Makale

Medyada titreyen alev üşüyor...

Medyada titreyen alev üşüyor…

Doç. Dr. Mustafa Yağbasan
Fırat Üniv. İletişim Fak.


Ebediyete intikal eden Karakoç duygusunu anlatırken; “Lambada titreyen alev üşüyor” diyordu… Bu metaforik dizelerde muhtemeldir ki berrak ve billur bir sevda hikâyesinin ateşler içerisinde titremesi resmediliyordu. Belki de asıl muradı ilahî aşktı, kim bilir! Oysa zamane şiirlerinde ve kelamlarında bu türden ilahî mesajları aramak bir tarafa, aşkın naifliğini ve sadeliğini görebilmek veya hissedebilmek dahi nerdeyse imkânsız gibi! Cinselliğe atfedilen bir şiir dili (!) ile üretilen şarkı sözlerinde ne edebi, ne de edebî derinliği veya ne ilahî, ne de insani aşkı yakalamak mümkündür.
Tüm bunlar bir tarafa özellikle televizyon kanallarında dönen klipler veya gazetelerin “arka sayfa güzelleri” ile medyanın, âdeta tüm tüketim metalarını görsellikle bezeyerek yeni bir aşk retoriği inşa ve enjekte ettiği görülmektedir. Yansıtılan şiddet görüntülerini, kullanılan dili, kadının cinsel meta olarak sunumunu tasvir etmeye onurlu kelimeler bulmak neredeyse imkânsız gibi… Toplum, yeniden tasarlanan ve kurgulanan bir aile düzenine alıştırılmaya veya yeniden yazılan tarihlere inandırılmaya çalışılıyor. Medyanın diğer sunumlarında; reklamlarda ve hatta haberlerde dahi bu ve benzeri angajmanları, manipülasyonları ve ihlalleri görmek mümkündür.
Neyi verirsen alabilen ve verilenleri “mutlak doğru” olarak telakki eden anlayışa tecimsel (ticari) kaygıların da dâhil olması meseleyi daha girift hâle büründürmektedir. Acımasız rekabet şartlarında reyting manipülasyonuna mağlup olmamak için çırpınan basın kuruluşlarından bu şartlarda “ahlaki” yayıncılık anlayışını beklemek ve sınırları kendilerince çizilen “etik” kurallara uymalarını beklemek biraz saflık olur. Lakin unutulmaması gerekir ki bir doktor hatalarıyla bir canı yok edebilir, ancak medya çalışanının yanlışları ile bir toplumun ruhen ve manen yok edilebilmesi mümkün olabilir. Bu açıdan bakıldığında “ahlak” veya “etik” mekanizmasını işleten diğer kurumlar arasında medyanın istisnai bir şekilde konuşlandırılmasının gerekliliğine vurgu yapılması gerekir.
Aslında “etik” kavramının neyin “iyi” ve neyin “kötü” olduğunu tanımlamaya çalışan ve olan ile olması gereken arasındaki ilişkiyi sorgulayan “ahlak felsefesi” anlamına geldiği bilinir. Felsefe ise en basit anlatımı ile “yol” şeklinde açıklanabilir. Yani etik dediğimiz kavramın; “ahlaki yol” şeklinde de tanımlanması mümkündür. Ancak kavramın “iş etiği” (deontoloji) ile aynı anlamda kullanıldığına da rastlanmaktadır. Kurumsal anlamda “ahlaki” değerlere yakınlık veya uzaklık bu etik ölçütlerin ihlal derecesi ve sayısı ile de doğrudan orantılıdır. Medya ister kendisine rehber olarak; temel kaidelerini ilahî mesajlardan alan ahlakı, isterse meslekle sınırlandırılan ve evrensel olduğu iddia edilen etik kuralları esas alsın, buradaki nihai beklenti; toplumsal değerlerin ihlal edilmemesidir.
Bilinen şu gerçeğin burada zikredilmesinde bir beis olmasa gerek; kitle iletişim kanalları marifeti ile sunulanlar “talep” ve “arz” parametreleriyle meşrulaştırmaya çalışılmaktadır. Ancak unutulmaması gerekir ki bu durum hem etik hem de ahlaki değerlerle çelişmektedir. Medyanın kendisini denetlemeye vazifeli ve memur kıldığı şu manifesto türündeki “Basın Meslek İlkeleri”ne bakıldığında da maalesef inanırlığın ve uygulanabilirliğin yitirildiği gözlemlenmektedir. Bu cürümün nedeninin ise meslek etiğinin ötelenmesinde ve ötelere taşınmasında aranması gerekir! Dolayısıyla “ahlak” dediğimiz olgu daha ziyade acz içinde kalındığında müracaat edilen ve izafi olan “vicdan”a veya “merhamet”e teslim edilmeyecek kadar önemli bir mevzudur.
Baudrillard, medya dünyasını tanımlarken; “hiper gerçekçilik” kavramına atıfta bulunmaktadır. Bu kavram medya tarafından hiper bilgiye (bilgi bombardımanına) maruz kalan çağımız insanının, gerçeği yakalamadaki çaresizliğini anlatmaktadır. Elimizdeki veriler de zaten bireyin sosyal hayata dair birçok deneyimleri ve bilgileri daha ziyade görsel medya kanalları marifetiyle edindiğini göstermektedir. Dünyanın en çok televizyon izleyen ikinci toplumu olduğumuz ise bilimsel bir tespittir. Bütün bunlar; okumak yerine izlemeyi tercih eden bir toplum ve “medya sunmuş ise doğrudur” anlayışında olduğumuza delalet etmektedir. Bu ahval içerisinde toplumların analitik düşünme reflekslerinin de törpülendiğini söylemek kuşkusuz yanlış olmaz. Bu keyfiyet toplumu manevi ve sosyal olaylar karşısında da reflekssiz, tepkisiz kılabilmekte ve kayıtsız şartsız kabullenmeye sürükleyebilmektedir. Oysa medyanın üstlenmesi gereken sorumluluk; ikaza ve cezaya mahal bırakmadan etik kurallara uyması ve toplumun dinî ve kültürel değerlerini dumura uğratmamasıdır.
Medyanın yayıncılık felsefesine ve anlayışına genel bir projeksiyonla bakıldığında birçok çelişkinin iç içe olduğu görülür. Dizilerde boşanan eşlerin yine televizyonlardaki karşıt drama programlarıyla evlendirilmeye çalışılması, karton kahramanlar yaratılarak popüler rol modeller üretilmesi mevcut durumun profilini zaten açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Özellikle dinî konuların ve hassasiyetlerin mevzu bahis olduğu programlarda ehil olanlarla olmayanların aynı karelerde boy göstermesi, temel doğruların tartışmaya açılması gibi durumlar aslında birçok sorunun cevabını da içinde barındırmaktadır. Oysa ilahî mesajların analizi reytinge kurban verilmeyecek ve polemik konusu yapılmayacak kadar hassastır.
Sonuç olarak; hayat devam ettikçe medya üretecek, biz ise tüketmeye devam edeceğiz... Gelişen ve hızla devinen medya teknolojileri ve iletileri karşısında durmak veya kaçmak imkânsızdır. Ancak medyayı tüketirken tükenmeme görevinin de mecburen yine medyaya havale edilmesinden başka çare yoktur. Toplum âdeta cam bir fanus içerisine hapsedilirken ve toplumsal değerler alev alev yanarken ateşin müsebbibini tek başına medya içerisinde aramak elbette doğru olmaz.