Makale

Hava buz gibi içimizde öyle

Hava buz gibi içimiz de öyle
Fatma Hale Liman

H ava buz gibi... Kar yağıyor. Hiç alışık olmadığımız bir dünyanın kapılarını çalıyoruz. Sadece endişeliyim, çünkü buranın sakinleri ile nasıl iletişim kuracağımı bilemiyorum… İlk nasıl başlamalı? Tamam, ismini, nereli olduğunu sorduk, ya ondan sonrası…

İlk tanışmamız olduğu için hepsi bir arada olsunlar istiyoruz. İkramımızı da yanımızda getiriyoruz, belki aramızda muhabbetin oluşmasında bir vesile olur…

Hazırlıklar tamamlanıyor, herkes masalarda yerlerini alıyor, hep birlikte salavatlar, tekbirler getiriyoruz, gözlerinden yaşlar süzülüyor birçoğunun… Nereden geldiğimizi söylüyoruz, sizin için, sizi sevdiğimiz için geldik diyoruz, alkışlıyorlar... İkram bitiyor, odalarına çekiliyorlar. Biz de onlarla çıkıyoruz. Esas işimiz şimdi başlayacak…

Koridordaki kanepede oturan hanım dikkatimi çekiyor. İki kaşının ortasında ufak bir yara var. Burnu ve gözlerinin altı sararmış. ‘Ne oldu?’ diye soruyorum. Daha bir aydır burada. Geldiği ilk gün gözü kararmış, düşmüş. Doktora çıkmadım diyor. Bana artık ölmek lazım ama isteyince de olmuyor, diyor. Ağlıyor…

Ardahan’dan tek ben varım burada diyor, bakamadılar, beni buraya attılar, diyor. Öyle deme, hamdolsun sıcacık bir yerdesin, yemeğin önüne geliyor, yatacak yerin var, senin sırtını kimse yere getiremez, arkanda koskoca devlet var diyorum. Ağlıyor…

Burada tecrübeli bir personel; ‘ilk gelenler böyle olur, alışırlarsa üç ayın içinde alışıyorlar, alışamazlarsa ölüyorlar’ diyor. ‘Eğer alıştıkları odalarını bir değiştir, o zaman da ilk geldikleri gün gibi oluyorlar, ağlayıp üzülüyorlar, hastalanıyorlar’ diyor…

‘Şimdiden sonra bana ölmek lazım’ sözü çok daha başka…

Hayatlarında tüm dönemleri bitirmişler, evlenmiş, çocuk yetiştirmiş, onları da okutmuş, evlendirmişler, eşlerini kaybetmiş, yalnız yaşayamamış, evlatlarına sığınmışlar. İşte tam da burada her şey kopuyor. Kardeş kavgaları; ‘ben çok baktım biraz da siz bakın, eşim istemiyor ağabey annem (ya da babam) sana daha münasip’ veya ‘Hayır kardeşim benim eşim de çok rahatsız; sinir hastası oldu artık kaldıramıyor’ vb… Bunlar böyle uzayıp gider… Doksan yaşında Yunanistan göçmeni teyzenin anlattıkları idi bunlar… Bizimle sakinleri tanıştıran kurum personeline dönüyorum; ‘doğru diyor, en sonunda gelini kadını döverek kapı dışarı etmiş, evlatlar da anneleri için en iyisi olacağını düşünüp onu buraya bırakmışlar. Gözleri kan çanağı gibi… Hiç durmamasına ağlıyor’ diyorlar. İhanetin, hayal kırıklığının, çaresizliğin, kimsesizliğin göz yaşları bunlar…

Hayatın ilk dönemleri kolay geçiyor, ya son dönemleri… Kendini hiç işe yaramaz, istenmeyen kimse olarak görüp de; artık torun sevip, tecrübeli, saygıdeğer bir büyük olarak evlatlarının kanadında hayatının son noktasını da sevdikleri ile birlikte koyma arzusunu güderken bu ne şimdi…

Erzincan’dan getirilen teyzeyi o kadar çok sevdim ki; dört yıl evvel kaybettiğimiz babaannemin tıpkısının aynısı. Bembeyaz pamuk gibi… Kucaklıyorum, öpüyorum… Hani sevgiye aç çocuklar, büyükleri kendilerini öperken, kıpırdamadan dururlar ya, sanki kıpırdasalar artık sevilmeyeceklermiş gibi düşünürler ya, onlar da öyle… O kadar çok sevgiye muhtaçlar ki… Seni yanımda götüreyim, benim babaannem ol diyorum, dememle de çok üzülüyorum, çünkü hazırlanmaya başlıyor, benimle gelmek için. İzin verirler mi diyorum, olmuyormuş. Ümitlendirdim, bir de ben incittim diye kahroluyorum, hadi! Şimdi de ben kopuyorum… Dışarıya zor atıyorum kendimi.

Görüşülecek, konuşulacak, “yalnız değilsiniz, herkesin bir sahibi var, O da Yüce Allah” diyecek, dinlenilecek, duyguları paylaşılacak o kadar çok kimse var ki; gerçekten profesyonel bir eğitime ihtiyaç var. Batı’da bu durum kimsenin zoruna gitmez, huzur evinde kalmak zor gelmez kimseye… Bizim toplumumuzda öylemi ama…? Batı’da aile, on sekiz yaşına gelince çocuğunu dışarı atar, kendi başının çaresine bak der, bizde ise ömür boyu evlat, evlattır. Benim annemin bu yaşta bize hizmet edişine baksanız, hayret edersiniz.

Ayetleri düşünüyorsunuz; ana-baba konusunda, hadisleri düşünüyorsunuz, yaşanana bakıyorsunuz; nasıl bu hâle gelebilmişiz? Nasıl yozlaşmışız? Ne kadar bencil olmuşuz? ‘Zahmet kadar rahmet vardır’ sözünü kim söylemiş sahi? ‘Gelinler kayınvalidelerine bakmak zorunda değiller’ deyip de bunu dillendirenler; ota, çöpe, her türlü yaratığa merhamet etmedikçe, göktekilerin de bize merhamet etmeyeceğini de bilirler tabii… Hani birbirimizi sevmedikçe gerçek Müslüman değildik, hani müminler duvarın tuğlaları gibiydi, hani bir müminin dünya sıkıntılarından birini giderince Allah da bizim sıkıntılarımızı giderirdi? Efendim buradaki kapsama alanına kayınvalide-kayınpederleri alamıyoruz. Niye? Din bunu bana emretmiyor. Oğlu baksın. Kadının yapacağı şey belli, erkeğinki belli. Hem herkesin ana-babası yok mu bu dünyada? Onlara kim baksın? Bu ‘baksın’ kelimesini kullanmaktan! yemin ediyorum, haya ediyorum…

Bizlere seminer veren psikolog; ‘hiçbiriniz şu anki durumuna güvenmesin çünkü zamanın sizi nereye götüreceğini bilemezsiniz’ demişti.

Altmış yaşından sonra hayata daha farklı bir yerden tekrar başlamak o kadar kolay mı? Kolay değil olsa gerek ki teyze; ‘kızım bize artık ölmek lazım’, diyordu… Çok ağlayan teyzenin birine ne de güzel; ‘kaloriferin yanında sıcacık oturuyorsun, en güzel yemekleri yediriyorlar, tertemiz giydiriyorlar’ diyorum. Ama o; ‘soğuk olsun, ailem olsun’ diyor. Doğru fıtrata uyanı bu olmasa Allah insanoğlunu aile içinde yaratmazdı. Çünkü hayatın her döneminde aileye muhtaç insan, herkes ailesi ile anlamlı hisseder kendini, güçlü hisseder, zorluklara onların desteği ile daha kolay katlanılır çünkü… Bizim kurumda, kadrolar asla dolmaz demişti bir yetkili, çünkü her ay birkaç kişi vefat eder…

Bir darülaceze sakininin dediğine göre; bundan on yıl kadar evvel buraya gelenler birbirleriyle daha güzel iletişim kurarlarmış, yeni gelenler ise kimseyle konuşmuyor, birlikte gezmiyorlarmış. Bu da epeyce düşündürdü beni. Neden? Belki de iletişim kabiliyetimizi iyice kaybetmişiz, birbirimizin hal ve hatırını sorma özelliğimiz yok olmuş, derdiyle dertlenme bitmiş. Gerçekten istemediğinden değil bilemediğinden… Tanımıyor kimseyi, bu yüzden de korkuyor belki de… Hayat onları o kadar hırçınlaştırmış ki çok çabuk kavga ediyorlar. Çok çabuk ağlıyorlar. İfrat ve tefritlerdeler. Bize ulaşan ön bilgide hemen hepsinin psikolojik rahatsız oldukları yazıyor. Çok görmüyorum, benim de bozulurdu…

Yetkililer gerçekten iyi çalışıyor, onlara diyecek bir şey yok. Denecek tek şey şu ki; fıtrata uymuyor, kurumsal çözümler. Daha çok, cenazeler kalkar oradan, daha çok yaşlı; yağmurlar, onların mazlum yüzleri hürmetine, rahmet olarak yağdığı halde gözyaşı döker.

Dünyada bedava olduğu halde insanların birbirlerine vermekte cimrilik yaptıkları, kıskandıkları tek şey ‘sevgi’. İnsanoğlunun olmazsa olmaz; muhtaç olduğu en önemli şey de sevgi. Sevgi fakiri olmak en acısı. Ya sevmeyi unuttuk ya da bizimkisi sevgi değil.