Makale

MUSUL, LOZAN VE PETROL

MUSUL, LOZAN VE PETROL

Doç. Dr. Gökhan Çetinsaya
İ. T. U Fen Edebiyat Fakültesi

30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalandığı zaman Musul vilâyetinin büyük bir kısmı hâlâ Osmanlı ordusunun elindeydi. Ama mütarekenin ilgili hükümleri (7. md) gereği Osmanlı birlikleri çekildi ve bölge İngiliz askerlerince işgal edildi. İngilizler için soru bundan sonra ne yapılacağıydı. Henüz zihinlerinde net bir cevap yoktu, ilk aşamada Kürtlerin bir lider etrafında toplanması ve İngiliz subayların gözetiminde kendi kendilerini yönetmesi fikri benimsendi. Kürtlerin kaderine zaman içinde gelişmelerin ışığında karar verilecekti. Aralık başında Geçici Yüksek Komiser Wilson Süleymaniye’ye gelerek Kürt aşiret reisleriyle buluştu ve bir anlaşma imzalandı. Anlaşmayla Süleymaniye merkezli bir ’Kürt Federasyonu’ kuruluyor, başına da Şeyh Mahmud Berzenci getiriliyordu. Ama çok geçmeden İngilizlerle Şeyh Mahmud’un arası açılmaya başladı. Şeyh Mahmud İngilizlerin verdiği yetkileri kendine göre yorumlamaya başlamıştı. Bu duruma bir önlem olarak, Bağdat’daki İngiliz yönetimi Şeyh Mahmud’un yetkilerini kısmaya başladı. Mayıs 1919’a gelindiğinde ipler kopmuştu: Şeyh Mahmud Bağdat’a başkaldırdı. Ancak İngilizler üstündü. Haziran ortalarında isyan bastırıldı; kendisi yakalanarak sürgüne gönderildi. Bundan sonra bölge doğrudan İngiliz subayları tarafından yönetilmeye başladı.
İngilizlerin bölgeye nasıl bir şekil vereceklerine karar veremeyişlerinde iki faktör ya da etken söz konusuydu: Fransızlar ve Türkler. Daha savaş sırasında, 16 Mayıs 1916’da Fransa ve İngiltere arasında imzalanan Sykes-Picot antlaşmasına göre Musul vilayetinin (Kürt ve petrol bölgeleri de dahil) bu iki ülke arasında paylaşılması öngörülmüştü. Ama savaş ilerledikçe İngiliz çıkarları değişti. Artık Musul’un tamamı isteniyordu. Musul mutlaka Irak’ta kalmalıydı. ingilizlerin hedefleri Fransızları ikna edip Sykes-Picot anlaşmasını geçersiz saymaktı. Barış görüşmelerinin başlamasıyla birlikte yapılan pazarlıklarda Fransızları ikna etmeyi başaran ingilizler Nisan 1920 tarihinde toplanan San Remo Konferansında Mezopotamya (Irak) ve Filistin, Fransa ise Suriye ve Lübnan mandalarını aldılar.
Ama sular durulmuş değildi. Savaş boyunca yapılan bütün vaatler unutulmuş; bölgedeki bütün topluluklar (Araplar, Şiiler, Kürtler, Hıristiyanlar) kendini ihanete uğramış görüyordu. San Remo kararları bütün Irak’ta geniş çaplı isyanlara yol açtı, ingilizler askeri ve mali açıdan zorluk içindeydiler. Çare olarak, tüm Irak’ın İngiliz uzmanlar gözetiminde bir Arap lider tarafından yönetilmesine karar verildi. Ağustos 1921’de Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal Irak kralı ilan edildi. Kürtlerin zaman içinde Arap yönetimini kabullenecekleri öngörülüyordu. Sünnilerin en üst yönetim kademelerini paylaştıkları Faysal yönetimi için Sünni Kürtlerin önemi daha da artmıştı. Sünni Kürtler (yani Musul) olmadan Faysal Irak’ı yönetemezdi.
İngilizler Musul konusunda Fransızları ikna etmiş, Manda yönetimi kurup, Faysal’ı kral ilan etmişlerdi ama, Musul’un geleceği hâlâ garanti değildi. Anadolu’da Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki Milli Mücadele bir türlü durdurulamıyor, bölgedeki İngiliz çıkarları her geçen gün tehlikeye giriyordu. İstanbul’daki son Meclis-i Mebusan’ın Ocak/Şubat 1920’de kabul ettiği ve Ankara hükümetinin de Kurtuluş Savaşı’nın hedefler beyannamesi olarak benimsediği Misak-ı Milli’ye göre Mondros Mütarekesi imzalandığı sırada İngiliz işgali altında kalan topraklardaki Arap ahalinin kendi geleceğini kendi belirleme hakkı tanınırken, mütareke hattının içinde (ve bazı yorumlara göre dışında) kalan "Osmanlı-İslâm" yani Türk ve Kürt ahalinin ise ayrılmaz bir bütün olduğu vurgulanarak Anadolu ile bütünleşmesi öngörülüyordu. Ankara Hükümeti 10 Ağustos 1920 tarihli Sevr Anlaşmasını tanımıyor (Sevr’e göre sınırları tam belirsiz- ileride bağımsız olabilecek- özerk bir Kürt devleti kuruluyor, Musul vilâyetinde yaşayan Kürtlerin de isterlerse bu devlete katılabilecekleri öngörülüyor ise de, Sevr hiçbir zaman uygulanamadı), Misak-ı Milli esasları üzerinde bir barış için direniyordu. Musul vilâyeti ise Misak-ı Milli sınırları içinde kalıyordu.
Kısaca, ingilizler için sorun daha yeni başlıyordu. Faysal’ın Irak kralı ilan edilmesinden hemen sonra kazanılan Sakarya Zaferi (13 Eylül 1921) bir yandan Milli Mücadelenin artık önlenemeyeceğini gösterirken, diğer yandan Musul’un geleceğini belirsiz hale getiriyordu. Üstelik, 1922 yılının başından itibaren Ankara Hükümeti’nin bölgede aşiretler arasındaki faaliyetleri artmış, ingilizler sıkıntılı anlar yaşamaya başlamıştı. Bu faaliyetler Revan- duz’da üslenen Özdemir (Miralay Ali Şefik) komutasındaki Türk garnizonu tarafından yürütülüyordu. Mustafa Kemal Şubat 1922’de Musul vilayetinin kurtarılması ve Misak-ı Milli sınırları içinde kalan toprakların Faysal tarafından işgalini önlemek için daha önce Antep cephesinde başarılar göstermiş Kuva-yı Milliye komutanı Özdemir Bey’i görevlendirmişti. Bölgeye Haziran 1922 sonlarında ulaşan Özdemir Bey bazı yerel aşiretlerin desteğini de alarak ingilizlere karşı başarılar kazandı. Bir yandan 30 Ağustos Zaferi diğer yandan tam o sıralarda Özdemir’in İngiliz askerlerine karşı kazandığı başarılar bir anda havayı değiştirdi: O güne kadar İngiliz taraflısı olan Kürt aşiretleri de Türk tarafına geçmeye başladılar. İngiliz askerleri Süleymaniye’yi boşaltırken, Musul’un da iki hafta içinde düşebileceği söyleniyordu. İngilizler telâş içindeydi. ’Türk tehlikesini’ durdurabilecek orduları yoktu. Çare olarak ’Kürt milliyetçiliği’nin canlandırılması ve Kürtler üzerinde etkili bir lider bulunması fikri benimsendi. Sürgündeki Şeyh Mahmud Berzenci (kendisinin 1909’dan beri bir ittihatçı düşmanı olmasında da güvenip) hemen affedilerek, bölgeye geri getirildi. 30 Eylül 1922’de başkenti Süleyma- niye olan bir Kürt Hükümeti kuruldu. Şeyh Mahmud da ’Kürdistan hükümdarı’ sıfatıyla bu Hükümetin başına getirildi.
ingilizler bakımından yakın tehlike kaybolmuştu ama uzak tehlike duruyordu: Musul’un geleceği Lozan Barış Konferansında görüşülecekti. Lozan’a giden ismet İnönü başkanlığındaki TBMM heyetine verilen talimat açıktı: Süleymaniye, Musul ve Kerkük livaları (yani Musul vilâyeti) istenecek, İngilizleri ikna etmek için petrolden hisse önerilecekti. Ankara’ya göre Musul petrolü yeni Türkiye’nin kalkınması için gerekliydi. Ayrıca, Musul Anadolu’dan ayrılırsa Türkiye’nin başına bir ’Kürdistan’ belası çıkabilirdi. Lord Curzon’ın başkanlık ettiği İngiliz tarafına göre ise, sorun salt bir petrol sorunu değildi. Sorun Irak’taki nüfus dengeleri bakımından Musul’un Irak’ın bir parçası olması gerektiği sorunuydu. Literatürde çokça vurgulanan
Petrol kadar önemli bir sebep Irak’ın nüfus yapısıydı. Sadece Bağdat ve Basra’dan müteşekkil bir Irak’da Şiiler ezici çoğunluğu oluşturuyordu. Ancak Sünni Kürtlerin dahil olduğu Irak istikrarlı bir devlet olabilir ve bir Sünni Kral (Faysal) tarafından yönetilebilirdi. Musul dahil edildikten sonra bile Şi- ilerin genel nüfusa oranı %55’leri buluyordu. Türk tarafı bütün ısrarına rağmen İngiliz tarafını Musul’un Türkiye’ye bırakılması konusunda ikna edemedi.
Lozan’da görüşmeler devam ederken, Süley- maniye’de işler ingilizlerin umduğu gibi gitmiyordu. Şeyh Mahmud’un kafasında bağımsız bir Kürt krallığı hedefi vardı ve bunun için çalışmaya başlamıştı. Hatta Ocak-Mart (1923) aylarında Özdemir ve diğer Türk subayları ile görüşmeler yaptı. Bunun farkına varan ingilizler Şeyh Mahmud’un görevine son vererek Süleymaniye’yi terketmesi için süre verdiler. Süre sonunda Süleymaniye havadan bombalandı; Şeyh Mahmud Süleymaniye’den çekildi. Bu güç gösterisiyle bölgede avantaj Ingilizle- re geçmişti. Aşiretler Özdemir’den desteklerini çekerken (zaten yoğun hava harekatı sırasında Türk garnizonu Revanduz’dan çekilmişti), ingilizler bütün bölgede kontrolü ele geçirmeye başlamışlar ve Süleymaniye’de kontrolü sağlayıp Şeyh Mahmud’un rakiplerinden oluşan bir yönetimi iş başına getirmişlerdi. Ancak bu yeni yönetim İngiliz askerleri çekilir çekilmez tutunamayarak dağılmıştı. Temmuz’da Şeyh Mahmud yeniden Süleymani- ye’ye girmiş ve Bağdat o anda durumu kabullenmekten başka bir şey yapamamıştı. Yaklaşık bir yıl süren hava harekatları sonunda, 1924 Temmuz’unda, Irak askerleri Süleymaniye’ye girdiler. Şeyh Mahmud ve bağlıları (yaklaşık 7 bin kişi) dağlara kaçtı.
Bu aşamada ingilizler bölgede yumuşak bir yönetim kurmayı tercih ettiler. Zira Lozan Konferansı 24 Temmuz 1923’de sonuçlanmıştı ama Musul meselesi henüz çözülememişti. Lozan Anlaşmasına göre (3. madde) önce dokuz ay içerisinde Türk-in- giliz ikili görüşmeleri yapılacak; anlaşılamazsa sorunun çözümü Milletler Cemiyeti’ne havale edilecekti. 1924 Mayıs-Haziran aylarında İstanbul’da yapılan Türk-ingiliz görüşmeleri sonuçsuz kalınca, sorun Eylül 1924’ten itibaren Milletler Cemiyeti gündemine geldi. Ocak 1925’ten itibaren üç kişilik bir tahkik komisyonu bölgeye giderek rapor hazırlamaya başladı. Milletler Cemiyeti 16 Aralık 1925’de tahkik komisyonunun ’Musul Irak’ın bir parçası sayılmalı’ görüşünü kabul etti. 5 Haziran 1926 tarihli Türkiye-ingiltere-lrak anlaşmasıyla sorunun çözümü kesinleşmiş oldu.
Musul sorununun her aşamasında ısrarını sürdüren ve bütün diplomatik yolları kullanan Türkiye için yapılacak pek bir şey yoktu. Bu konuda TBMM’nde ağır eleştirilere maruz kalan Mustafa Kemal ve arkadaşları için iki seçenek vardı: Ya kararı istemeyerek de olsa kabul ederek yeni Türkiye’yi inşa etmeye girişecekler, ya da Musul konusunda İngiltere’yle bir savaşı göze alacaklardı. Onlar birinci seçeneği tercih ettiler. Ancak, Türkiye’nin petrol konusundaki hassasiyeti kabul edilerek, 1926 Antlaşmasının 14. maddesiyle, Irak petrol gelirlerinin yüzde 10’u 25 yıl süreyle Türkiye’ye bırakıldı. Aynı antlaşmaya ek olarak 5 Haziran 1926’da verilen notaya göre ise Türkiye yüzde 10’luk hissesini isterse 12 ay içinde paraya dönüştürebilecek ve bunu bildirdikten itibaren 30 gün içinde Türkiye’ye 500 bin Sterlin ödenecekti. Yakın zamana kadar bilinen (ya da Türk dış politikası kitaplarında yazan) Türkiye’nin antlaşmadan sonra 500 bin Sterlin alarak yüzde 10’dan vazgeçtiğiydi. Ancak Hikmet Uluğbay’ın 1995 yılında yayınladığı çalışmasıyla (imparatorluktan Cumhuriyete Petro- politik) Türkiye’nin yıllık petrol gelirini tercih ettiği anlaşıldı. Uluğbay’ın bütçeler ve kesin hesap kanunları üzerinde yaptığı hesaplamaya göre, Türkiye’ye bu dönemde ödenmesi gereken miktar 5.500.000 Sterlindir; bunun 3.500.000 Sterlini 1954 yılına kadar çeşitli aralıklarla (18 yıl) ödenmiştir. Ödenmeyen kısmın (7 yıl) görüşmeleri devam ederken Irak’ta 1958 darbesi olmuş, görüşmeler kesilmiştir. Tahsil edilemeyen ve fakat unutturulmak da istenmeyen bu alacak 1986 yılına kadar ayrı bir bütçe maddesi olarak gösterilmiştir. Konu son Irak krizi ile birlikte tekrar gündeme gelmiş ve kamuoyunda tartışmalara sebep olmuştur.