Makale

MEVLÂNÂ, MESNEVÎ VE KUR'AN

MEVLÂNÂ, MESNEVÎ VE KUR’AN

Hüseyin GÜLLÜCE*

Özet:
13. yüzyılda Anadolu’da yetişen en büyük şahsiyetlerden birisi de Mevlânâ Celâleddin er-Rûmî’dir. Mevlânâ yaşadığı yüzyıldan günümüze kadar hatta gelecekte de İslam ve insanlık tarihinin en değerli şahsiyetlerinden biri haline gelmiştir. Ona bu değeri kazandıran üç ana unsur bulunmaktadır. Bunlar: Kendisini yetiştiren ve kendisinin yetiştirdiği insanların değerleri ile insanlık âlemine armağan bıraktığı eserlerinden bilhassa ölümsüz eseri olan Mesnevî’dir.
Mevlânâ diğer İslam âlimleri gibi kendisini Kur’an ve İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in hidayet eline teslim etmiş, kendisini “efendimiz/Mevlânâ” yapan müstesna konumunu hak etmiştir.
Mevlânâ, Mesnevî’de şiirin katkı ve akıcı üslubuyla doğu kültürlerinin en güzel bir sentezini sunmuştur. Aslında o, eserlerinde Kur’an ayetleri ve Hz. Peygamber’in hadisi şerifleri ışığında ilahî sırları ve ruhanî hikmetleri insan-Allah merkezli olarak ele alıp açıklamak istemiş ve bu yönde insanları bilgilendirmiştir. Ancak o bu misyonu yerine getirirken üslup olarak şiir dilini kullanmanın yanı sıra birçok çekici hikâye ve temsillerle insanların gönlünü ve ilgisini bu konulara çekmek istemiştir.
Anahtar Kelimeler: Mevlânâ, Mesnevî, Kur’an.

Mevlânâ, Mesnevî, Qur’an
Abstract:
One of the greatest personalities raised in Anatolia from the 13th century is Mevlana Celaleddin er-Rumi. Mevlana has become one of the most valuable figures from his time, right through to ours, becoming one of the greatest figures of Islam and humanity. There are three major factors which have gained him this reputation: These are distinguished people who have trained him and those who have been trained by him, along with his works which he has presented to the world of humanity, especially his immortal work, Mesnevi.
Like other Islamic scholars, Mevlana has given himself into the hands of the welcoming message of the Qur’an and the Prophet, and he has deserved the position which has made him our Beloved Mevlana with his distinguished character and beneficence.
In Mesnevi, Mevlaha has reflected the most beautiful synthesis of eastern and western cultures with a smooth language of poetry. He has actually tried to explain divine mysteries and spiritual wisdoms as the center of God and human relationships, explaining this under the light of verses from the Quran and hadiths from the Prophet. While reciting poems as a method of explaining his mission, he has also narrated stories and presented characters to try and appeal to the heart and interest of the people.
Key Words: Mawlana, Mathnawi, the Qur’an.

Mevlânâ :
İslam medeniyetinin, insanlık semasını aydınlatmaya başladığı andan, günümüze kadar geçen on dört asırdan fazla olan bu sürede, insanlara en doğru yolu gösteren Kur’an güneşinin ve en güzel ve en şerefli sözlerin sahibi olan Hz. Peygamber’in yanı sıra, bu semayı süsleyen, insanlara rehberlik eden binlerce yıldız da var olmuş ve kıyametin kopmasına kadar da var olmaya devam edecektir. Bu yıldızların en parlakları hiç şüphe yok ki, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) “Ashâbım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz” buyurduğu ashâb-ı kirâm hazretleridir. Yine Hz. Peygamber’in buyurduğu “Asırların (insanlarının) en hayırlısı, benim yaşadığım bu asırdadır, sonra bu asırdan sonra gelen asırdadır, sonra da ondan sonra gelendedir ve bu böyle devam eder.” hadis-i şerifine göre, yıldız gibi yol gösteren bu insanlar her zaman var olmuş ve kıyamete kadar da var olmaya devam edecektir. Ancak yukarıdaki hadis-i şerifin de işaret ettiği gibi, sonradan gelen yıldızlar, öncekiler kadar parlak ve büyük olamayacaklardır. Fakat arada bir öyle parlak, öyle kuvvetli ve öyle yüce yıldızlar doğmuştur ki, bunlar adeta kutup yıldızı gibi belirgin ve seçkin olmuşlardır.
Arada bir ortaya çıkan ve parlaklığı gözlerden ve gönüllerden kaybolmayan kutup yıldızı misali bu büyük insanlardan birisi de, şüphe yok ki Hz. Mevlânâ’dır. Mevlânâ, o kadar parlak ve o kadar büyük bir yıldız olmuştur ki, büyük âlim Molla Câmî, onun hakkında şöyle demiştir.
“O, manevî âlemin pâdişâhıdır,
Bu yüceliğine Mesnevî yeter delildir.
O âlî cenâbın vasfında ben ne söyleyeyim…”
Mevlânâ’nın binde bir âlim ve ârife nasip olacak bu büyük dereceye ve üne sahip olmasından dolayıdır ki, doğumunun 800. yılı olan 2007, UNESCO tarafından “Mevlânâ Yılı” olarak ilân edilmiştir.
Acaba Mevlânâ’yı diğer islam âlimlerinin birçoğundan farklı kılan şey ne idi? Gerçi o da hiç şüphesiz ışığını diğer âlim ve mutasavvıflar gibi Kur’an’ın güneşi ve Hz. Peygamber’den almakta idi. Onun da asıl kaynakları bu ikisi idi. Fakat Mevlânâ’yı diğer pek çok âlim ve âriften farklı yapan iki şey daha vardı. Bunlar, Yüce Allah’ın kendisine bahşettiği mümtaz aklı ile engin gönlü idi. O, kendisine bahşedilen parlak aklı ile ilim dünyasında “Molla-i Rûm” lakabını kazanırken; gönlü ile de, irfân âleminde “Sultânu’l-Âşıkîn” unvanını hakkedecek bir mertebeye gelmişti.
Mevlânâ ilim elde etme konusunda çok şanslı birisiydi. Küçük yaşlarından itibaren, “Sultânu’l-Ulemâ” diye tanınan babasının talebesi olmuş, daha sonra da muhakkik bir âlim ve ârif olan Burhaneddin Tirmizî’nin husûsî eğitiminden geçmiş, bunların yanı sıra yine Muhyiddîn ibn-i Arabî, Sadreddin Konevî gibi islam âleminin en büyük âlim ve mutasavvıflarından ders almış ve istifade etmiştir. Birçok insanın sahip olamayacağı bu imkânlarla, aklını ve ilmini geliştiren Mevlânâ, günün birinde karşısına çıkan farklı bir insan, farklı bir velî ve gönlü Allah aşkıyla dolup taşan farklı bir mutasavvıf olan Tebrizli fiems ile de karşılaşmış, ondan ilâhî sırlara ait pek çok şey öğrenmiş, ilimde tahkîk mertebesine ulaştığı gibi, ilâhî aşk ve maneviyatta da kemâl mertebesine çıkmıştır.
fiems-i Tebrîzî, Mevlânâ’ya, sadece yazılanları okumakla bir yere varılamayacağını, kendi iç dünyasına, ruhunun derinliklerine dalmasını, Allah tarafından gönlüne ilhâm edilen bilgilere kulak vermesini öğütlemiş, onu dış dünyadan, zâhirî ilimlerden, çevresinden koparıp içindeki taşmaya hazır bir deryâ gibi olan gönül dünyasına daldırmış, o ana kadarki tedrisatıyla hamlıktan pişme mertebesine ulaşan Mevlânâ’yı tutuşturmuş ve asıl Mevlânâ’ya dönüştürmüştür. Mevlânâ’nın kendisi ömrünün bu üç dönemini, şu mısralarıyla ifâde etmektedir:
“Hâsıl-ı ömrem se sühan bîş nîst,
Hâm bûdem, pohte şodem sûhtem. ”
Manası şöyledir: “Ömrümün hulâsası sadece şu üç kelimedir;
Hamdım, piştim (yetiştim) ve yandım (erdim).”

Böylece Mevlânâ, Fuzûlî’nin;
“ilim kesbi ile pâye-i rif’at,
Arzu-yu bir muhâl imiş ancak.
Aşk imiş her ne var âlemde,
ilim bir kîl u kâl imiş ancak.”
dediği gibi kîl u kâl olan zâhirî ilimlerle uğraşmayı bırakmış, toprağı altına çeviren, câhili ârif yapan aşk deryâsına dalmış, onu diğer âlim ve âriflerden farklı yapan özelliğine kavuşmuştur. Nitekim bir gün fiems-i Tebrîzî, Mevlânâ’ya; “Bu nefisle savaşmak, riyâzet etmek, tekrar tekrar zâhirî ilimlerle uğraşmaktan gayeniz nedir?” diye sorduğunda o da “fieriatın yolunda gitmektir” şeklinde cevap vermiştir. Fakat fiems, bunların hepsinin işin dış yüzü olduğunu, asıl ilmin ma’lûma (Allah’a) vâsıl eden ilim olduğunu bildirmiş ve Hakîm Senâî’nin şu beytini Mevlânâ’ya okumuştur:
“ilim, eğer seni senden almıyorsa,
Bilgisizlik, bu ilimden yüz defa daha iyidir.”
Mevlânâ, fiems-i Tebrîzî ile buluşup tanışmadan ve ondan etkilenmeden önce de, zâhiri ilimlerden çok bâtınî ilimlerden zevk alıyor, kalıptan çok kalp işleriyle ilgileniyordu. Bu yüzden kitap telif etme konusuyla da arası pekiyi değildi. O, kitap yazma işini, cüz’î aklın (beşerî aklın) işi olarak görüyor, küllî aklın (ilâhî aklın) yani Hz. Peygamber ve onun manevî vârislerinin işinin kitap yazmaktan müstağni olarak kalp ve ruha tesir etmek olduğunu şu şekilde ifade ediyordu.
“Akl-ı cüz’î, baştanbaşa defterler karartır (kitaplar telif eder);
Akl-ı küllî ise ufukları ay nûruyla doldurur.
Akl-ı küllî, akdan karadan (kâğıt ve mürekkepten) müstağnîdir,
Çünkü onun ayının nûru, ruha ve kalbe akseder.
Bu kara ve akdan kadr u şeref bulanlar varsa da,
Onlar da o Kadir Gecesi gibi olan ve yıldız misâli parlayan akl-ı küllînin ilhâm eseridir.”
Bununla beraber Mevlânâ kitap yazmaya da tamamen karşı çıkmamaktaydı. O, sadece Kur’an ve sünnetten kaynağını ve ışığını almayan, bocalamakta olan salt akılla bu işin yapılmasına karşı idi. Yoksa Kur’an ve Hz. Peygamber’in hadis-i şeriflerinden ilhâm alınarak yazılan eserlere karşı olmadığı gibi, bu işin değişik zaman ve mekânların ihtiyaçları açısından da gerekli olduğunu savunuyor ve bu hususta ise şöyle diyordu:
“Ey kendisinde söylemek ve sözünde menfaat vermek hassası bulunan kimse!
Söyle ve yaz ki, bu hâl ırmak akıtmak gibi olup bizden asırlar sonra geleceklere su (âb-ı hayât gibi olan maârif ve hakâiki) eriştirir.
Vâkıa her asırda bir söz söyleyici ve halkı irşâd edici vardır.
Bununla beraber evvelkilerin sözü de o zâta yardım eder.”
Mevlânâ bu sözleriyle bir yandan Allah rızâsı için kitap yazmayı tavsiye ederken, öte yandan da bu konuda selef-i sâlihînin faziletlerine dikkat çekmektedir. O, bu söylediklerini kendisi de uygulamış, yazmış veya yazdırmış olduğu kitaplarını bu gaye ile vücuda getirmiştir.
Mevlânâ, islam dininin temelini oluşturan Kur’an ve Hz. Peygamber’e, dolayısıyla onun hadis-i şeriflerine bağlılığını, bu ikisinin dışında kurtuluş aramanın yanlış olacağını şu dörtlüğü ile açıkça ilân etmiş, aksi telâkkilerden uzak olup ve rahatsızlık duyacağını da baştan beri bildirmiştir.
“Men bende-i Kur’an’em, eğer cân dârem,
Men hâk-i reh-i Muhammed Muhtâr’em.
Eğer nakl küned cüzin kes ez güftârem,
Bîzârem ezû ve zân sühun bîzârem.”
Tercümesi şöyledir: “Ben, sağ olduğum müddetçe Kur’an’ın kölesiyim,
Ben, Muhammed Muhtar’ın yolunun toprağıyım.
Benim sözlerimden bunlardan başka bir mana kim naklederse,
Ben, o kimseden de bîzârım, o sözlerden de.”
Böylece Mevlânâ, bizlere miras bıraktığı eserlerini, Kur’an ve sünnet ışığı altında yazdığını, her eserinde temel kaynak olarak bu ikisini referans aldığını belirtmek istemiştir.
Mesnevî
İsmail Ankaravî, Mesnevî Şerhi’nin başında şöyle demektedir: “Mesnevî kitabını Kur’an tefsirleriyle, nebevî hadislerden meydana gelen iki denizin birleştiği bir yer (mecma’u’l-bahreyn) yapan Allah’a hamdolsun.”
Bir Mesnevî uzmanı olan Ankaravî’nin bu sözlerinin manası şudur; Mesnevî, Allah’ın kelâmı olan Kur’an-ı Kerim’in bir tefsiri ve hadis-i şerîflerin bir şerhi mahiyetindedir. Ayetler ve tefsirlerinden, hadisler ve şerhlerinden meydana gelmiştir. Öyleyse mutlaka bu eserin bir tefsir yönü ve bu açıdan önemi olmalıdır. Ancak, Mesnevî’nin asıl yazılış gayesi; müritler ve hak yolcuları için bir rehber ve irşâd kitabı olması nedeniyle, bilinen ve müteâref tefsir kitaplarından farkı vardır.
Mesnevî’yi baştan sona, kendi vezninde, manzûm olarak Sultan Ahmed zamanında Osmanlıcaya çeviren Süleyman Nahîfî;
"Hz. Mevlânâ’nın bu güzel Mesnevî’si, ilim esnafının tahkîk madenidir.
Mesnevî beğenilen bir güzeldir. Bî bedeldir, güzeldir, sevgilidir.
Lakin herkese cemâlini arz etmez. Sohbetinin mahremleri, hâl sahipleridir.
Cahiller onun güzelliğini, cemâlini inkâr edicidirler. Vâsıllarsa, hüsnünün şevkinden nasiplenmişlerdir."
derken, Mesnevî’yi anlamak, ondan faydalanmak için hâl sahibi olmanın gerektiğini belirtmek istemiştir:
Mesnevî hakkında,
"Kitâb-ı Mesnevî kim, nusha-i ilm-i hakîkattir.
O kim, manasını idrâk eder, sahib-i kerâmettir.
Serâpâ şerh-i remz-i nükte-i ma’nâ-i Kur’an’dır.
Beyan eyler usûl-i dini, her beyti bir ayettir."
diyen Cevrî Dede, Mesnevî’deki beyitlerin gerçek manalarını anlama hususunda ise şunları söyler:
"Ne Kâşânî bilir, te’vîl ve ma’nasın ne Cürcânî
Eğer ki, onların her biri, bir sâhib-i fazîlettir.
Meğer feyz erişe Mollâ Celâleddîn-i Rûmî’den
Ki, zira ol edîb-i âlim gayb-ı hüviyyettir."
Sa’îd Nursî de, Mesnevî’nin tefsir kitapları içindeki yerini şöyle belirtir:
“Selef-i sâlihînin bıraktığı kudsî tefsirler iki kısımdır: Bir kısmı, ahkâma dair tefsirlerdir. Diğer bir kısmı da, âyât-ı Kur’aniyyenin hikmetlerini ve iman hakikatlerini tefsir ve izâh ederler. Selef-i sâlihinin bu türlü tefsirleri çoktur, hususen Gavs-ı A’zam fiâh-ı Geylânî, imam-ı Gazâlî, Muhyiddîn-i Arabî, imam-ı Rabbânî gibi zevât-ı kirâmın eserleri bu kısım tefsirlerdir. Bilhassa Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretlerinin Mesnevî-i fierîfi de, bu tarz bir nev’i manevî tefsirdir.”
Kur’an - Mesnevî münasebetine dair Mevlânâ şöyle bir karşılaştırma yapar:
"fiunu bilmek lazımdır ki, Kur’an, güzel yüzlü, latif ağızlı, türlü elbise ve ziynetlerle süslenmiş, hatadan ve kusurdan hâlî, şüpheden arı duru bir gelin gibidir. Fakat gayret ve ibret peçesi altında gizli kalmıştır. Nitekim buyurmuşlardır ki:
‘Kur’an gelini, yüzündeki peçeyi, iman başkentini (kalbi) kavgadan, gürültüden (mâsivâdan) temizlenmiş, sakin gördüğü vakit açar.’
Bizim Mesnevîmiz de böyle manevî bir dilberdir. (...)”
Mesnevî’yi anlayabilmek için ise, şu hususların gereğini vurgular: "Mesnevî’nin nurlarla dolu sırlarını ve inceliklerini anlamak (ve ondaki) ayetlerin, hadislerin, hikâyelerin tertîbini, aralarındaki münasebetleri kavramak için, büyük bir itikad, devamlı bir aşk, tam bir istikâmet, selim bir kalb, son derece keskin bir zeka ve anlayış ile bir çok muhtelif ilimleri bilmek lazımdır ki, onun içinde insan seyredebilsin ve onun sırrının sırrına ulaşabilsin. Eğer sâdık bir âşıksa, bu vasıtalar olmadan da, Mesnevî’yi anlamak hususunda, aşkı ona kılavuz olabilir ve bir menzile erişebilir. Allah, başarı sağlayıcı, doğru yolu gösterici, yardımcı ve insanların idarecisidir."
Buraya kadar verilen bilgilerin sonucu olarak Mesnevî’yi, Kur’an’ın bir tefsiri saymak mümkün olmaktadır. Ayrıca tespit ettiğimiz şu rakamlar da bunu göstermektedir: 23 başlık "falan ayetin tefsiridir"; 53 başlık da "falan ayet hakkında" veya "falan ayetin hükmü gereğince" şeklindedir. Altı ciltten oluşan Mesnevî’de, lafzen veya meâlen geçen ayetlerin sayısı 700 kadardır. Lafzen geçenler 420, meâlen iktibas edilenler ise 272 ayettir. Bu ayetlerin çoğu kısa da olsa bazı tefsirlerle birlikte verilmiştir. Hz. ibrahim’in (a.s.) dört kuş alıp onları kestikten sonra dağlara bırakmasıyla ilgili Bakara suresinin 260. ayeti, hemen hemen 5. cildin tamamını kapsayacak şekilde işârî olarak tefsir edildiği gibi, ayrıca Mesnevî’nin tamamının "inşâallâh"’ın tefsiri olduğu da, Mevlânâ tarafından dile getirilmiştir. Zaten dikkatle okunduğu takdirde, onun her beytinin, bir veya bir kaç ayet veya hadisin tefsiri veya açıklaması olduğu anlaşılacaktır. Bu sayılara bir bu kadar da işaret veya telmih yoluyla geçen ayetleri de ekleyebiliriz. Bu durumda ise, Mesnevî’de yaklaşık olarak 1500 ayetten bahsediliyor diyebiliriz. Bu ise, Kur’an-ı Kerim’in 1/4’ü eder. Yani Mesnevî, Kur’an’ın çeyreğini ihtivâ ve tefsir ediyor, öyle ise, Kur’an’ın mevzûî/konulu tefsiri ve kemiyet bakımından da çeyrek tefsiri demek yerinde olur. “Çeyrek tefsiridir” diyebiliriz, çünkü rakamlar bunu gösteriyor. “Mevzûî (konulu) bir tefsiridir” diyebiliriz, çünkü Mesnevî’nin, Kur’an’dan iktibas ve tefsir ettiği bu kadar ayet, genelde tasavvuf ve tarikatla ilgili ayetler ve yorumlarıdır.
Mesnevî’de geçen tefsirlerin niteliğine gelince, şunu başlangıçta belirtmek gerekir ki, Mesnevî, bilinen ve alışılagelen tefsirler gibi değildir. Zaten Mesnevî’nin yazılış gayesi de bu değildir. Eşref-i mahlûkat olan ve ahsen-i takvîm üzere yaratılan, Hakk’ın halifesi olmaya namzet insanın, Allah’a layık bir halife olması, bu yoldaki güçlükleri bilip aşması, bu yoldaki dost ve düşmanını tanıyıp yaradılış gayesine göre hareket etmesini sağlamak için yazılmış bir tasavvufî eserdir. Ancak bu konular işlenirken, birinci derecedeki kaynak Kur’an-ı Kerim’dir. Böylece Kur’an ayetleri ele alınmış, açıklanmış, tefsir edilmiştir. Yoksa bilindiği gibi, sure ve ayet sırasına göre yazılmış bir tefsir kitabı değildir. Ne var ki, eğer, tefsir kitabı, Kur’an ayetlerinden bahseden, onları açıklayan kitap demek ise, bu durumda Mesnevî de tefsir kitabı sayılmalıdır. Çünkü o da ayetlerden bahisle onların zâhir ve bâtınî manalarını açıklamakta, tefsir etmektedir. O, ayetleri konunun akışına göre rivayet, dirayet veya işârî metotla tefsir ettiği gibi, bazen bunların hepsini veya bir kısmını bir arada vermekte, gerektiğinde ayeti ayetle veya hadisle, gerektiğinde de hikâye ve temsillerle açıklamaya çalışmaktadır.
işte Mesnevî’yi diğer tefsir kitaplarından ayıran fark da budur. Çünkü o ne bir rivayet ne bir dirayet ne de sadece bir işârî tefsir kitabıdır. O, gönül, ruh ve aşk adamı bir âlim ve ârif tarafından yazılmış, ayet, hadis ve diğer islamî ilimleri kapsayan bir sûfî tefsiridir.
Bilindiği gibi tefsirler ya ayetlerin lafız veya ibaresini açıklayan ya da ayetlerin ihtivâ ve işaret ettiği hakikatleri açıklayan olmak üzere iki kısımdır. işte Mesnevî bu ikinci kısım tefsirlerin tasavvufî olanıdır. Ancak bu açıklamalardan onun bazı ayetlerin sadece işârî tefsirini ele aldığını söylemek de tamamen doğru bir hüküm olamaz. Bizce meselenin önemi de buradadır. Onu bir iki cümleyle “şöyle veya böyle bir tefsir kitabıdır veya değildir” diye nitelendirmek çok zordur.
Bilakis o, Kur’an, hadis ve islam kültürü ile ruhu kemâle erdirmek ve hedefine ulaştırmak için yazılmış bir eserdir. işte bu arada Mevlânâ’nın naklî bilgilerle desteklenmiş, kendine has orijinal Kur’an tefsirleriyle karşılaşmaktayız.
Nitekim Osmanlı döneminin son edebiyatçılarından ve değerli edebiyat tarihçilerinden olan Nihat Sami Banarlı’nın görüşü de bu hususa ışık tutmaktadır: "Mesnevî’yi, Kur’an-ı Kerim’in şiir ve hikâye sanatı ile ve Mevlânâ tarzı bir duygu ve düşünce üslûbuyla ifadelenmiş, manzûm tefsiri diye karşılamak mümkündür. Mevlânâ, Mesnevî vasıtasıyla öğrettiği Allah’a varma yollarını Kur’an’dan ayetler getirerek, Hz. Muhammed’den hadisler hatırlatarak ve bunları derin anlayışlarla açıklayarak tanıtmak sevgisindedir."
Mevlânâ’nın Mesnevî’sinin dışındaki eserlerini de Kur’an açısından değerlendirecek olursak özetle şu sonuçları görebiliriz.
1- Fîhi Mâ Fîh’de referans gösterdiği ayetlerin sayısı 184 olup, bunlardan yirmi dört tanesini müstakil başlıklar altında tefsir etmiş, bu esnada birçok hadis-i şerif ve onların izahına da yer vermiştir.
2- Mecâlis-i Seb’a’da 190 ayete yer verilmiş, zaman zaman bu ayetlerin tefsirinden de bahsedilmiştir.
3- Mektûbât, bu eserde 409 kadar ayet geçmekte, ayrıca bu ayetlerin tefsiri sadedinde birçok hadis-i şerif de yer almaktadır.
4- Rubâiyyât, Mevlânâ’nın rubâîlerinden oluşan bu eserde, konular çok özlü ve kısa bir şekilde ayrıca manzûm olarak verildiğinden, ayet ve hadislerin metin ve meallerine yer verilmesi pek mümkün olamamıştır. Yine de 16 ayet iktibas edilmiş, birçok ayetin manasına da telmih ve işarette bulunulmuştur.
5- Divân-ı Kebîr veya Divân-ı fiems-i Tebrîzî, kırk bin beyit civarındaki bu büyük eserinde Mevlânâ, fiems-i Tebrîzî’ye olan muhabbet ve iştiyak arzusunu dile getirmesine rağmen 909 ayete, yani Kur’an’ın yedide birine yer vermiştir.
Bir Müfessir Olarak Mevlânâ
Mevlânâ, her ne kadar Kur’an-ı Kerim’e Fâtiha suresinden, Nâs suresine kadar bir tefsir kitabı yazmamışsa da, eserlerinde ve bilhassa Mesnevî’de geçen ayetlerle ilgili açıklamaları, onun pek âlâ bir müfessir kadar Kur’an ve onun inceliklerine muttali olduğunu göstermektedir. Bununla beraber o sıradan bir müfessir değil, kendine hâs sûfî bir müfessir olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu yüzden onu, farklı bir müfessir yapan hususları belirterek onun bu yönünü ortaya koymak uygun olacaktır.
Mevlânâ diğer sûfîler gibi, Kur’an’ı okumak ve anlamaktan maksadın onunla amel ederek ebedî saâdeti ve ilahî rızayı elde etmek olduğu inancındadır. Fakat onu nasıl okumalı ve nasıl anlamalı ki bu hedefe ulaşılabilinsin? İşte bu bakımdan onun, Kur’an’ı anlama ve tefsir metodundan bahsetmek gerekmektedir.
Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî ile karşılaşıp, onunla dost olduktan sonra, zâhirî ilimleri bırakıp, ledünnî ilimlerle, ilahî aşkla meşgul olmaya başlamış, vasıtaları bırakmış, maksûda yönelmiş, şeriatı tarikata bağlamış, zâhiri bâtına eklemiştir. Mevlânâ böylece, hem kendinin hem de çevresindeki Müslümanların, yaratılış gayelerini anlamaları ve ona göre amel etmeleri için çalışmış, dinin hem zâhir, hem bâtınını anlatmış, ayet ve hadisleri kendi meşrep ve dirayetine göre tefsir edip açıklamıştır. Müslümanların gaflet ve dalâletten kurtulmalarına çalışarak, Kur’an ayetleri ve Peygamberin sünnetine tefsir ve izahlar yapmıştır.
Mevlânâ, kuru kuruya sadece tefsir yapmak veya yazmak için tefsir yapmamış ve bu nedenle de müstakil bir tefsir kitabı yazmamıştır. O, Kur’an ayetlerinin indî bir biçimde tefsir ve te’vîl edilmesinden hoşlanmazdı. Ona göre tefsir ve te’vîl ya sahih senetlerle gelen rivayet ya da Kur’an ve hadislere uygun dirayet yolu ile veya ilhâm-ı ilahî ile yapılmalıdır. Bütün bunların da gayesi insanları gafletten nûra, dalâletten hidayete çıkarmak olmalıdır.
Buna göre, “Mevlânâ’nın diğer sûfî tefsir ve izahlarına benzeyen, fakat kendine has bir tefsir metodu da vardır,” diyebiliriz. Kendine hastır; çünkü o da diğer sûfîler gibi, tasavvufî konuları ayet ve hadislerin ışığı altında incelemiştir. Ancak bu işi diğer sûfîlerden farklı bir şekilde yapmıştır. Bir kere başta Mesnevî’de olduğu gibi, şiir üslûbuyla yapmıştır. İkinci olarak kıssa, mesel ve anektotlara oldukça çok yer vermiştir. Üçüncü olarak da Mevlânâ’nın ele aldığı konular genelde tasavvufun sıradan konuları değildir. O tasavvufta önemli olan “münciyât” (sabır, tevekkül, kazaya rızâ, tevazu, ibadetlere devam etmek, edepli olmak, az yemek, az uyumak ve bunun gibi güzel huylar.) ve “mühlikât” (kibir, şehvet, dünya hırsı, makam ve mevki hırsı ve bunlar gibi kötü huylar.) olan konuların yanı sıra, daha çok Allah ve insanın hakikatinden, insanın Allah ile olan alakasından, ruhun geçmiş ve geleceğinden, Allah sevgisinden, yine ruhun önemi ve özelliklerinden, Allah ile alakasından, şeytan ve nefsin zarar ve kötülüklerinden bahseden ayet ve hadisleri de ele almış ve onları izah etmiştir. İzah ve tefsir ederken de yerine göre dirayet, rivayet, işârî tefsir metotlarını kullanmış, bazen bunları mezcederek ikisini veya üçünü birden devreye sokmuştur.
Mevlânâ’nın en çok tefsir ettiği ayetler, Kur’an’ın özü sayılan; insanların erdemli ve yaratılış gayelerine uygun davranmaları gerektiğinden bahseden ve Allah–insan eksenli ayetlerdir. O, Kur’an’ın etimolojik, fıkhî, tarihî, kelâmî ve edebî yönleriyle pek ilgilenmez. Onun ilgilendiği asıl husus, Kur’an’ın asıl iniş gayesi, insan ruhunu ilgilendiren bölümleri ve bu ayetlerin işârî manalarıdır.
Mevlânâ’nın tefsir metodu, bir öğüt ve nasihat metodudur. O, ayetleri hikmetli ve çekici hikâyelerle izah ederek, ayetlerden öğüt almasını gaye edinir. Ayetlerin gayelerini anlamak, onlardan gerekli öğüt ve nasihati almak ise, her âkıl insan için kolay bir iş değildir. O bu konuda şöyle demektedir:
"Bu yolda akıl bir şey yapabilseydi, Fahr-i Râzî dahi, sır ehli olurdu.
Ama "tatmayan bilmez." Bu yüzden, onun aklı ve tahayyülatı hayretini artırdı."
Afğânî, Mevlânâ’nın müstakil bir tefsir kitabı ve müstakil bir tefsir babı (bölümü) yazmamasına rağmen, işârî sûfî tefsir nev’inden tefsirler yaptığını, eserlerinde bunun örneklerinin bulunduğunu söyler ve bazı araştırmacılara göre dinin fikir ve anlamadan çok, duyma ve vicdan işi olduğunu ve bu düşünceyi de, Kur’an’ın akıl ve kalbi birbirinden ayırıp, Allah’a iman’ın daha çok kalp işi olduğunu söylemesini desteklediğini belirterek, bu gerçekten yola çıkan sûfîlerin de bu yolda yürüdüklerini, eserler yazdıklarını, ancak onların hepsinin de tek bir metot takip etmediklerini, bazılarının insanların anlayabileceği orta bir yol takip etmelerine rağmen, bazı sûfîlerin ise, anlaşılması güç, şatahât nevinden tefsirler yazdıklarını bildirir. İkincisine örnek olarak İbn Arabî’nin eserlerini gösterdikten sonra, Mevlânâ’nın Kur’an-ı Kerim’in bazı ayetlerini tefsir ve izah ettiğini, bu tefsirlerinin de, İbn Arabî’de olduğu gibi, anlaşılması zor tefsirler olmayıp, okuyanın idrak edebileceği ve faydalanacağı tefsirler olduğunu söyler.
Mevlânâ, eserlerinde ele aldığı bir konuyu desteklemesi için bir ayeti delil olarak getirir. Ayetin sadece lafzını verip geçtiği gibi, ayeti meâlen de iktibas ederek konuya devam eder. Bazı durumlarda ise, ayetin tefsirini de ele alarak izah eder. Bu durumda, "mevzûî tefsir"veya “konulu tefsir” türünden tefsirler yapar. Bu esnada ayeti, bazen rivayet, bazen dirayet, bazen işaret metoduyla, bazen de her ikisi veya üçüyle aynı anda yorumlar.
Mevlânâ hangi metotla ayetleri tefsir ederse etsin, tefsiri, gayet edebî ve fasîhtir. Bazen o kadar beliğ bir tefsir yapar ki, sanki o ayetler yeni nazil oluyor ve okuyucu da olayın içindeymiş gibi bir his uyandırır. Manayı şekillenmiş birer cisim gibi, gözüyle görüyormuşçasına derin bir vukûf ve itkân ile beyitlerinin arasında kullanır. O, ayetlere bir canlılık ve güncellik getirir. Ayetlerin bizim hayatımızın birer parçası olduğunu hatırlatmak ister. Bazı olaylarla birlikte ayetlerin sadece zâhiri manalarını verdiği de olur.
Mevlânâ kimi kez de ne ayeti ne de onun tefsirini verir. Bir konu esnasında falan sure veya ayet buna şahittir veya konuyla ilgili olarak, “falan ayeti düşünerek ve teemmül ederek oku” demekle yetinir. Mesela, "eğer sen şu vuslât ve muhabbetin şerhini istersen, "Vedduhâ" suresini düşünerek teemmül ve tedebbür ederek oku!"; "Ey yiğit, bütün âlem arazdır, "Hel etâ" suresi bu manaya şahittir." diyerek, okuyucuyu ayet ve sureyi teemmülle baş başa bırakır. Çoğu kez de ayet ve sureyi belirtmeden onun tefsiriyle ilgili açıklamalarda bulunur. Bazen bu gibi yerlerde birçok ayet ve sureye işaret eder.
Mevlânâ, rivayet tefsiri ile ilgili kısımları Taberî gibi rivayet tefsirlerinden alır. O, bir ayete yaptığı tefsire zıt düşmeden, başka bir yerde aynı ayete değişik tefsirler de yapar. Kur’an’ın mana ve tefsirini sınırlamaz. Mevlânâ’ya göre, Kur’an’ın manası ve tefsiri asla tükenmez. O her asra ve her hâdiseye uygun olarak işlenmeye müsait bir madendir. "Merace’l- bahreyn" ve "vemâ rameyte iz rameyte" ayetlerine yaptığı tefsirler buna örnek olarak gösterilebilir.
Mevlânâ, bazı yerlerde ayetlerin zâhiri mana ve tefsirlerine yer vermişse de, bu işi zâhir ehli müfessirler yaptığı için, kendisi özellikle ayetlerdeki işârî manalardan ve gizli hikmetlerden ve sırlardan bahseder. Hatta zâhiri manayı ilgili tefsirlere havale ederek işârî manaya yönelir. Zahiri ve bâtınî manaların her ikisini de över. Zahiri mananın kesinlikle gerekli olduğunu söyler. Ancak, yine de Mevlânâ’ya göre işârî, sûfî tefsirler zâhiri tefsirlerden daha üstündür.
Mevlânâ’ya göre bu gibi tefsirler, diğer tefsirlerden farklı ve daha faydalıdır. Çünkü bu gibi tefsirler filin yalnız bir kısmını tutup, ona göre fili tarif eden âmâ gibi değildir, işin hakikat ve maksadına vakıftırlar. Dolayısıyla Mevlânâ yalnız ayetlerin lafzını değil, lafzının işaret ettiği manayı da görür. O kendi sözlerini diğerlerininkilerle karşılaştırırken, kendi sözünü "nakit" diğerlerininkini "nakil" olarak vasıflandırır. "Sözümüz hep nakittir. Nakit, bir adamın gerçek kendi ayağı gibidir. Nakil ise, adamın ayağı şeklinde ağaçtan mamûl kalıp gibidir. Şimdi... ağaçtan ayağı, bu kadem-i aslîden çalmışlardır ve onun ölçüsünü bundan almışlardır. Eğer âlemde ayak olmasa idi, onlar bu kalıbı nereden tasni’ edeceklerdi. İmdi, sözlerin bazısı nakittir ve bazısı da nakildir ve yekdiğerine benzerler. Nakdi, nakilden fark eden bir mümeyyiz lazımdır... Nihayet bu fıkhın aslı vahiy idi. Fakat halkın efkârı havassı ve tasarrufu ile karışınca o letafet kalmadı..." diyerek kendi tefsirinin ve bu doğrultuda yazılmış tefsirlerin, diğer tefsirlerden bilhassa indi fikirlerle yazılmış tefsirlerden farklı olduğunu belirtir.
Sonuç
Buraya kadar verilen bilgiler sonucu, Mevlânâ’nın bir düşünür, bir sûfî, bir şâir olmanın yanı sıra bir müfessir de sayılabileceği ve tefsir metodunun ise ne sadece rivayet, ne de sadece dirayet veya işaret metodu olmayıp, bunların karışımı ve vaaz ve irşâd gayesi ile âlim, ârif, mürşit, veli ve hak aşığı Mevlânâ’ca ve ona özgü bir tefsir metodu olduğu ortaya çıkmaktadır.
Netice olarak şunu söyleyebiliriz, gerçek bir İslam âlimi ve mutasavvıfı olan Mevlânâ, ortaya koyduğu misyonu ve eserleriyle Kur’an ve nebevî hadislere hizmet etmiş, onları izah etmiştir. Bu yüzden onu, Kur’an’ı açıklayan bir müfessir; eserlerini bilhassa Mesnevî isimli eserini de bir tefsir kitabı olarak değerlendirmek doğru olacaktır. Nitekim Mevlânâ’nın XX. yüzyıldaki takipçisi ve talebesi sayılan Muhammed İkbal’in, “o ki Pehlevî (Farsça) dili ile Kur’an’ı yazmıştır.” demesi ve yine Nihad Sami Banarlı’nın “… bu yüzdendir ki, onun büyük Mesnevî’si hakikatte ve hemen baştan sona, Kur’an-ı Kerim’in Mevlânâ çapında bir evliya tarafından yapılmış heybetli bir tefsiridir.” şeklindeki ifadesi Mesnevî’nin bir Kur’an tefsiri sayılması gerektiğini ve ayrıca diğer Kur’an tefsirleri arasındaki yerini belirtmektedir.
Ancak Mevlânâ’nın Kur’an’ı açıklama ve tefsir etmedeki metodunun, eğitim ve öğretim açısından önemli bir yeri olan bir takım temsil ve hikâyelerle olması ve bu işi şiir olarak sunması Mesnevî’nin tefsir yönünün, bir kısım gözlerden kaçmasına, dolayısıyla asıl gayesinin anlaşılamamasına neden olmuştur.

******************

* Doç. Dr., Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Mevlânâ, M. 1207 yılında Belh Şehri’nde dünyaya geldi. Babasının Belh’den göç etmesi üzerine uzun süren bir yolculuktan sonra Konya’ya gelip yerleşti. Büyük bir âlim ve mutasavvıf olan babası Bahâüddin Veled’den ilim ve marifet tahsil etti. Ayrıca Halep ve Şam gibi ilim merkezlerinde ilmini geliştirerek devrin büyük âlim ve mutasavvıflarıyla tanışarak onlardan bolca istifade etti. Bu arada Muhyiddin ibn Arabî ile görüşerek ondan da nasibini aldı. Burhaneddin Muhakkik-i Tirmizi ve Şems-i Tebrizî’den ise manevî ve batınî ilimler öğrenerek tasavvuf ve ilahî aşka dair maârifini artırdı. Artık hem zahir hem de batın ilimlerinde misli bulunmayan bir âlim ve arif olmuştu. 1273 yılında Konya’da vefat ederek geride birçok seçkin ve değerli talebe, mürid ve başta Mesnevi olmak üzere çok kıymetli eserler bırakarak Şeb’-i Ârûz/gelin gecesi diye isimlendirilen cenaze merasimi ile bugün maruf olan kabrine defnedildi.

Bu hususta Kur’an-ı Kerîm’de şöyle buyrulmaktadır: “Gerçekten bu Kur’an, insanlara en doğru yolu gösterir ve salih ameller işleyen müminlere, kendileri için büyük bir mükâfât olduğunu müjdeler.” İsrâ, 17/9.

Bu konuda yine Kur’an-ı Kerîm’de şöyle buyrulmaktadır: “O (Muhammed), hevâdan (kendi arzusuna göre) konuşmaz.” Necm, 53/3.

Bu hadis için bkz. Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, Halep, ts., I, 147. Aclûnî, bu hadisin Beyhâkî’de geçtiğini, Deylemî’de ise Abdullah ibn Abbas’tan şu şekilde rivâyet edildiğini belirtmektedir: “Benim ashâbım, gök yüzündeki yıldızlar mesâbesindedir. Onlardan hangisine uysanız doğru yolu (hidâyeti) bulursunuz.”

Müttefekunaleyh olan bu hadisi, Buhârî ve Müslim’den başka Ahmed bin Hanbel, Tirmîzî, Taberânî, Hâkim gibi diğer hadis kaynakları da rivayet etmişlerdir. (Bkz. Aclûnî, I, 475).
Bkz. Tâhir Büyükkörükçü, Mevlânâ ve Mesnevî, İstanbul, 1983, s. 42.

Zaten bu güneş ve ay olmadan hiçbir insan, hiçbir manevî ilerleme gösteremezdi. Hatta insanlardan daha akıllı ve daha bilgili olan melekler dahi bu konuda şöyle demişlerdir: “Dediler ki ‘seni (Allah’ı) tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Çünkü her şeyi hakkıyla bilen ve yaptığında hikmet sahibi olan şüphesiz ki Sensin.” (Bakara, 2/32). Böylece melekler, Allah’ın kendilerine öğrettiklerinden başka hiçbir bilgilerinin olmadığını itiraf etmişlerdir. Kur’an ayetlerinin ve Hz. Peygamber’in sözlerinin ilim ve irfan dünyasındaki yerini belirtmeye yeterli başka bir tespit de İmam-ı Şâfiî’nin şu sözüdür: “Ümmetin âlimlerinin bütün söyledikleri, hadis-i şeriflerin açıklamasıdır. Bütün hadisler de, Kur’an âyetlerininin izâhıdır.” (Suyûtî, el-İtkân fî ulûmi’l-Kur’an, Beyrut, 1407/1987, II, 1025).

Mevlânâ, Divân-ı Kebîr, Çev. Abdulbâki Gölpınarlı, Ankara, 1992, V,69.
Fuzûlî, Divân, Haz. Abdulbaki Gölpınarlı, İstanbul, ts., s.187

Bedîüzzamân Fürûzanfer, Mevlânâ Celâleddîn, Çev. F. Nafiz Uzluk, İstanbul, 1986, s.79.

Mevlânâ, Mesnevî –i Şerîf, Aslı ve Sadeleştirilmişiyle Manzûm Nahîfi Tercümesi, haz. Amil Çelebioğlu, İstanbul, 1967-1972, III, 2543 vd. Not: Cilt sayısından sonra verilen rakamlar beyit numarasıdır.

Mevlânâ, Mesnevî –i Şerîf, III, 2549 vd.
Mevlânâ, Rubâiler, Çev. Şefik Can, İstanbul, 1991, Rubâî No: 1311.

Mesnevi, Mevlanâ’nın bize miras olarak bıraktığı altı eserinin en büyüğü ve en önemlisidir. Altı cilt halinde yaklaşık 26 bin beyitten meydana gelen bu eserinde Mevlânâ, Kur’an ayetlerine, hadis-i şeriflere şerh ve izahlar yaparak başta mürid ve talebeleri olmak üzere bütün Müslümanlara hatta bütün insanlığa yaratılış gayelerini, var oluş hikmetlerini ve Yüce Allah’a ulaşmanın yollarını çok tatlı ve çekici hikâye, temsil ve anektotlarla anlatmaya çalışmıştır. Mesnevi, dün olduğu gibi bugün de değerinden hiçbirşey kaybetmemiştir. Aynı şekilde yarın da bu değerini artırarak koruyacağı anlaşılmaktadır. Bunun da sebebi, bu eserdeki bilgilerin hiçbir zaman değerini yitirmeyecek olan insan-Allah ilişkilerini ele alması ve bunları en güzel bir şekilde anlatmasıdır.

İsmail Ankaravî, Mesnevî –i Şerîf Şerhi, İstanbul, 1289, I,1.

Mevlânâ, Mesnevî-i Şerîf, VI, 5-8.

Sarı ’Abdullah, Cevâhir-i Bevâhir-i Mesnevî, İstanbul, 1287, V, 492.
Sarı ’Abdullah, V, 493.

Said Nursi, İşârâtu’l- İ’câz fî Mazanni’l- Îcâz, çev.: Abdulmecîd Nursî, İstanbul, 1994, s. 226.

Bu sözün kaynağını tespit edemedik.

Eflâkî, II,182.

Eflâkî, II,182-3.

Mevlânâ, Mesnevî-i Şerîf, VI, 3698.
Mesnevî, ayrıca hadis ve şerhleri yönünden de oldukça zengin bir kitaptır. Fürûzanfer, Mesnevî’nin 745 hadisini tahric etmiş ve bu eser, "Ehâdîs-i Mesnevî" adı altında yayınlanmıştır. Mesnevî üzerine yapılan çalışmalardan biri de, yine Fürûzanfer tarafından, "Meâhiz-i Kasas ve Temsîlât-ı Mesnevî" isimli eserdir. Bu eserde, Mesnevî’deki hikâye ve misallerin kaynaklarından bahsedilmektedir.

Muhammed Hüseyn ez-Zehebî, et-Tefsîr ve’l- Müfessirûn, Beyrut, ts. I,148 vd.; Ankaravî, Câmi’u’l- Âyât, Mevlânâ Müzesi, İhtisâs Kütüphanesi, No: 2081, s. 24.

Nihad Sami Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, 1971, I, 314.

Bu konuda daha geniş bilgi için bkz. Hüseyin Güllüce, Kur’an Tefsiri Açısından Mesnevî, İstanbul, 1999. Konumuz Mevlânâ, Mesnevî ve Kur’an olduğundan hadisler açısından değerlendirilme yoluna gidilmeyecektir.

Mevlânâ’nın sohbetlerinden notlar tutularak meydana getirilen bu eserde Kur’an ve Hz. Peygamber’in tesiri açıkça görülmektedir. Ayrıca bu eser Mesnevî’nin güzel bir hâşiyesi (bazı zor ve kısmen kapalı olan yerlerin izâhı) durumundadır.

Mevlânâ’nın bu eseri, avâm-ı nâsa hitap şeklinde olup, Mevlânâ’nın camilerde yaptığı vaazlarından oluştuğundan fazlaca âyet ve tefsirlerine, derin tasavvufî izahlara yer verilememiştir.

Mevlânâ’nın bazı dost ve yakınlarına yazdığı mektuplarından meydana geldiği, hem hacim hem de makam olarak ilmî açıklamalara ve tefsirlere müsait olmadığı için, âyetlerin genelde izahı yapılmamış, sadece öğüt, hatırlatma, hayra ve iyiliğe teşvik, şerden ve kötülüklerden sakındırma ve dua amacıyla verilmiştir.

Mesela, Ebû Tâlib el-Mekkî şöyle demektedir: “Kul kendisine hitap edene karşı kulak kesildiğinde, sözün sırrını anladığında, kendini görenin sıfatlarının manalarını müşâhede ettiğinde, kudretine baktığında, aklının ve ilminin sınırlılığını anladığında, kudret ve kuvvetinden soyutlandığında, sözüne hürmetle baktığını, huzurunda bulunduğunu, doğru bir hal, derin ve safaya ermiş bir yakîn, ilim ve temkîn kuvveti olan bir kalp ile anlamaya çalıştığında bizzat ilahî hitabı duyar ve gayb aleminin cevabını müşahede eder.” Ebû’l- ‘Alâ ‘Afifî, Tasavvuf (İslâm’da Manevi Hayat), çev.: Ekrem Demirli-Abdullah Kartal, İstanbul, 1996, s. 102-3. Krş.: Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l- Kulûb, Mısır, 1310, I,45-6. İşte bu anlamdaki sözler, Kur’an’ın gerçek tefsiri olmuş oluyor. Nitekim Sultan Veled, bu bağlamda, "erenlerin şiiri tamamiyle tefsirdir, Kur’an’ın sırlarıdır." diyerek, (Sultan Veled, İbtidânâme, çev. Abdulbâki Gölpınarlı, Ankara, 1976, s.65) babası Mevlânâ’nın Mesnevîsi’nin, Kur’an’ın sırlarını açıklayan bir tefsir olduğunu ihsas etmektedir.
Abdulkâdir el-Ceylânî, el-Ğunye li Tâlibi Tarîki’l- Hakk Azze ve Celle, tah. Ferec Tevfîk el-Velîd, Bağdat, 1404/1983, III,1304 vd.; Ebû Hâmid Muhammed bin Muhammed el-Ğazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, Mısır, 1358/1939, III,77 vd., IV,2 vd.; İbrahim Hakkı Erzurûmî, Marifetnâme, İstanbul, 1330, s. 269-80, 304 vd., 354 vd., 385 vd.; el-Hâdimî, Ebû Sa’îd, Berîkatun Muhammediyyetun fî Şerhi Tarîkatin Muhammediyyetin ve Şerîatin Nebeviyyetin fî Sîretin Ahmediyyetin, İstanbul, 1326, II,2 vd., III,2 vd

Konuyla ilgili bir örnek için bkz. Mithat Bahârî Beytur, "Mevlânâ Aşk ve Şefkat Timsalidir", Mevlânâ Güldestesi, s. 24-25, Konya, 1964. Krş.: Şemseddîn Ahmed el-Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, Çev. Tahsin Yazıcı, İstanbul, 1989, I,441.
Mevlânâ, Mesnevî –i Şerîf, V, 4154 vd.

Bkz. İnâyetullah İblâğ el-Afğânî, Celâluddîn er-Rûmî Beyne’s-Sûfiyye ve Ulemâi’l-Kelâm, Lübnan, 1407/1987, s. 118

Mevlânâ, Mesnevî –i Şerîf, II, 2559.

Mevlânâ, Mesnevî –i Şerîf, II, 985.

Bu durumlar genel olduğundan örnek verilmeyecektir. İsteyenler Mesnevî’ye bakabilirler.
“İki denizi salıvermiştir...” Furkân, 25/53; Rahmân, 55/19.

“Attığın zaman sen atmadın...” Enfâl, 8/17.

Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, çev. Ahmet Avni Konuk, haz. Selçuk Eraydın, İstanbul, 1994, s.133.

Abdulkadir Karahan, “Mevlânâ’da Çağımızın Sorunlarına ve Dertlerine Uygun Cevaplar” (Dr. İkbal’in Pîr ve Mürşîd Şiirinden Yararlanılarak), Uluslararası İkinci Mevlânâ Semineri Bildirileri, (15-17 Aralık 1976, Konya Mevlânâ Enstitüsü) Konya, 1976, s. 28.

Banarlı, Tarih ve Tasavvuf Sohbetleri, İstanbul, 1984, s. 215.