Makale

SANAYİLEŞME ve ERGENLİK

SANAYİLEŞME
ve ERGENLİK

Prof. Dr. İsmail Doğan
Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi
Öğretim Üyesi

Açıkça ergen bu yeni süreçte beceri ve performansı ile sınırlı bir varlığa indirgenmek suretiyle, duyuşsaI ve moral yetenekleri ihmal edilmiştir. Ergenleri kamuya ve kamusal alana kazandırarak olumlu bir toplumsal gelişmeye neden olan sanayileşme, bu indirgemeci yaklaşımıyla da ergenin başta kendisiyle olmak üzere, bütün toplumsal bağlamlarıyla (aile, arkadaş çevresi, toplumsal ve siyasal sistem vs.) sorunlar yaşamasına neden olmuştur.

Sanayileşme, "küçük yetişkinlik" kabul ve tanımıyla, çocukların kısa bir zamanda yetişkin yaşama katılma şeklindeki toplumsal geleneği ortadan kaldıran bir süreçtir. Böyle bir değişimde hiç kuşkusuz kamu eğitimi (=her- kes için eğitim) olgusunun, sanayi sektöründe bir zorunluluk olarak ortaya çıkmasıdır. Çünkü sanayinin yetişmiş insan gücüne duyduğu ihtiyaç eğitimi, soylu ve aristokrat kesimin tekelinde kalmasını güçleştirmiştir. Dolayısıyla ergenlik dönemi bütün toplumsal kesim ve kategorilerde özel bir eğitim, beceri ve performans geliştirme dönemi olarak kabul görmeye başlamıştır.
Sanayileşme ve ergenliğin ortaya çıkışı
Ancak sanayileşmenin ergenleri ve onun şahsında gençleri biraz da pragmatist bir zorunlulukla eğitim için gerekli özel bir dönemin öznesi hâline getiren olgu, zaman içinde bu ilk toplumsal gerekçesine uygun olarak, onları iş hayatının toplumsal zemini haline dönüştürmüştür. Eğitimi bir performans süreci olarak algılayan bu yaklaşım, giderek ergeni yeni toplumsal yapının dişlisi, otomasyonun bir parçası haline getirmiştir. Açıkça ergen bu yeni süreçte beceri ve performansı ile sınırlı bir varlığa indirgenmek suretiyle duyuşsal ve moral yetenekleri ihmal edilmiştir. Ergenleri kamuya ve kamusal alana kazandırarak olumlu bir toplumsal gelişmeye neden olan sanayileşme; bu indirgemeci yaklaşımıyla da ergenin başta kendisiyle olmak üzere, bütün toplumsal bağlamlarıyla (aile, arkadaş çevresi, toplumsal ve siyasal sistem vs.) sorunlar yaşamasına neden olmuştur. Burada açıkça görüldüğü gibi sanayi toplumunda ergen, psikomotor performansıyla sınırlı bir varlık olarak ve yalnızca sayısal bir değerdir. Bu çerçevede ergenin değeri, toplumsal bağlamlarına sayısal olarak eklendiğinde bir anlam ve işleve sahiptir.
Böyle bir gelişmede hiç kuşkusuz ki sanayileşmenin yetişmiş insan gücüne olan talebi son derece etkili olmuştur. 20.yy.’ın ortalarına değin bu talep tıpkı kendisinden önceki dönemin tarımsal ve feodal taleplerin ürettiği "küçük yetişkin" kavramına benzer bir biçimde "büyümekte olan çocuk" terimini üretmiştir. Ancak, bir dünya savaşıyla hızlanan sosyal alanda ve endüstri alanında yapılan değişiklikler bunu değiştirdi. "Ergen" kelimesi ayrı bir kültür ve ayrı bir yaş grubunda ortaya çıktı. Bu gruptakiler artık kız ya da erkek çocuk değildi ama kadın ve erkek de değillerdi. Onlar yetişkinlik yolunda bağımsızlık ve öz benlik arayışlarında sürekli değişip sınanırken bir geçiş devresindeydiler. işte ergen ismi bu şekilde ortaya çıktı.
2. Dünya Savaşından önceki bir dönemde 13-19 yaş arasındaki çocukların büyük bir kısmı; yaşamlarını kazanmak için çiftliklerde, fabrikalarda ya da evde çalışıyor, ailelerinin gösterdiği işleri yapıyorlardı. Ailedeki küçük çocukların bakımı için ana babalarına yardım ediyorlardı. Bu durumda çok az seçenekleri vardı ve kendileri evlenip bir aile kurana kadar bu çalışma böyle sürüp gidiyordu. Âit oldukları ailelerinin bir parçasıydılar ve evlenecek yaşa gelene kadar kendilerinden beklenenleri yerine getiriyorlardı. Çocuklukla yetişkinlik arasında bunlardan ayrı bir ergen kültürleri yoktu. Ergen filmleri, ergenlerin dinleyeceği tarzda müzik ya da moda olgusu yoktu, çünkü o zaman ergen denen kavram da yoktu.
1930’larda yaşanan büyük ekonomik bunalım bütün bunların değişmesine neden oldu. Ekonominin çökmesiyle iş olanakları yok oldu. Varolan bir kaç işe de babalar girdi ve bu ergen işçiler ortada kaldılar. Ailelerine yük olduklarını düşünen binlerce ergen, iş aramak üzere yollara düştü. Yük trenlerine binip uzak şehirlere gittiler ya da | komşu köylere yürüdüler ama bir çoğu bu yolculukta hayal kırıklığına uğradı. Parklarda ya da arka sokaklarda uyuyan, yemek parası için dilenen bu genç insanlar toplum için büyük bir sosyal sorun haline geldiler. Sosyolog Grace Palladino’nun yazdığı gibi, "Ergen kaçaklar ya da o zaman kullanılan adıyla geçici gençlik, yetişkin toplumu ergen problemlerine eğilmeye zorladı".
Bu sosyal ikilem, Başkan Franklin Roosevelt’in Amerika’nın düş kırıklığına uğramış gençliğine iş ve eğitim olanakları sağlaması için, National Youth Administration (NYA = Ulusal Gençlik Yönetimi) kurmasına yol açmıştır. Bu, daha sonra ülkenin ulus olarak devlet lisesi eğitimine önem vermeye başlamasına da olanak sağladı. O zamana kadar lisede okumak Amerikan gençliği için bir seçenek bile değildi. Örneğin 1900’de ülkedeki 1 7 yaşındaki ergenlerin sadece yüzde 6’lık bir bölümünün lise diploması vardı. Buna karşılık 1939’da 14-17 yaş arasındaki gençlerin yüzde 75’i lise öğrencisiydi. Liselerin disiplinli ve sağlıklı bir çevrede, bir mesleki eğitim programı sunması öngörülmüştü. Böyle bir ortamda gençlik kendi becerilerini keşfedecek, amaçlarını belirleyecek, iyi iş alışkanlıkları kazanacak ve bu insanlar mezun olduklarında da üretken yurttaşlar haline geleceklerdi. iş alanlarından (ya da işsizlik bölgelerinden) devlet liselerine geçen çok sayıda gencin bu hareketi, ayrı bir "ergen kültürü" oluşturulmasına yol açan sosyal ortamı yarattı. (Gary Chapman, Beş Sevgi Dili, 2002, s. 280)
İşte bu olgu ergenlerin bir kategori olarak olduğu kadar tek tek bireyler olarak da sorunlar yaşamalarının, onların âdeta kendileri dışında bir sorun yumağı olarak görülmelerinin toplumsal arka planını meydana getirmektedir. ilginç olan ise böyle bir arka planın sanayileşmenin yeni bir toplumsal olgu karşısında değer kaybetmeye başladığı bir dönemde farkına varılmış olmasıdır. Bu olgu yeni bir toplumsal düzeni de beraberinde getiren bilgi toplumudur.
Gerçekte bilgi toplumu değerleri açısından bakıldığında bu durum pek de şaşırtıcı değildir. Çünkü bilgi toplumu bireyi fiziksel performansıyla değil, İnsanî değerleriyle ön plana çıkaran bir toplum modelidir. Bu nedenle de kuşak ve kategori farkı olmaksızın her insan, öncelikle İnsanî yetenek ve esprisiyle bir değer olarak bu toplumda kabul görmektedir. Burada sorun böyle bir kabulde taraf olanların olaya hangi değerlerle baktıklarıdır.
Anne-babaların gençlik penceresi
Olaya kendi pencerelerinden bakan anne babalar için gençler, kendilerinin yaşadıkları devirden daha kötü bir devirde yaşamaktadırlar. ABD eski başkanlarından Clinton’un eşi Bayan Hillary Clinton’ın psikolog Mary Pip- her’ın Dirilen Ophelia adlı eserine atıfla "zehirli kültür ortamı" betimlemesi, anne babalar için gelinen toplumsal evrenin boyutlarını gösterir.
Özellikle genç kızlar için içinde bulundukları dönemin, bu anlamda gerçek bir zehirli kültür ortamı olduğunu belirten Bayan Clinton bu tabloyu şöyle betimlemektedir: "Genç kızlar zekâları, güçleri veya sabırlarından dolayı değil de, görünüşleri, çekicilikleri, popülerlikleri, hatta teslimiyetçilikleriyle ödüllendiriliyor. Genç kızlar, toplumun kendilerinden bekledikleri konusunda mesaj bombardımanına tutuluyor. Aynı zamanda onlardan kendilerini gerçekleştirilmesi imkansız bir fiziksel standarda da uydurmaları bekleniyor: Daha zayıf, daha uzun boylu, daha güzel olmalılar. Bu nedenle ergenlik çağındaki genç kızların çoğunun niye uyuşturucu bağımlısı olduklarını, yemek yeme sorunları bulunduğunu ve diğer zararlı alışkanlıkları edindiklerini anlamak hiç de zor değil." (Hillary Rodham Clinton, "Konuşmanın Ötesinde", Yeni Yüzyıl, 4.3.1996, s. 24.)
Genç kuşaklara müdahale işte bu duyarlılığın ürünü olarak, sanayi toplumuna özgü kuşaklar çatışmasını doğurdu. Ancak yetişkinler için güven ortamı olarak kabul edilen aile, çocuklar için bu kez tüm davranış ve tercihlere ipotek konulan bir müdahale ortamı haline geldi. Doğrusu bu iyi niyetli duyarlılığın belki de hiç hak etmediği bir gelişmeydi ama ne var ki sonuç buydu. Üstelik süreç devam ediyordu ve gelinen noktada ise aile artık hiç bir şekilde içine kıvrılamayacak kadar kendi dışındaki etkenlere açık bir yapılanma içine girmektedir.
Medya ve gençlik
Medya bütün toplumsal kurumların işlevini yüklenerek bu yeni toplumsal düzende kontrolü ele geçirmiş görünmektedir. Medyatik kontrolün güncel alanlarından biri de aile ve aile üyeleridir. Medyanın bu yeni işlevi karşısında, ailenin hem kendi içinde hem de kendi dışında geleneksel ilişki biçimlerini sürdürmesi oldukça güçtür. Bu denetimin irrasyonel (akılcı olmayan) ihtiyaçlar, beklentiler, özlem ve iştahlara yol açmış olması, özellikle aile içi otoritenin sarsılma ve örselenme nedenidir. Daha önce tüm bu eğilimleri ve istekleri -sözgelimi- baba otoritesine çarpan genç kuşaklar, medyatik yönlendirme ile dolu dizgin yeni ufuklara ve özlemlere açılmaktadır. Kuşkusuz (burada söz konusu olan) medyanın yarattığı yapay-popüler başarı kültürüdür. Bu kültür için hedef kitle, 63 milyonluk ülke nüfusunun % 46.5’ini yani 29 milyondan fazlasını meydana getiren genç kuşaklardır.