Makale

Hz. Peygamber (s.a.s.)'in İslam'a davet elçilerinden Abdullah b. Huzâfe (r.a.)

PORTRE

Hz. Peygamber (s.a.s.)’in İslam’a davet elçilerinden
Abdullah b. Huzâfe (r.a.)

Doç. Dr. Adem Apak
Uludağ Üniv. İlahiyat Fak.


Abdullah b. Huzâfe (r.a.) Kureyş kabilesinin bir kolu olan Sehmoğulları’nın mensubu olarak Mekke’de dünyaya geldi. Onun kabilesine ismini veren Sehm, Abdullah’ın dördüncü dedesidir ve soyu Hz. Peygamber (s.a.s.)’in yedinci dedesi olan Ka’b b. Lüeyy’de birleşmektedir. (İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ,, I-X, Kahire 2001, IV, 176.)

İslâmiyet’in yayılmaya başladığı ilk günlerde Müslüman olan Abdullah b. Huzâfe (r.a.), Mekke döneminin çileli hayatını yaşadı. Bilhassa kendi kabilesinde gördüğü aşırı baskılar dolayısıyla kardeşi Kays b. Huzâfe (r.a.) ile birlikte ikinci Habeşistan hicretine katıldı. (İbn Abdilberr, el-İstîâb, Ürdün 2002, s. 391.)

Abdullah b. Huzâfe (r.a.) Bedir savaşından sonra Medine’ye ulaştı. Bundan sonra Allah Rasûlü (s.a.s.) ile birlikte bütün savaşlara katılan Abdullah b. Huzâfe (r.a.) bir ara Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) tarafından yaklaşık 50 kişilik bir seriyyenin kumandanlığına da getirilmiştir. (İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-¼âbe, I-VIII, Beyrut ts., (Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye), III, 213.)

Hz. Peygamber (s.a.s.) Hudeybiye Barış Antlaşması’nın imzalanmasının hemen ardından Arap Yarımadası’nda bulunan kabilelere ve komşu devletlere İslâm’a davet mektupları göndermeye başladı. Bu mektuplarda muhataplarına güven ve himaye sözü vererek, elleri altında bulunan toprakların ve hazinelerin, vergilerin, imar edilmiş yerlerin kendilerine kalacağını garanti etmiştir. Salâtı ikame edip zekâtı verdikleri sürece bu haklarının korunacağını, dinden dönmeleri hâlinde ise artık güvencelerini kaybedeceklerini bildirmiştir.

Allah Rasûlü (s.a.s.)’nün davet mektuplarından biri de aşağıda metni verilen Abdullah b. Huzâfe (r.a.) tarafından Sâsânî Hükümdarı’na götürülen mektuptur:

“Esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın adıyla başlarım! Allah’ın Elçisi Muhammed’den İranlıların kralı Kisrâ’ya: Allah’ın selâmı, hakikat yolundan giden, Allah’a ve O’nun Elçisine inanan, Allah’tan başka tanrı olmadığına, O’nun tek ve ortaksız olduğuna, Muhammed’in O’nun kulu ve eçisi olduğuna şehadet edip bunu kabul edenin üzerine olsun! Ben seni tam bir İslam daveti ile çağırıyorum. Zira ben, can taşıyan herkesi uyarmak ve Allah’ın inanmayanlar hakkındaki sözünü gerçekleştirmek üzere Allah’ın tüm insanlara gönderdiği bir elçiyim. Öyleyse (İslam’a) tabi ol ki esenliğe kavuşasın; ama reddedersen, o zaman Mecûsîlerin günahı senin üzerine olacaktır.”

Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)’in kendisine gönderdiği bu mektup kralı oldukça öfkelendirmiş, eline alır almaz mektubu yırtıp parçalamıştır. Bunun üzerine Abdullah b. Huzâfe (r.a.) Kisrâ’nın huzurunda İranlılara hitaben şöyle bir konuşma yapmıştır:

“Ey Farslılar! Sizler, yeryüzünden ancak ellerinizde bulunan bir kısmına hâkim olarak, peygambersiz ve kitapsız olarak sayılı günlerinizi geçiriyor, bir düş hayatı yaşıyorsunuz! Hâlbuki yeryüzünün, hâkim olamadığınız kısmı daha çoktur.

Ey Kisrâ! Senden önce, nice dünyalık ve âhiretlik hükümdarlar gelmiş geçmiş ve hüküm sürmüşlerdir. Onlardan âhiretlik olanlar dünyadan da nasîblerini almışlar; dünyalık olanlar ise, âhiret paylarını kaybetmişlerdir! Dünyaya çalışmakta birbirlerinden geri kalanlar, âhirette bir hizâya gelmişlerdir. Sana getirip sunduğumuz bu işi, sen küçümsüyorsun, ammâ vallahi, nerede olursan ol, küçümsediğin şey gelince ondan korkacak, ancak korunamayacaksın!” Bu sözleri duyan Kisrâ daha da öfkelenip saltanatına gururlanarak dedi ki: “Şuna bak! Benim, kulum, kölem konumunda olan bir kişi, kalkıyor da bana mektup yazıyor hâ! Mülk ve saltanat, bana mahsûstur! Benim bu hususta ne yenilgiye uğramaktan, ne de bana bir ortak çıkacağından korkum vardır! Firavun İsrâiloğullarına hâkim olmuştu. Siz onlardan daha iyi ve güçlü değilsiniz. Sizi hemen hâkimiyetim altına alıvermeme ne engel var ki? Zira ben Firavun’dan daha iyi ve güçlüyümdür!”

Kisrâ elçiye karşı sarfettiği bu sözlerden sonra adamlarına Peygamberimizin (s.a.s.) elçisini dışarı çıkarmalarını emretti. Bunun üzerine Abdullah b. Huzâfe (r.a.) elçiye reva görülmeyecek bir davranışla İran sarayından uzaklaştırıldı. Diğer taraftan İran kralı Hüsrev, Arap yarımadasında bulunan valisi Bâzân’dan Hz. Muhammed (s.a.s.) hakkında kendisine bilgi vermesi emrini gönderdi.

Abdullah b. Huzâfe’nin İran’a götürdüğü davet mektubunun bizzat Kisrâ tarafından yırtıldığını haber alan Rasûlüllah (s.a.s.), bu saygısız davranışından dolayı onun cezalandırılmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz etmiştir. (İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ,IV, 177.) Aynı anda Yemen valisi Bâzân da kraldan emir aldıktan sonra iki adamını Medine‘ye yollamıştır. Kısa süre sonra Hz. Peygamber (s.a.s.), kendisine gelen elçilere İran Kralı Hüsrev Pervîz’in bizzat kendi oğlu tarafından öldürüldüğünü haber vermiş, ayrıca Bâzân’a müslüman olduğu takdirde Yemen’deki valilik görevinde bırakılacağını bildirmelerini söylemiştir. Elçiler ülkelerine geldiklerinde Allah Rasûlü (s.a.s.)’nün İran’daki yönetim değişikliğiyle ilgili verdiği bilgilerin doğruluğunu anlamışlar, ardından da valilerine Hz. Peygamber (s.a.s.)’in teklifini iletmişlerdir. Kısa süre sonra da Bâzân pek çok Yemenli’yle birlikte Müslüman olduğunu ilân etmiştir. (Buhârî, Cihâd ve’s-Siyer 101, Buhârî, Meğâzî 82; İbn Sa’d, et-Tabakât, I, 259-260.)

Abdullah b. Huzâfe (r.a.) Hz. Ömer (r.a.) devrinde Şam topraklarında gerçekleştirilen fetihler esnasında Bizanslılarla yapılan bir savaşta bir çok Müslümanla birlikte esîr düşmüştü. Rumlar ellerine geçirdikleri esirlere önce Hıristiyanlık telkini yapar, kabûl ettiği takdirde serbest bırakırlar, aksi hâlde onları çeşitli işkencelerle öldürürlerdi. Esirler arasında bulunan Abdullah b. Huzâfe’nin (r.a.), sahâbenin ileri gelenlerinden biri olduğunu öğrenen kral ona ayrı bir ehemmiyet veriyor, sürekli olarak Hıristiyanlığı kabûl etmesi için telkinlerde bulunuyordu. Fakat Abdullah b. Huzâfe (r.a.) bu tekliflerin hiçbirisine kulak asmıyor, onun yüzüne karşı kelime-i şehâdeti söylemeye devam ediyordu. Kral ise henüz ondan ümidini kesmemişti. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.)’in yakın arkadaşlarından birisinin Hıristiyanlığı kabûl etmesi, günden güne yayılarak Bizans’ı tehdit eden Müslümanlar arasında bir panik meydana getirecek ve Hıristiyanlık âlemi için büyük bir muvaffakiyet olacaktı. Bu sebeple kral, Abdullah (r.a.)’ın Hıristiyan olması hâlinde kavuşacağı dünyalıkları durmadan arttırıyor, ona yeni yeni önerilerde bulunuyordu. En nihayetinde şöyle bir teklifte bulundu: “Hıristiyan olmayı kabûl ettiğin takdirde, kızımı sana verir, seni saltanatıma ve mülküme ortak ederim”. Ancak Abdullah (r.a.) izzetle haykırarak şu cevabı verdi: “Değil bütün Bizans topraklarını, Arap ve Acem topraklarını da versen bir an olsun dinimden dönmem!”. Bunun üzerine kral, Abdullah (r.a.)’ı öldürmekten başka seçeneğin kalmadığını söyledi. Abdullah (r.a.) ise ona şöyle cevap verdi: “Buna gücünüz yetebilir. Ama sizler imânımı kalbimden çıkarıp atamazsınız!”. Abdullah b. Huzâfe’den (r.a.) umduğu neticeyi alamayan Bizanslılar ilk önce onu çarmıha gerdiler. Bu esnada okçular devamlı olarak, ellerine ve ayaklarına yakın yerlere ok yağdırıyorlardı. Bu arada ona Hıristiyanlık telkinleri yapılmaya devam ediliyordu. Diğer taraftan bir kazan su kaynatılmış ve Hıristiyan olmayı reddetmiş olan Müslüman esirlerden birisi getirilmiş kazana atılmak üzere bekletiliyordu. Abdullah (r.a.) bunun üzerine ağlamaya başladı. Kısa süre sonra eli-kolu bağlı Müslüman esir kaynar suya atıldı. Etrafta bulunanlar ve Abdullah (r.a.) bu fecî duruma şahit oldular. Daha sonra Abdullah (r.a.) da kaynayan kazanın yanına getirildi. O, bu sırada ağlamaya devam ediyordu. Kral onun korkusundan ağladığını zannederek tekrar Hıristiyan olmasını teklif etti. Abdullah yine yapılan öneriyi geri çevirdi. Bunun üzerine kral ona ağlamasının sebebini sordu. Abdullah (r.a.) muhatabına şöyle cevap verdi: “Ben korkumdan ağlamış değilim. Biz Müslümanlar Allah yolunda ölümden korkmayız. Benim ağlamamın sebebi şudur ki; başımdaki saçlarım adedince canlarım bulunsa da onlardan her biri böyle Allah yolunda ölüme gitse diye düşündüm ve böyle bir düşünce beni ağlamaya sevketti”.

İslâm izzetinin müşahhas bir timsâli olan Abdullah (r.a.)’ın bu sözleri karşısında kral yeni bir teklifte bulundu: “Beni başımdan öpersen, seni serbest bırakacağım”. Bizans saltanatına ortaklık teklifi karşısında bile imânından fedâkârlık göstermeyen Abdullah b. Huzâfe (r.a.) bunun üzerine muhatabına şöyle bir teklifte bulundu: Burada bulunan bütün Müslüman esirleri serbest bıraktığın takdirde dediğini yaparım. Abdullah (r.a.), kralın başını öpmeye giderken şöyle düşünüyordu: “Bu adamın Allah’ın düşmanlarından birisi olduğuna inanıyorum. Bunun başını, layık olduğundan değil, ancak Müslüman kardeşlerimi serbest bırakacağı için öpüyorum”. Abdullah b. Huzâfe (r.a.), kralın başını öptü ve o da sözünde durarak 80 Müslüman esiri serbest bıraktı. Sonuçta onun davranışı 80 Müslümanın kurtarılmasına ve daha nicelerinin îmânını kurtarmasına vesîle olmuştu. (Zehebî, Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, I-XXIII, (thk. Şuyab Arnavud), Beyrut 1985, II, 13-15.)

Düşman elinden kurtardığı esirlerle birlikte Medine’ye dönen Abdullah (r.a.), Müslümanların halifesi Hz. Ömer (r.a.) tarafından karşılandı. Hz. Ömer (r.a.) ilk önce Abdullah (r.a.)’ı tebrik etti, ardından da orada toplanmış bulunan halka hitâben şöyle dedi: “Abdullah, kralın başından öperek 80 Müslüman kardeşimizin kurtuluşuna vesîle olmuştur. Onun için, Abdullah (r.a.)’ın başından öpmek her Müslümana bir vazîfedir. İşte ilk önce ben öpüyorum”. Halife bundan sonra da onu başından öptü. (İbn Abdilberr, el-İstîâb, s. 391; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-¼âbe, III, 213-214; Siyeru A‘lâmi’n-Nübelâ, II, 15-16.)

Hz. Ömer’in halifeliği döneminde Şam fetihlerine iştirak etmiş bulunan Abdullah b. Huzâfe (r.a.) daha sonra Amr b. el-Âs (r.a.) komutasında gerçekleştirilen Mısır’ın fethinde bulundu. Onun Hz. Osman (r.a.)’ın halifeliğinin son yıllarında (H.35/M. 655-56} Mısır’da vefât ettiği rivayet edilir. (İbn Abdilberr, el-İstîâb, s. 391-392; İbn Hacer, el-İsabe, I-V, Kalküta 1803, IV, 55-56.)