Makale

Alev Alatlı

Alev Alatlı

Bilimi yegâne bilgi edinme yolu olarak benimsemeye, bilim ve teknolojiyi tek referans kaynağı olarak görmeye ve dinî alandan geleni bilişsel açıdan anlamsızlaştırmaya, insanı, ahlâkî ideallerin rehberliğinden mahrum bırakmaya yönelik çabalar ne anlamlar içermektedir?

Önce şunu açıklığa kavuşturalım: “Bilimi yegâne bilgi edinme yolu olarak benimsemek, bilim ve teknolojiyi tek referans kaynağı olarak görmek”-ve dolayısıyla- “dinî alandan geleni bilişsel açıdan anlamsızlaştırmak”tan söz ettiğimizde, bundan asgari 350-400 yıl önce Avrupalı düşünürler arasında filizlenen ve giderek modern dünyaya damgasını vuran bir “zihniyet değişikliği”nden, “Avrupa Aydınlanması” dediğimiz sürecin sonuçlarından söz ediyoruz. Kopernik, Kepler ve Galile ile şekillendiği, Isaac Newton’un 1687 basımı “Principia”sı ile kesinleştiği kabul edilen bu süreç, Hristiyanlığın (ve zamanla diğer dinlerin) dünya ve evrenin mahiyetine ve işleyişine ilişkin açıklamalarının gerçekleri yansıtmadıkları gerekçesiyle reddedildikleri, vahiy ve/veya usavurum menşeli açıklamaların yerlerini “bilimsel yöntem” yani, gözlem ve deneyle saptanan bulguların aldığı süreçtir. Öte yandan, tüm oluşumlar gibi, “aydınlanma” dediğimiz düşünsel dönüşümün başlangıç noktası da kesin olmadığı gibi, sürece katkıda bulunanlar bambaşka niyetlerle yola çıkmışlardı. Örneğin, Sir Isaac Newton ki, aydınlanmanın mihenk taşı olarak bilinir, Kâinat Teorisi isimli kitabını akranlarına açıklarken, Hristiyan öğretisini reddetmek şöyle dursun, evren gibi harikulâde, karmaşık olduğu kadar da güzel bir eser ortaya koyan “Yaratan’a lâyık bir övgü” sunabilmeyi ummuş. Ancak, bunu yaparken, evrendeki her şeyin birbirlerine doğal çekim dediği güçle tutunan maddeciklerinden oluştuğunu (iki cisim arasındaki çekim, cisimlerin kütlelerinin çarpımının, aralarındaki mesafenin karesine bölünmesine eşittir) kanıtlamış, Descartes’ın hareket teorilerinden yola çıkarak evrenin mekânik yapısını saptamış, gezegenlerin uzaydaki hareketlerinden denizlerdeki gelgitlere, yere düşen cisimciklerin hızlarına kadar olan biten her şeyin nasılını hemen tümüyle açıklamış. Principia’sı yayınlandığında henüz on beş yaşında (1672 doğumlu) olan bu dâhî, dünyanın çok sayıda veriden oluştuğunu, parçaların gözlemlenmeleri ve çözümlemeleri sonucunda ortaya çıkacak birkaç sade, basit ve kesin kanunun “bütün”e uygulanabileceğini, bu kanunların “bütün”ü de kesin olarak açıklayabileceğini savunmuş. Sorun da bu noktada çıkmış: Newton’un bahsettiği tabiat kanunlarının neler olduklarının keşfedilmesi hâlinde kâinatın kendisine özgü bir hayatı olmayan, belirli birtakım matematik kanunları uyarınca mekânik hareketler sergileyen maddeden ibaret olduğunun teslim edilmesi gereği ortaya çıkmış. Kâinat Teorisi’nin evren ve dünyaya dair olup da açıklanmadık bir nokta bırakmamış olması, Tanrı’nın eserinin yaşayan bir olgu olarak algılanmayı sürdürmesine imkân bırakmamaktadır. Böyle olunca da, Kutsal Kitap’da vazedilen Tanrı’ya - en azından madde dünyasında - yer kalmamış. Nitekim, zamanla, geleneksel Hristiyan teslisinin, yani üçlemesinin, yerini “Isaac Newton teslisi” dedikleri Zaman-Uzay-Madde üçlüsü alırken, Batı’nın Tanrı’sı, evrenin sonsuzluğu ile özdeşleştirilen ancak insan hayatı üzerinde etkisiz bir “soyutlamaya” dönüşmüş. Bu arada, Kant gibi, Baron Gottfried Wilhelm von Leibnitz gibi, Newton’un verilerini Hristiyan ideolojisiyle uzlaştırmaya çalışan fevkalâde dindar düşünürler de var tabii. Ama söyleşimizin konusu aydınlanma değil. Burada önemli olan, Isaac Newton’la birlikte Batı’nın Tanrı’sının insan hayatı üzerinde etkisi olmayan bir “soyutlamaya” dönüşmüş olduğu keyfiyetidir. Tanrı, soyutlanmaya görsün! Tanrı, hayatın dışına itilip, insan üzerinde etkili olmadığı düşüncesi yerleştiğinde “ahlâkî idealler” lâfta kalan temennilere indirgenir. Temennilerin işlevsel olmaları da mümkün değildir. Nitekim, böyle de oldu. Günümüz dünyasında “ahlâki değerler”in pazar-ekonomisi tarafından saptanması söz konusudur. Yani, ekonomik olarak “başarılı” olduğu sürece, fuhuş, cinayet, intihal/hırsızlık vs.vs. gibi On Emir’le kesin olarak yasaklanmış davranışlar, “günah” olmaktan çıkmış olup, en iyi ihtimalle “insanî zaaflar” olarak görülmektedirler. Sorunun başında belirttiğim gibi, bütün bunlar, bugünden yarına çabaların ürünü değil, çok uzun ve çetin bir sürecin sonuçlarıdır.

Bunun insanımıza ve dünyaya yansımaları nelerdir?
“Aydınlanma”nın bir yansıması, “klâsik fizik”in yasalarının ve “pozitivizm”in düşünce hayatındaki saltanatıdır ki, bu saltanatın tahtı “yeni fizik” denilen kuantum fiziği ve “bulanık (fuzzy) mantık”la sallansa da, siyah-beyaz düşünce, dediğim dediklik, toleranssızlık daha on yıllar modern dünyanın düşünce iklimini belirleyecek gibi durmaktadır. Öte yandan, “ahlâkî değerler”in yukarıda ifade ettiğim gibi saptanması demek, vahşi kapitalizmin ekmeğine yağ sürmek demektir ki, yeni dünya düzeninin sermaye hareketlerinde gözlemlediğimiz kayıtsızlığın aslı bu teslimiyettir. Bunun yol açtığı merhametsizliği görmemek mümkün mü?

Dini bireysel ve toplumsal hayattan çıkarmanın ve yerine başkalarını ikame etmenin psiko-sosyal imkânı var mı?
Bence dünya tecrübesi böyle bir imkânın pekâlâ da var olduğunu gösteriyor. Ölüm ve meçhul korkusunu geçiştirmenin yolları da pekâlâ bulunuyor. Ahlâk göreli olunca, vicdan güçlünün hizmetinde olabiliyor. Soljenitsin’in, “Tanrı kâinatın- merkezinden alınmaya görülsün, Tanrı-insan derhal kendisini O’nun yerine koymaya kalkışıyor, kâinatı/dünyayı dilediği gibi kullanmakta özgür olduğu düşüncesine kapılıyor. Yüce Yaratıcı karşısında tevazuyu ve sorumluluklarını unutuyorlar, vicdanın sesi kısılıyor” diye bir saptaması vardır. Ne kadar hazin ve doğru!

Pozitivizmin tekelci ve dışlayıcı tezahürleriyle ilgili olarak neler söylemek istersiniz?
Dünya ve kâinatın birkaç sade, basit ve kesin kanunun “bütün”e uygulanabileceğini, bu kanunların “bütün”ü de kesin olarak açıklayabileceğini savunan Newton’un dünyasında belirsizlik, bulanıklık yoktur. Bir şey ya öyledir ya da öyle değildir. Ya siyah ya beyazdır, gri yoktur. Bu positivist görüşü, siyaset bilimine taşıdığımızda iki olgu ile karşılaşırız, Toplum mühendisliği ve ideolojilerin keskinliği. Toplum mühendisliği, otokratik ya da en azından Jakoben/tepeden inmeci yönetimlerle sonuçlanırken, ideolojiler keskinleşir. Örneğin, Newton’un siyah-beyaz dünyasında bu şablona uymayan tezahürler gösteren birisi ciddiye alınmaz, dışlanır. Ya da, daha güncel bir örnek: hem laik, hem de Müslüman olunabileceği şeklindeki bir iddia ya kabul edilemez bir yozlaşma olarak nitelendirilir ya da marjinal bir tutum olarak kenara itilir. Şu ya da bu ölçüde, pozitivizm hepimizin içine bir biçimde sinmiş korkarım!

Aydınlanma kibri nedir? Bu kibrin çaresi olarak işte budur dediğiniz/diyebileceğiniz öneriniz var mı?

“Aydınlanma” konuşageldiğimiz süreç. “Aydınlanmanın kibri,” insanoğlunun keşif ve icatlarıyla mest olup, aklının sınırlı olabileceği ihtimalini dahi düşünemez olması hâli. Soljenitsin’in, “...Yüce Yaratıcı karşısında tevazuyu ve sorumluluklarını unutuyorlar, vicdanın sesi kısılıyor” dediği aşama. Çaresi, bilgi. İnsan ne kadar çok öğrenirse, o kadar az bildiğini bilir. Dik duran boş başaktır derler.

Aydınlanma adına çekilen ızdıraplara karşı merhamet çağrısı… Dünyanın her şeyden çok ihtiyaç duyduğu şey merhamet midir?
Bence, evet. Ukalâlık etmeden, kazanımlarla sevindirik olmadan, üstenciliğe etmeden, kibirlenmeden, mahkûm etmeden merhamet. Eşrefi mahlûkat olmanın bilinciyle merhamet.

Aydınlanma merhametin karşıtlığı mı sizce?
İşin başından mesela, Galile’nin ayın dünyanın etrafında döndüğünü söylediği günden itibaren, Kilise, Kutsal Kitap’ın haricinde derlenen bir bilgi kırıntısını reddedeceğine, adamın bulgularını Yüce Allah’ın icraatına dair bir başka veri olarak kabullenebilse, bastırmaya, cezalandırmaya kalkacağına yepyeni bir zenginlik olarak içselleştirebilseydi, Tanrı’nın insan hayatı üzerinde etkisi olmayan bir “soyutlamaya” dönüşmesini önleyebilirdi diye düşünürdüm. Burada, egoya yenik düşüldüğünü, tevazu ve sorumlulukların unutulduğunu düşünüyorum. Bana göre bu yanlıştaki ısrar, döndü dolaştı Tanrı korkusunu ortadan kaldırdı. Allah korkusu ortadan kalktığında elde insanoğlunu zulümden caydıracak pek bir şey kalmadığı da tarihin tasdikinde, öyle değil mi? “Akıl” merhametin garantisi değil, ne yazık ki.