Makale

Hakikati kelimelere söyleten şair Fuzuli (?- 1556)

PORTRE

Hakikati kelimelere söyleten şair Fuzuli ( ? -1556)
Kâmil Büyüker

“Bu aşufte ve hayran, bîçare ve fakir Fuzûli, kendi ahvalinden biraz bahsetmek arzusundadır: Henüz çocuktum. Dünyada olup bitenlere ibret gözü ile bakıyordum. Marifetler dilberini kendime sevgili edinmiştim. Bu sevgilim ile sevişirken bazen yaratılışımda gizli olan hararetli ihtiras ve aşk, istidadımın karşısına şiir sevgisi kapılarını açardı. Fakat ilim ve irfan kazanmaya karşı duyduğum alaka ve gayret beni bundan menederdi. Şiir hakikaten güzeldir. Lakin insanı ilim kazanmaktan alıkorsa o zaman iş değişir.”

Kendini yukarıdaki satırda böyle tanıtan klasik edebiyatımızın büyük şairlerinden olan Fuzuli’nin, asıl adı Mehmet b. Süleyman olarak geçer. Doğum yeri ve tarihi konusunda net bir bilgiye sahip değiliz. Riyâzi Tezkire’sinde “Çün hâk-i Kerbelâst Fuzûli makâmmen” mısraı ile başlayan kıt’asına dayanarak Kerbela’da doğduğunu söyler. Kendi eserinde ve bazı kaynaklarda da Fuzuli-i Bağdâdî, Mevlana Fuzuli diye anılmıştır. Bir başka kayıt da onun Bağdatlı olduğu rivayet edilmiştir. Ancak son yapılan çalışmalarda Hille’de doğduğu konusunda güvenilir deliller öne sürülmüştür. Yine Fuat Köprülü’nün yaptığı çalışmalar neticesinde eski bir oğuz aşireti olan Bayat’lardan olduğu ortaya çıkmıştır. Fuzuli, gerek Hadikatü’s-Süeda ve gerekse Farsça Divanı’nın önsözünde ana dilinin Türkçe olduğunu açıkça söylemiştir. Ne derece eğitim aldığı da kaynaklarca meçhuldür. Türkçe Divanı’nın önsözünde küçük yaşta okula başladığını ve şiirler söylediğini, ancak ilim yolunda olunmadan söylenen şiirlerinin bir kıymetinin olmayacağı dolayısıyla ilim tahsili yaptığını öğreniyoruz.

Fuzuli, bütün ömrünü Hille-Kerbela-Necef-Bağdad arasında çok dar bir bölgede geçirmiştir. Türkçe Divanının mukaddimesinde bunu şöyle açıklamıştır: “Menşe’ ve mebde’im Irâk-ı Arab olup Tamâmî-i ömrümde gayrı memleketlere seyahat kılmadığıma…” yaşadığı dönemlerde toprakların sürekli savaş, istila v.s. sebeplerle el değiştirmesi sonucu Fuzuli’nin de yokluk içinde bir ömür sürdüğünü yine kendi eseri ve kaynaklardan öğreniyoruz. Divan-ı Arabî’deki bir kıt’adan Necef’te Hz. Ali türbesinde türbedarlık ettiğini anlıyoruz. Aslında derdinin ilim olduğu gelir getirmeyen işlerde çalışmasından anlaşılmaktadır.

Kanuni Sultan Süleyman Bağdat seferi sonrası Fuzuli’nin padişaha kaside sunduğunu ve kasidenin içinde “Geldi burc-ı evliyâya padişâh-ı nâmdâr” (941) mısraının olduğunu görüyoruz. Ayrıca Kanuni’ye iki kaside ile bir terkib-i bend söylemiştir. Saraydan Sadrazam Makbul İbrahim Paşa, Kazasker Abdülkadir Çelebi, Nişancı Celalzade Mustafa Çelebi’ye de kasideler sunarak, Osmanlı devlet adamlarının himayesine girmeye çalışmıştır. Yine çekilen sıkıntılar neticesinde Osmanlı topraklarına yerleşmek düşüncesinde olduğunu Kanuni’nin oğlu Şehzade Beyazıd’a yazdığı mektupta dile getirmiştir. Bağdat’tan Osmanlı topraklarına geçmek niyetinin mısralara yansıyan yönü:

Fuzûli ister isen izdiyâd-ı rütbe-i fazl
Diyâr-ı Rûmı gözet terk-i hâk-i Bağdâd et

Kanuni daha Bağdat’tan ayrılmadan maaş bağlayacağına söz vermiş ve gündelik 9 akçe maaş bağlanmış ancak Fuzuli bu maaşı azımsayınca biraz ilave yapılsa da, meşhur “Şikayetnâme”yi kaleme almaktan da geri durmamıştır.

Fuzuli, Âli’nin Künhü’l Ahbar ve Kâtip Çelebi’nin Keşfü’z-Zünun adlı eserlerinde “göçdi Fuzûlî” tamlamasının gösterdiği 963/1556 tarihi ile Kerbela’da taundan ölmüştür. İmam Hüseyin’in Kerbela’da türbesi karşısındaki Abdülmü’min Dede türbesinde metfun bulunduğu sadece rivayetlerle sınırlıdır.

Fuzuli Şii mezhebindendir. Lakin Kanuni Sultan Süleyman’a sunduğu kasidede İmam-ı Azam’dan söz etmesi ve Leyla ve Mecnun mesnevisinde Hz. Ali yanında öteki halifeleri de övmesi onun Sünni olduğunu göstermek isteyenlerin delilleridir.

Fuzuli mahlasını peki neden almıştır? Onu da Farsça Divanı’nın önsözünde daha önce kullandığı mahlasların birçok şair tarafından çabucak benimsendiğini bu yüzden birçok karışıklık ortaya çıkacağını düşünerek kimsenin beğenmeyeceği Fuzuli (boş, gereksiz) mahlasını aldığını açıklamıştır. Fakat bu kelimenin aynı zamanda “fazl” kelimesinin çoğulu olduğunu da hemen sözlerine eklemiştir.

Edebî kişiliği

Fuzuli âlim bir şairdir. Fuzuli hemen hemen doğrudan hiçbir şairin tesirinde kalmamış ancak birkaç şair bundan müstesnadır. XV. Yüzyıl Azeri şair Habibi, Necati Beğ bunlardan sadece ikisidir. Şair Türkçe Divanı’nın Mukaddimesinde şiir hakkındaki düşüncelerini şu şekilde izah eder: “İlimsiz şiir esası yok divâr kimi olur ve esassız divâr gayette bî-itibâr olur.” Sonrasında kendi şiirinden örnekler vererek, gençliğinde aşk şiirleri yazdığını, hatta bunlarla ün kazandığını ancak gençlik hevesiyle yazılan bu şiirlerin uzun ömürlü olmayacağını anladığını, şiirini ilim ve marifetle besleyip, akli ve nakli ilimleri öğrendiğini anlatır.

Üç tür taifeden yakınır. Birincisi şiiri yanlış kopya eden kâtipler. İkincisi kötü şiir okuyan “dâvâ-yı isti’dâd” sahipleri, üçüncüsü ise kendilerini şair sanan “tab’-ı nâ-mevzûnları” ile şiir söylemeye kalkışan “müteşâ’ir”ler kendilerini bilmez cahillerdir, der. Der ki: “Ey sevgili dostum, şiirin bir çok alât ve edevata ihtiyacı vardır. Bu aletler olmadan bir san’ata başlamak güçtür. Bununla meşgul olan ve bu çölü aşıp geçen eski şairler; güzel huylu sultanların riayetine mazhar olmuşlar, zevk sahibi büyükler ile düşüp kalkmışlar, cennet gibi bahçelerde gezip dolaşmışlar (…)”

Fuzuli’nin adından çok söz ettiren en önemli eseri hiç şüphesiz “Su Kasidesi”dir. Üzerine sayısız şerh yazılmıştır. Peygamber aşkının en veciz, en güzel ifadelerinin su ile remzedildiği beyitler şöyle başlar:

“Saçma ey göz eşkden gönlündeki odlara su
Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çâre su”

(Ey göz! Gönlümdeki (içimdeki) ateşlere göz yaşı(m)dan su saçma ki bu kadar (çok) tutuşan ateşlere su fayda etmez.)

Ayrıca derdi ve ıstırabı olan bir şair olarak Fuzuli der ki:
“Gönlünde bir derdi bulunmayan, ciğeri yaralı olmayan insanın şiirinde tat vardır zannetme. Zevk ve safa, huzur ve rahat şiire zevk vermez. Asıl ıstırabın doğurduğu şiir müessir olur.”

Eserleri

Fuzuli’nin manzum ve mensur olmak üzere Arapça, Farsça ve Türkçe eserleri mevcuttur. Eserlerinden bazıları, Türkçe Divan, Arapça Divan, Leyla ve Mecnun, Beng ü Bade, Tercüme-i Hadis-i Erbain, Hadikatü’s-Süeda, Farsça Divan, Sakiname, Hüsn ü Aşk, Rind ü Zahid, Matla’ü’l-İ’tikâd’dır.