tarafından karşılandığı Osmanlı’dan devralınmıştır. Din hürriyetini ve dinî prensiplerin uygulamasını engellemeden her iki sosyal müessesenin, yani din ve devletin toplumda birlikte varlıklarını sürdürmelerinin mümkün olacağını gösteren bize has bir uygulamadır. Fakat Diyanet İşleri Başkanının atama şekli, bulunduğu idari konum ve protokoldeki yeri ile ilgili tartışmaların, AB’ye giriş sürecinde bir müddet daha süreceği tahmin edilmektedir.
Son bir değerlendirmeyle, “Türkiye, İslam’la demokrasiyi ve bilimi, dindarlıkla modernliği ve laikliği, kamu düzeni ile özgürlükleri ve farklılıkları uzlaştıran örnekliği ile hem İslam ülkeleri arasında, hem de Batı önünde özel ve özgün bir konum kazanmıştır. Şüphesiz ki Osmanlıdan devralınan miras üzerinde Cumhuriyet döneminde yeni bir anlayışla kurulan Diyanet İşleri Başkanlığının yapı ve misyonunun bu kazanımda inkar edilemez bir payı vardır.”9

KAYNAKLAR
Aydın, M. Akif, “Şeyhülislamlıktan Diyanet İşleri Başkanlığına Din Devlet İlişkileri”, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Temel Dinamikleri Açısından 3 Mart 1924 Yasaları ve Günümüze Yansımaları Sempozyumu Bildirileri, Ankara, 2007.
Aydın, M. S., Din Felsefesi, İstanbul, 1992.
Bardakoğlu, Ali, “Türkiye’de Din-Devlet-Toplum İlişkileri ve Diyanet İşleri Başkanlığı”, (TESEV) Açılış Konuşması, İstanbul, 2005.
Er, İzzet, Din Sosyolojisi, Ankara, 2008.
Freyer, H, Din Sosyolojisi, trc. T. Kalpsüz, Ankara, 1964.
Göle, Nilüfer, Melez Desenler, İslam ve Modernlik Üzerine, İstanbul, 2000.
İkbal, M.; İslam’da Dini Tefekkürün Yeniden Teşekkülü, trc, S. Huri, İstanbul, 1964
Köse, Ali, Sekülerizm Sorgulanıyor, İstanbul, 2002.
………..Laik Ama Kutsal, İstanbul, 2006.
Lundberg ve ark., Sosyoloji, c. I-II, trc., Ö. Ozankaya, Ankara, 1970.
Mardin, Şerif, Din ve İdeoloji, İstanbul, 1983.
Vergin, Nur, Toplumsal Değişme ve Dinsellikte Artış, Toplum ve Bilim,29-30, Bahar-Yaz, 1995.
Yücekök, Ahmet, Türkiye’de Örgütlenmiş Dinin Sosyo-Ekonomik Tabanı, Ankara, 1979.


SPOTLAR

* Prof. Dr., Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Sosyolojisi Öğretim Üyesi ve Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı
2 The Desecularization of the World
3 Ali Köse, Sekülarizm Sorgulanıyor, İstanbul, 2002.
4 Detaylı bilgi için bkz: Ali Köse, İstanbul, 2006.
5 Freyer, 1964,71; Mardin, 1983,50.
6 Lundberg ve ark., 1970,II/137.
7 İkbal, 1964,18-19.
8 M.S. Aydın, 1992, 6 vd.
9 Bardakoğlu, 2005.