Makale

Atatürk’ün İNANÇ DÜNYASI VE DİN ANLAYIŞI

Atatürk’ün
İNANÇ DÜNYASI VE DİN ANLAYIŞI

Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu
Osmangazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fak.

Dini duyguları zayıflamış, manen çökmüş toplumların yaşamlarını sürdürmeleri oldukça güçtür. Çünkü din, toplumun bireylerine yalnızlık, çaresizlik, korkular, kederler, hastalıklar, kayıplar, kötü olaylar ve felaketler karşısında ümit verir.

Din, evrensel bir olgudur. Din, insanla beraber var olmuş ve insanla birlikte varlığını sürdürecektir. Tarihin hiçbir devresinde dinsiz bir toplumun var olduğu görülmemiştir. Çünkü insan, maddi tarafı yanında manevi tarafı da olan bir varlıktır. Bu varlığın manevi gereksinimlerini karşılayan olguların en başta geleni de dindir.
Din, bireyleri kutsal duygu, ortak bilinç ve vicdan etrafında birleştiren bir âmil olduğu gibi toplumları yaşatan, yükselten, onların gelişmesini sağlayan bir kurumdur. Bu yönüyle din, anarşinin, haksızlığın, adaletsizliğin, kötülüğün, zulmün, şiddetin, terörün, cehaletin, rüşvetin düşmanıdır. Dini duyguları zayıflamış, manen çökmüş toplumların yaşamlarını sürdürmeleri oldukça güçtür. Çünkü din toplumun bireylerine yalnızlık, çaresizlik, korkular, kederler, hastalıklar, kayıplar, kötü olaylar ve felaketler karşısında ümit verir. Bu bakımdan din, insana teselli ve güven sağlayan bir sığınaktır. (Dinin yanlış veya yanlı bir şekilde yorumlanması durumunda söylenenlerin tersi de olabilir. Tarihimiz bunun örnekleriyle doludur. Örneğin yakın geçmişimizde Milli Mücadele’de Şeyhülislam Dürrizâde Abdullah Efendi’nin fetvasıyla Anadolu halkı ikiye bölünmüştür (Bkz., Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu, Milli Mücadele’de Din Adamları II, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayını, Ankara, 2002, s.1 vd)
Dinin özetle sunulan işlevi ve Önemi (Bkz.,Prof. Dr. Cünay Tümer,"Din",Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 1994, C.9, s.312 vd) sebebiyledir ki, 20. yüzyılın ikinci yarısında toplum bilimcileri ve düşünürler, ideolojilerin çökeceğine ve dinin önem kazanacağına dikkat çekmişlerdir.
Tarih boyunca milletimiz için güç ve moral kaynağı olan İslam dini, kültürümüzde derin izler bırakmış, huzur, saadet, birlik, beraberlik, düzen ve intizamın ana kaynağı olmuştur. Bundan dolayı Türk devletlerinde din hizmetlerini organize eden kurumlar, devlet mekanizması içinde yer almış ve bunlara önemli fonksiyonlar yüklenmiştir.
Konumuz açısından Mustafa Kemal Atatürk’ün yaşamına baktığımızda, son derece önemli bir manzara ile karşılaşırız. Her şeyden önce o, devrinin din kültürüne oldukça üst seviyede sahip Müslüman ve dindar bir anne-babadan dünyaya gelmiş biridir ve ilk dini bilgilerini de onlardan, özellikle annesinden almış ve onun tarafından yetiştirilmiştir. Annesi Zübeyde Hanım onu, geleneklere uygun olarak İlâhilerle, yani Amin Alayı ile mahalle mektebine başlatmıştır, ilk öğrenimini gördüğü Şemsi Efendi Mektebi ve daha sonra devam ettiği Selanik Mülkiye Rüştiyesi, devrin koşulları içinde ciddi dini bilgiler veren öğretim kuruluşlarıydı. Hatta daha sonra girdiği Selanik Askeri Rüştiyesi de, Manastır Askeri İdadisi de programlarında aynı ciddiyet ve seviyede din kültürü veren okullardı. Esasen Atatürk’ün din kültürünün seviyesini görmek ve göstermek için onun bu sahayla ilgili olarak tetkik ettiği Caetani’nin İslâm Tarihi, Corci Zeydan’ın Medeniyet-i İslâmiyet Tarihi gibi günümüzde ancak bu sahanın uzmanlarınca takip olunabilecek eserleri örnek göstermek bile yeterlidir. Onun bu sahadaki bilgisi öylesine sağlamdır ki, liseler için yazdırdığı tarih kitaplarının "İslâm Tarihi" bölümünü, bizzat kendisi kaleme almıştır. (Bkz., Tarih ı, Maarif Vekaleti Devlet Matbaası, İstanbul, 1932)
Öte yandan Atatürk’ün içtenlikle gerçek bir inanan kişi olduğunu kanıtlayan pek çok anı, olay vardır. Örneğin 1 7 Ekim 1911 ’de Fuat Bulca’ya yazdığı mektupta, "... Allah nasip ederse mücadele sahasında birleşiriz. Cenab-ı Hak takdir etmişse ahirette kavuşuruz." (Atatürk’ün Bütün Eserleri, C.l (1903-1915) Kaynak Yayınları, İstanbul, 1998, s.128) diyen Atatürk’ün,
2 Aralık 1916’da da Allah’ın varlığı ile ilgili kitaplar okuduğunu görüyoruz. (Bkz., Afet İnan, M. Kemal Atatürk’ün Kasbad Hatıraları, TTK Yayınları, Ankara, 1983, s.23) Bu konuda sorulan bir soruya verdiği cevapta Allah hakkındaki düşüncesini şöyle açıklar:
Arkadaşlar, Allah kavramı insan beyninin çok güç kavrayabileceği metafizik bir meseledir. (Ali Sarı- koyuncu, Atatürk, Din ve Din Adamları, 3.Baskı, Türkiye Diyanet Vakfı Yay., Ankara, 2003, s. 217)
Allah’ın birliğini onaylayan sayısız sözü vardır. Kayıtlara geçen birkaç sözü şöyledir:
Ey Arkadaşlar! Tanrı birdir, büyüktür. (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. I, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara, 1989, s. 288)
Ey Millet, Allah birdir, şanı büyüktür. (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. II, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara, 1989, s. 98)
Atatürk’ün Allah hakkında bu ve benzeri sözleri, onun Kur’an diliyle konuştuğunu gösterir.
Gözler onu görmez, o bütün gözleri görür. (Enam, 93)
De ki: O Allah birdir. (Ihlas, 1)
O ancak bir tek tanrıdır. (Nahl, 51)
Atatürk, Milli Mücadeleyi başlatmak üzere Samsun’a çıkacağı günün gecesi, anne ve kız kardeşinin hayır dualarını almayı ihmal etmemiştir. 23 Temmuz 1919 günü Erzurum Kongresi’nin açılış konuşmasına dua ile başlamış, 7 Ağustos 1919 günü kongrenin kapanış konuşmasını şöyle bitirmiştir:
Bu birleştirici kurtuluş toplantımız sona ererken, istekleri gerçekleştiren Allah Hazretlerinden doğru yolu göstermesini ve şanlı Peygamberimizin ruhunun bütün üstünlüklerden, bereketinden bağışlanması dileği ile, vatan ve milletimize ve sonsuz devletimize mutlu gelecekler dilerim. (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. I, s. 5)
TBMM 23 Nisan 1920 günü, Atatürk’ün 21 Nisan 1920 tarihli genelgesinde belirttiği gibi dualarla açılmıştır. (Bkz., Nutuk, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara, 2000, s. 294-295) Atatürk, TBMM’de kurulan ilk hükümet dolayısıyla yaptığı konuşmada; "Ce- nab-ı Hakkın yardım ve desteği bizimledir." diyerek samimiyetini göstermiştir. Onun bu samimiyetinin daha sonraki günlerde de devam ettiği görülmektedir. Örneğin 28 Nisan 1920’de Mustafa Kemal imzasıyla yayınlanan "TBMM’nin Memlekete Bildirisi" şu cümlelerle bitmektedir:
Ta ki, din son yurdunu yitirmesin, ta ki, milletimiz köle olmasın...
Allah’ın lâneti düşmana yardım edenlerin üzerine olsun. Allah’ın yardımı ve tevfiki... milletimizi ve yurdumuzu kurtarmak için çalışanların üzerinden eksik olmasın. (Hakimiyet-i Milliye, 28 Nisan 1336/1920, s. 1)
Bu gerçekler bilinmesine rağmen bazı kimseler onu "dinsiz" olarak sunmada ısrarcı davranmaktadır. Bunlara göre o, Milli Mücadele esnasında İslam’dan ve kimi hocalardan yararlanmış, ama asıl amacı Türk ulusunun yaşamından dini çıkarıp atmak olmuştur. Bu görüşler dayanaktan yoksundur. Eldeki bilgi ve belgeler bunun aksini göstermektedir. Örneğin düşman yurttan kovulduktan sonra 1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılması esnasında TBMM’de yaptığı tarihi konuşmasında şöyle demektedir:
Ey Arkadaşlar! Tanrı birdir, büyüktür. Tanrısal inançların belirtilerine bakarak diyebiliriz ki, insanlar iki sınıfta, iki devirde ele alınabilir. İlk devir insanlığın çocukluk ve gençlik devresidir, insanlık, birinci devrede tıpkı bir çocuk gibi, tıpkı bir genç gibi yakından ve maddi vasıtalarla kendisiyle ilgilenilmesini gerektirir. Allah, kulları gereken olgunluk noktasına ulaşıncaya kadar içlerinden vasıtalarla dahi kullarıyla ilgilenmeyi Tanrı olmanın gereği saymıştır. Onlara Hz. Adem Aleyhisselam’dan itibaren bilinen veya bilinmeyen sayısız denecek kadar çok nebiler, peygamberler ve elçiler göndermiştir. Fakat peygamberimiz aracılığı ile en son dini hakikatleri ve uygarlığı verdikten sonra, artık insanlıkla birtakım aracılar koyarak ilişki kurmayı gerekli görmemiştir. İnsanlığın kavrama düzeyi, aydınlanması ve olgunlaşması; her kulun doğrudan doğruya tanrısal ilhamlarla ilişki kurma yeteneğine ulaştığını kabul buyurmuştur. Ve bu sebepledir ki, Cenab-ı Peygamber, son peygamber olmuştur. Ve kitabı, en eksiksiz kitaptır. (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. I, s. 288)
Yine Atatürk, Milli Mücadelenin kazanılmasından sonra çıktığı yurt gezilerinden birinde Balıkesir’e uğramış ve burada Zağnos Paşa Camiinde halka hitap etmiştir. 7 Şubat 1923 tarihli bu konuşmasında şöyle der:
Millet! Tanrı birdir, şanı büyüktür. Tanrı’nın selameti, karşılıksız sevgisi ve hayrı üzerinize olsun. Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri, Tanrı tarafından insanlara gerçekleri bildirmekle görevlendirilmiş ve elçi olmuştur. İnsan yaşayışını düzenleyen temel kurallar hepinizce bilindiği üzere yüce Kur’an’daki yazılı buyruklardır. İnsanlara doğruluğun özünü vermiş olan dinimiz, son dindir. Kusursuz ve en mükemmel dindir. Çünkü dinimiz, akla, mantığa , gerçeklere bütünüyle uyar ve uygun düşer. Eğer akla, mantığa ve gerçeklere uygun düşmemiş olsaydı, bununla diğer tabiat kanunları arasında çelişki olması gerekirdi. Çünkü bütün bu mevcut kanunları yapan Tanrı’dır. (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. II, s.98)
Atatürk, Ankara Orman Çiftliğindeki gezilerinde kendisine eşlik edenlere zaman zaman çeşitli konulara ilişkin görüşlerini açıklardı. Bu gezilerden birine katılan Asaf ilbay, Atatürk’ün din hakkında ne düşündüğünü açıkça öğrenmek için iyi bir fırsat yakaladığını düşünmektedir. Atatürk’e sorar:
Paşam din hakkındaki düşüncelerinizi öğrenmek istiyorum.
Atatürk cevap verir:
Din vardır ve lazımdır. Temeli sağlam bir dinimiz var. Malzemesi iyi; fakat bina, uzun yüzyıllardır ihmale uğramış. Harçlar döküldükçe yeni harç yapıp binayı sağlamlaştırmak lüzumu duyulmamış. Aksine olarak birçok yabancı unsur-yorumlar, hurafeler- binayı daha fazla hırpalamış. Bugün bu binaya dokunulamaz, tamir de edilemez. Ancak zamanla çatlaklar derinleşecek ve sağlam temeller üstünde yeni bir bina kurmak lüzumu doğacaktır.
Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının sesine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye karşı değiliz. Biz sadece din işlerini, millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor; kasta ve fiile dayanan bağnazca hareketlerden sakınıyoruz. Gericilere asla fırsat vermeyeceğiz. (A. İlbay, Asaf İlbay Anlatıyor/Yakınlarından Hatıralar, s. 102-103)
Yine 2 Temmuz 1932’de Atatürk, Orman Çiftliğinde çaya davetlidir. Burada bir öğretmen kendisine şu soruyu sorar:
Paşam, din lüzumlu bir şey midir?...
Atatürk şu cevabı verir:
Evet din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletin devamına imkan yoktur. Yalnız şurası vardır ki din, Allah ile kul arasında kutsal bir bağlılıktır. Mutaassıp islâmcıların din komisyonculuğuna izin verilmemelidir. Dinden maddi çıkar sağlayanlar alçak kişilerdir. İşte biz bu duruma karşıyız. Buna izin vermiyoruz. Bu gibi din ticareti yapan kimseler, saf ve masum halkımızı aldatmışlardır. Bizim ve sizin mücadele edeceğiniz ve ettiğiniz bu kimselerdir. (Cenk Koray, Atatürk ve Din, Altın Kitaplar, İstanbul, 1997, s. 33-34)
Atatürk’ün İslâm Peygamberine ilişkin düşünceleri şöyledir:
O, Allah’ın birinci ve en büyük kuludur. Onun izinde bugün milyonlarca insan yürüyor. Benim, senin adın silinir fakat sonsuza kadar o, ölümsüzdür. (Doğu Perinçek, Atatürk, Din ve Laiklik Üzerine, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1997, s. 254)
1930 yılında bir oryantalistin, Hz. Muhammed hakkında yazdığı kitabı Türkçe’ye çeviren bir yazar, eserini Atatürk’e takdim eder. Atatürk kitabı inceledikten sonra Prof. Dr. Şemsettin Günaltay’ı çağırır ve kitap hakkında fikrini sorar. Günaltay’ın cevabı:
Ele alınacak bir şey değil, bir facia Paşam, olur.
Atatürk, Günaltay’ın sözünün bitmesini beklemeden yerinden fırlar ve yanında bulunan Başbakan ismet Paşa’ya dönerek, "Bu paçavrayı toplatın ve tercüme yapanı da devlet hizmetinde kullanılmamak üzere hükümet kapısından uzaklaştırın." der.
Şemsettin Günaltay, anılarının devamında Atatürk’ten şunları nakleder:
Hz. Muhammed’i bana, cezbeye tutulmuş sönük bir derviş gibi tanıtmak gayesine kapılan bu gibi cahil adamlar, onun yüksek kişiliğini ve başarılarını asla kavrayamamışlardır. Anlamaktan da çok uzak görünüyorlar. Cezbeye tutulmuş bir derviş, Uhud Muharebesi’nde en büyük bir komutanın yapabileceği bir planı nasıl düşünür ve uygulayabilir?
Tarih, hakikatleri değiştiren bir sanat değil, belirten bir bilim olmalıdır. Bu küçük harpte bile askeri dehası kadar siyasi görüşüyle de yükselen bir insanı, cezbeli bir derviş gibi tasvire yeltenen cahil serseriler, bizim tarih çalışmamıza katılamazlar. (Hz.) Muhammed bu harb sonunda, çevresindekilerin direnmelerini yenerek ve kendisinin yaralı olmasına bakmayarak, galip düşmanı izlemeye kalkışmamış olsaydı, bugün yeryüzünde Müslümanlık diye bir varlık görülemezdi. (M. Şemsettin Cünaltay, "Atatürk’e Ait iki Hatıra", Ülkü Dergisi, C. IX, Sayı: 100, 1945, s. 3)
Atatürk’ün, Allah ve Peygamber hakkında düşünceleri inanmış bir insanın düşünceleridir. Aynı şekilde Kur’an-ı Kerim’e de hayrandır. Osman Er- gin’in Türk Maarif Tarihi adlı eserinde, güzel sesli, mûsikişinas kişilerle toplantılar düzenleyen Atatürk’ün, bu toplantılarda Kur’an-ı Kerim okutup ve onu huşu içinde dinlediği bildirilmektedir. (Bkz., Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi, C. 5, İstanbul, 1977, s. 1832)
Öte yandan Atatürk’ün her Ramazan’da, kız kardeşi Makbule Hanım’dan, annesi Zübeyde Ha- nım’ın ruhu için hatim indirilmesini rica ettiği ve hafız için, içinde para bulunan bir zarf verdiği, Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak ve yardımcısı Orgeneral Asım Gündüz’ün beş vakit namaz kıldıkları, TBMM başkanlarından Abdül Haluk Renda’nın Cuma namazlarını Hacı Bayram Camiinde eda ettiği bilinmektedir. (Ercüment Demirer, Din, Toplum ve Kemal Atatürk, Ankara, 1969, s. 10-11)
Atatürk döneminde namaz kılan memurların işlerinden atıldığı şeklindeki sözler, mesnetten yoksun uydurma sözlerdir. Atatürk, ibadetine özen gösteren insanlara karşı saygılıdır, ama iki yüzlü tiplere karşı müsamahasızdır.
1930 yılında Atatürk, Fevzi Çakmak’la birlikte trenle yurt gezisine çıkıyorlar. Kompartımanda ülke sorunlarını konuşurlarken bir milletvekili içeri girip, Atatürk’ün kulağına bir şeyler söylüyor. Atatürk’ün kaşları çatılıyor, Fevzi Paşa’ya dönerek, "Paşam, lütfen beni takip ediniz, arkadaşlar bir haber getirdi, inceleyelim." diyor. Diğer vagondaki kompartımanda yüksek rütbeli bir subayın kanepe üzerinde namaz kıldığını görüyorlar ve Atatürk Mareşale diyor ki, "Paşam, bu adamın biraz evvel kulağıma gizli bir şeyler söylediğini gördünüz. Bu adam muhafız kıtasına mensup yüksek rütbeli bir subayın namaz kıldığını gammazladı. Bu adam namaz kılmayı kendi aklınca suç görüyor, durumu size göstermek için buraya kadar zahmet ettim".
Atatürk ilk istasyonda milletvekilini trenden indiriyor ve gelecek dönem milletvekili seçilmesini engelliyor. (E. Demirer, a.g.e., s. 11-12; Sıtkı Aydınel, Atatürkçülüğü Anlamak ve Anlatmak, Ankara, 1990, s. 22. Ayrıca Amerikalı gazeteci Shaw More, Mustafa Kemal Atatürk’ün de namaz kıldığını şu tümcelerle aktarmaktadır: "Kurban Bayramı sabahı kalktığım zaman Ankara Camii’nin önünde sokakta namaz kılan 5.000 kişilik kalabalığı görünce makinemi alarak dışarıya fırladım. Ve şayanı dikkat resimler çektim. Başkumandan Mustafa Kemal o tarihi namazdan sonra halkın muazzam tezahüratı arasında Sakarya Harbine hareket etti." (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. Ill, s. 36) Kılıç Ali de, "Mustafa Kemal Paşa ile bayram namazını kılmak için yanımızda bazı arkadaşlar da olduğu halde Hacı Bayram Veli Camii’ne gitmiştir" demektedir. Bkz., Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, İstanbul, 1955, s. 59-60))
Münir Hayri Egeli (Ö. 1970), Atatürk’ten Bilinmeyen Hatıralar isimli eserinde şöyle bir olayı anlatır:
Atatürk için dinsiz diyenler oldu. Bunu bir moda gibi yayanlar oldu. Onun laik anlayışını dinsiz gibi göstermekte fayda bulanlar oldu. Halbuki Atatürk yobaz aleyhtarı idi. Size başımdan geçen bir vakayı naklederek başlayayım:
Bir gün Necip Ali ona:
"Efendim Münir Hayri namaz kılar." dedi.
En yakın bir dostumun beni bu şekilde takdim ettiğini gören beni sevmeyenler, şimdi koyulacağımı zannederek gülüştüler.
-Sahi mi?
-Evet Paşam.
-Niçin namaz kılıyorsun?
-Namaz kılınca içimde bir huzur ve sükun hissederim.
-Atatürk demin gülenlere döndü:
-Batmak üzere olan bir gemide bulunsanız herhalde yetiş Gazi demezsiniz, Allah dersiniz. Bundan tabii ne olabilir.
-Sonra bana döndü:
-Dünyadaki işlerine zarar getirmemek şartıyla namazını kıl, heykel yap, resim de. (M. Hayri Egeli, Atatürk’ten Bilinmeyen Hatıralar, İstanbul, 1959, s. 72-73)
Atatürk gerçekte dine ve dindara değil, hurafe- ciliğe ve taassuba karşıydı. Çünkü hurafeciliğin dine zarar verdiği, taassubun da çıkarcılığa zemin teşkil ettiği kanaatindeydi.
Sonuç olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal ATATÜRK, Türk Milletinin bütün maddi ve manevi değerleri ile, özellikle milletimizi asırlardır yoğurmuş, ruh ve şekil vermiş manevi değerlerin en önemli unsurlarından biri olan İslâm dini ile bütünleşmiş ve ona olan inancını, yaşamının her safhasında vicdanının en mutena yerinde muhafaza etmiştir.