Makale

MÜSLÜMAN TOPLUMLARDA KUR'AN-I KERİM'İN YERİ VE TEFSİRİ

MÜSLÜMAN TOPLUMLARDA KUR'AN-I KERİM'İN YERİ VE TEFSİRİ

İsmail ALBAYRAK*

Özet:
Kur'an-ı Kerim nüzulünden itibaren Müslümanlar arasında hayati bir role sahip olmuştur. Söz konusu rolün sınırları İslam'ın ilk kaynağı kabul edilen bu yüce kitabın mahiyetinin net bir şekilde anlaşılmasıyla daha da belirginleşecektir. Bu bağlamda onun ilk mübelliğ ve müfessiri Hz. Peygamber (s.a.s.) ve takip eden nesiller tarafından nasıl algılandığı, anlaşıldığı ve yaşantılandığı sorularının cevabı bu makalenin özünü oluşturmaktadır. Bu açıdan Kur'an bazı çağdaş yorumcuların yaklaşımlarında açıkça sergilendiği gibi, ne sadece epistemik düzeye indirgenecek basit bir kitap, ne de anlaşılması ve yaşantılanması imkânsız hale getirilen bir tabudur. Bu sebeple gönderilmeye başlandığı günden itibaren Müslümanlar Allah'ın kelamının öğrenilmesi, anlaşılması ve yaşantılanması için azami gayret göstermişlerdir. Müminler tarihsel süreçte, Kur'an'la ilgili her konuyla varoluşsal bir ilişki kurarak onu hayatlarının merkezine koymuşlardır.
Anahtar Kelimeler: Kur'an'ın Mahiyeti, Vahiy, Kur'an'ın İlk Müfessiri.
The Place of the Qur'an in Muslim Societies and its Commentary
Abstract:
The Glorious Qur'an has played very significant role in the life of Muslims. The scope of this role can be seen clearly when the conceptual framework of the nature of the Qur'an will be drawn precisely. In this context, it is safe to say that the question how do the Prophet Muhammad (peace and blessings of Allah be upon him), as the first commentator of the Qur'an, and the following generations understand and perceive the nature and meaning of the Qur'an constitute central theme of this article. From this perspective, the Qur'an cannot be reduced to the level of only epistemic search or put a place where no one can approach to it. Since its revelation, Muslims exert great efforts to learn, understand and implement the Qur'an. In addition, the believers establish some kind of existential relation with the Qur'an put it in the centre of their life.
Key Words: the Nature of the Qur'an, Revelation, the First Commentator of the Qur'an.


Margaret Drabble'ın Natural Curiosity (Tabiî Merak) romanındaki Charles adlı karakter İslam'a ilgi duyan meraklı bir kişidir. Konuyu değişik uzmanların yanı sıra önceden tanıdığı ve oldukça mütevazı yaşayan Müslüman bir bayanla da tartışır. Maalesef bu çabalar onun İslam'la ilgili bilgi ve beklentilerini gidermez. Bunun üzerine Charles, Müslümanların birincil kaynakları olan Kur'an'a başvurmaya karar verir. Zaman kaybetmeden en yakın kitapçıdan aldığı Iraklı Yahudi mütercim N.J. Davood'un, The Qur'an adlı çevirisiyle bilimsel merakını gidermeye çalışır. Charles, Kur'an'ı iki kapak arasında (mushaf) toplayanların kronolojik tertibe riayet etmediklerini, fakat mütercimin sureleri kronolojik olarak düzenlediğini öğrendiğinde oldukça şaşırır. Şaşkınlığını bir türlü gideremeyen Charles, boşandığı eşini arayarak alışık olmadığı bu düzen hakkındaki taaccübünü ona da anlatır. Charles'e göre kronolojik olmayan mevcut tarz, anlatım anarşisinden başka bir şey değildir. Eşi Liz ise, ona biraz daha dikkatli bakarak okumasını, belki de onun fark edemediği bir düzenin var olacağını düşündüğünü söyler. Cennetle ilgili okuduğu bir kaç pasajdan sonra inançsızların tutumu, cehennemle cezalandırılacakların hali, kıyamet günü ve o günün dehşeti vb. olayları resmeden ayetler karşısında kafasının iyice karıştığını düşünen Charles, Kur'an çevirisini okuyamaz hale gelir. Özellikle de 'Kur'an'ı hiç düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin üzerinde kilitler mi var.'1 ayetiyle kalbinin mühürlendiği kanısına vararak Kur'an'daki düzeni görememesini şeytan tarafından aldatıldığı ve bu nedenle de kalbinin mühürlendiği şekliyle yorumlar.2
Kitab-ı Mukaddes'in kronolojik anlatımını teneffüs eden bir atmosferde büyümüş kimselerin Kur'anî üslup karşısında şaşırmasından daha doğal bir şey olamaz. Bu nedenle sanal (Charles) karakterimizin şaşkınlığı fazla yadırganmamalıdır. Çünkü Kur'an üslûbuna alışık olmayan çok sayıda gayrimüslim de onunla aynı duygu ve tecrübeleri paylaşmaktadır. Burada unutulmaması gereken önemli bir nokta da Kitab-ı Mukaddes'te kronolojik bir zaviyeden ve detaylı bir şekilde anlatılan çok sayıda kıssanın da Müslümanlar tarafından taaccüple okunuyor olmasıdır. Bununla birlikte biz burada Kur'an ve Kitab-ı Mukaddes'in Müslüman ve Hristiyanlar tarafından nasıl tecrübe edildiğini tartışmayacağız. Üzerinde duracağımız asıl konular ise, Kur'an'ın Müslüman toplumlardaki yeri, algılanışı, tecrübe ediliş şekilleri ve onun tefsiridir. Yukarıdaki anekdotla anlatmak istediğimiz ise sanal karakterin tutumunu eleştirmek ve onun şahsında sığ genellemelerde bulunmak değildir. Öncelikle vurgulanmak istenen farklı kültürler, aidiyetler, zihin yapısı, gelenekler, ötekini tecrübe ederken ister istemez bazı zorlukları da beraberinde getirmektedir. Bu zorlukların kaynağı ise kişi alışık olmadığı bir gelenekle karşı karşıya kaldığında bazı problemler yaşamasıdır, yoksa yabancısı olduğu geleneği manasız bulduğu anlamına gelmemektedir. Bazılarına göre düzensiz gibi gelen birçok metin, yüzyıllarca tecrübe edildiği diğer geleneklerde oldukça anlamlı ve düzenli algılanmaktadır. Bunun aksi de doğrudur. Şimdi Müslüman toplumlarda Kur'an'ı Kerim'in yeri ve onun mesajının anlaşılmasıyla ilgili bazı noktalara dikkat çekmeye çalışalım.
Müslüman toplulukların Kur'an karşısındaki tutumu konusuna geçmeden önce Kur'an'ın mahiyetiyle ilgili küçük bir girişte bulunmak kanaatimce faydalı olacaktır. Öncelikle belirtelim ki, Müslümanların Kur'an'a bakış açılarını belirlemede en etkin rolü, onların Kur'an'ın mahiyetiyle ilgili anlayışları oynamaktadır. Kur'an'ın mahiyeti söz konusu olduğunda da sorulacak ilk soru 'Kur'an nedir?'dir. Bu soruya her Müslümanın 'Allah'ın (c.c.) insanlığa gönderdiği son Kelam'ıdır' şeklindeki cevapları, Kur'an'ın mahiyetiyle ilgili bizlere önemli açılımlar sunmaktadır. Klasik tanımla ifade edecek olursak Kur'an 'Hz. Peygamber'e (s.a.s.) indirilen, mushaflarda yazılan, tevatürle nakledilen, tilavetiyle teabbüd olunan mu'ciz bir kelâm'dır.'3 Evet, Kur'an'ı Kerim, insanın hidayete kavuşması ve doğru yolu bulması için Allah tarafından gönderilmiş son Kelam'dır. Kur'an'ın kendi ifadesiyle söyleyecek olursak '...(bu) bir Kitap'dır ki, hikmet sahibi, her şeyden haberi olan (Allah) tarafından ayetleri sağlamlaştırılmış, sonra da güzelce açıklanmıştır.'4 Yukarıdaki genel tanımın tarihî arka planını açıklamaya geçmeden önce Kur'an'ın mahiyeti ile ilgili bir kaç hususun altını çizmek gerekmektedir. Her şeyden önce Kur'an, dinî metinler arasında kendi kendine referansta bulunan ve bu özelliğiyle hem kendisinin farkında olduğunu gösteren hem de kendi kendini açıklama imkanı sunan eşsiz bir kelamdır. Ayrıca Kur'an'ı diğer kitaplardan farklı kılan bir başka özellik de kendisinden nasıl istifade edileceğini ona şartsız ve kayıtsız yaklaşanlara bildirmesidir. Fazlurrahman'ın da belirttiği gibi Kur'an sadece betimleyici (ihbârî/descriptive) değil aynı zamanda tayin edicidir de (inşâî/prescriptive).5 Başka bir ifadeyle Kur'an sorunları tasvir ve teşhis etmekle kalmaz, onların çözümü için alternatifler ortaya koyar.
Müslümanların, Kur'an'ın mahiyetiyle ilgili önemli buldukları bir diğer mesele de, Kur'an'ın yeryüzündeki tek derli toplu şekilde iki kapak arasında toplanan ve 1400 yıldır inananlara rehberlik eden bir kitap olduğu gerçeğidir. Kur'an'ın mahiyeti bağlamında üzerinde durulması gereken Kur'an ve insan arasındaki ilişkinin belirlenmesinde bu rehberliğin inkâr edilmez bir yeri vardır. Kur'an'ın merkezini oluşturan tevhid, risalet (nübüvvet), haşr, ahlak ve adalet inancı doğrudan insanlığın bu çağrı karşısında müspet ya da menfi konumunu belirlemesini gerektirmektedir. Geleneğimizde Kur'anî çağrıya teklif ve bu hitabın muhatabına da mükellef denilmektedir. Mükellef(ler)in, teklifler karşısındaki sorumluluklarını (mesuliyeti) yerine getirmeleri sonucu da Kur'an'ın ön gördüğü adalet, meveddet ve ahlak kriterlerine göre hayatlarını sürdüren ideal toplumun inşâsı gerçekleşecektir. Bu nedenle sanal karakterimizin (Charles) ve benzer durumlarla karşılaşan çok sayıda kimsenin problem haline getirdiği kronoloji melesi Müslümanlar arasında ciddi bir sıkıntı doğurmamıştır. Kronoloji eksikliğinin sıkıntı olmaması ise, Müslümanların tarih nosyonu yoksunu oldukları anlamına kesinlikle gelmemektedir. Çünkü onlar Kur'an'ı kronolojik değil tematik ve mantıki bir bütünlük çerçevesinde değerlendirmektedirler.6 Bu nedenle Kur'an'da, şahıslar, mekânlar ya da tarihî olaylar hakkında detaylı bilgilerle karşılaşılmaz. Özetle Kur'an ne roman ne de tarih kitabıdır, o kendisini insanlığa bir vahiy gerçeği olarak sunan ilâhi bir hitaptır. Merhum İzetbegovic'in yerinde tespiti de bizleri destekler mahiyettedir: 'Kur'an hayattır, edebiyat değil. İslam'da düşünce tarzından çok bir hayat şeklidir'.7
Kur'an'ın mahiyetiyle ilgili göz ardı edilemeyecek önemli bir diğer nokta da insanın Kur'an'la olan ilişkisinde kendisini gösteren farklı süreçlerdir. Müslümanın Kur'an'la kurduğu diyalog sığ, zihinsel, soyut ya da bilgisel bir ilişki değildir. Her ne kadar anlaşılmaya müheyya bir metin olarak bu tür ilişkilerin varlığı göz ardı edilemezse de Kur'an'ın öncelikli fonksiyonlarından birisi olan rehberliğinden dolayı hidayet gibi, epistemolojik inceleme sınırlarını aşan süreçler de vardır. Bu nedenle Kur'an'a teorik bir malzeme yığını, anlamı araştırılan bir mevzu, bir nesne,8 ya da Müslümanların bireysel ve toplumsal yaşamlarına ait somut önerileri olmayan her hangi bir kitap olarak bakılamaz. Evet, Kur'an, Görgün'ün de belirttiği gibi, Müslümanların varoluşunu önceleyen bir kitaptır. O sadece bir bilgi kaynağı değil, aynı zamanda bir varlık kaynağıdır da.9 Bu tespit bizi, Kur'an'ın bir metin olarak günümüze kadar gelmesi ile bir varlık ve değer kaynağı olarak gelmesi arasındaki farkı fark etmeye zorlamaktadır. Bu farkın fark edilmemesi, Görgün'e göre, Kur'an'ı anlamayı da anlamsız kılmaktadır. Şayet bu önemli fark fark edilirse Kur'an'ın anlamı da anlamlaşacaktır. Özetle Kur'an, kendisini doğrudan Allah'a nispet etmekle (Kelamullah) Müslümanların ve Müslümanlığın varoluşunu öncelemektedir. İnananlar varlıklarını önceleyen bu değer kaynağını kendilerine uyarlamaya çalışmamışlar, bilakis kendileri onun rehberliğinde onun değerler dünyasına etkin bir şekilde katılmışlardır. Böylece Kur'an'ın anlaşılmasının Müslümanlar için varoluşsal bir esas olması, onunla irtibatın hiçbir zaman kopmadığı ve kopmayacağı anlamına gelmektedir. Ayrıca Müslümanların Kur'an'la olan bu varoluşsal ilişkisi onlara dindarlıklarını okuma ve dinleme imkanı vermektedir.10 Kur'an'ın mahiyetiyle ilgili bu yaklaşımları açık bir şekilde bizlere özetleyen bir nebevi hadisle bitirmek istiyoruz:
“Kur'an aranızda bir hakem ve hüküm kaynağıdır. O, hak ile batılı ayırt eden ölçüdür. Onda her şey ciddidir. Kim, baskıdan ve zalimden korkarak ona karşı güveni ve inancı sarsılırsa, Allah da onu helak eder. Onda sizden evvelkilerin haberleri vardır. Onda sizden sonrakilerin de haberi vardır. Kim onun dışında hidayet ararsa Allah onu saptırır. O, Allah'ın en sağlam ipidir. O, hikmetli bir zikir, hikmet yüklü bir hatırlatmadır. O dosdoğru yoldur. O, kendine uyanları hevalarına uymaktan korur. Lisanlar ve beyanlar onun sayesinde herhangi bir iltibasa maruz kalmazlar. Âlimler ona asla doyamazlar. Kur'an çok tekrar etmekle eskimez ve usanç vermez. İnsanı şaşırtan, hayrete sevkeden güzellikleri bitmez tükenmez. Bu öyle bir kitaptır ki, cinler onu dinlemeye kendilerini saldıkları zaman şöyle demek mecburiyetinde kaldılar: 'Biz çok farklı, hayret ve hayranlık verici bir kitap dinledik. Bu kitap doğruluğa götürüyor. Biz de hemen ona inandık.' (Cin, 72/1). Onu konuşmasına esas alan doğru konuşmuş olur. Onunla amel eden mutlaka mükâfat görür. Kim onunla hüküm verirse adaletle hükmeder. Kim ona çağrılırsa doğru yola çağrılmış olur.11
Görüldüğü üzere Kur'an, Müslümanın yaşamında ayrı bir yere sahiptir. Yukarıdaki hadiste de açıkça belirtildiği gibi Kur'an Müslümanın her şeyidir. Kur'an, inananlar tarafından tek yönlü basit bir bildiri değil, aynı zamanda dua, hikmet, ubudiyyet, emir-davet, zikir, fikir ve şükür kitabı olarak da görülmüştür.12 Şimdi önce dinlenen, sonra ezberlenen ve okunan bu yüce hitap karşısında Müslümanların kitap algılamalarını izaha çalışalım.
Kur'an ve tebliğcisinin beyanlarında Kur'an'ı dinleme ve okumayla ilgili çok önemli açıklamalar vardır. Yüce Allah Kur'an'da 'O zikri Biz indirdik ve onun koruyucusu da elbette Biziz.'13 buyurmaktadır. Kelamının muhafazasını garanti eden Allah (c.c.) kullarından onu sık sık okumalarını istemektedir. Kendileri hakkında sadece yaşadıkları değil, ileride yaşayacakları ahiret yurdunda da lehte ve aleyhte şahitlik14 edecek olan Kur'an'ı inananlar ilâhi diyaloğa bir katılım olarak algılamaktadırlar. Kur'an kelimesinin içinde mündemiç olan kıraat (okumak) anlamının semantik örgüsünde de Müslümanların Kur'an'a yaklaşımları hakkındaki önemli bir özelliğe dikkat çekilmektedir. Evet, Müslüman demek bir manada potansiyel okur anlamına gelmektedir. Fakat bu okuma tarzını basit bir metin okumaktan çok ikrar, inkiyad ve bağlılığın fevkalade yüksek olduğu bir adanmışlık şekliyle anlamak gerekmektedir. Çünkü Kur'an'ın parça parça indiği ve mushaf haline getirildiği günden itibaren ezberlenmesi ya da okunması sadece Kur'an'ın sıhhatli bir şekilde bize ulaşmasının değil, inanan insanların zihnî yapısını şekillendirmesi ve zihinlerde Kur'an'la derin bir maneviyat ve vecdin yakalandığı gerçeğini göstermektedir. Bu ilişki Müslümanlar için Kur'an'ı diğer kitaplardan farklı kılmaktadır. O, kesinlikle bir antika eseri değildir. Her zaman ve zeminde Müslümanın hayatına aktif ve kesintisiz şekilde yön veren canlı bir hitaptır. Bu nedenle Müslüman 'Kur'an okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki size rahmet edilsin.'15 ayetindeki 'susmak'ı bile bu diyaloğun bir parçası olarak algılar ve aktif bir şekilde onu dinler ve susar. Başka bir ifadeyle onun susmasında derin bir ubudiyet hissi ve aşkın bir bağlılık, itaat ve teslimiyet söz konusudur.
Müslümanların Kur'an karşısındaki bu teslimiyeti abartı olarak görülmemelidir. Kur'an'ın tebliğcisi 'Sizin en hayırlınız Kur'an'ı öğrenen ve öğretendir.' buyurmaktadır. Bu özlü ifadelerinde o, bir şekilde Kur'an'la münasebeti olanları öne çıkarmaktadır. Hatta Uhud şehitlerinin defni sırasında hepsinin üzerlerini örtecek malzeme bulunmadığından Hz. Peygamberin, önceliğin hafızlara verilmesini söylediğini hepimiz biliyoruz. Kur'an okumanın faziletini göstermesi açısından okuyan ve okuyamayan müminler arasındaki teşbihi de kayda değer bir konudur: 'Kur'an okuyan mümin narenciye gibidir. Kokusu da tadı da hoştur. Kur'an okuyamayan mümin ise hurma gibidir. Kokusu yoktur ama tadı çok hoştur...'16 Yukarıda da belirtildiği üzere müminler için o bir dua kitabıydı. Yatarken, kalkarken onu okurlardı. Rukyelerini, hastalıklardan şifalarını hem kendisi şifa hem de kendisinde şifa17 olan Kur'an'dan yaparlardı. İslamî gelenekte bunlarla ilgili rivayetleri çoğaltmak mümkündür, fakat biz vahiy ortamını vahyin tebliğcisinin yanında teneffüs etmiş birinin ilerleyen yaşlarında Kur'an'a karşı tutumunu güzel bir şekilde gösteren şu örnekle yetinmeye çalışacağız. Kurtubî'nin kaydettiği anekdota göre: 'Hz. Aişe (r.ah.) yatmadan önce sıklıkla 'Mecîd'i getirin' derdi. Mushaf ona getirilir, o da mushafı alır ve göğsünün üzerine bastırır, onunla uyur, onunla kendini teselli ederdi.'18
Kur'an'ın, Müslüman hayatıyla olan ilişkisi çok yönlü ve oldukça da canlıdır. Bununla birlikte Kur'an'ın okunması, ezberlenmesi, yaşanması vb. ile ilgili Kur'anî ve nebevi tavsiyelerin yanı sıra Kur'an'ı kitaplardan bir kitap gibi okuyan, onu anlayamayan ya da anlamak istemeyen, onun rehberliğini göz ardı eden, özetle onu okuyup da hazmedemeyenlerin durumuyla ilgili de yeterince uyarı mevcuttur.19 Bütün bunların farkında olan Müslümanlar da Kur'an'a her açıdan saygı göstermişlerdir. Meclisî, 'Kur'an'a saygı gösteren Allah'a saygı göstermiştir. Kur'an'a değer vermeyen Allah'ın hurmetini ihlal etmiştir'20 derken bu hakikati anlatmak istemektedir. Onu en güzel bir şekilde okumak için tecvidi ilmî bir disiplin haline getiren Müslümanlar farklı okuyuş tarzlarıyla da (hızlı, orta, yavaş okumalar gibi) okurun duygu ve düşüncelerini yönlendirecek etkileri ortaya çıkarmaya çalışmışlardır. Özellikle ritimli okumalarda ve Kur'an'ın daha doğrusu Arapça'nın bizzat kendisinden kaynaklanan ses ve söz uyumu neticesinde okur Kur'an'ı okurken farklı yerlerde farklı boyutlar bulacaktır. Bu tecrübe sadece Kur'an'ın manasını bilenlerle sınırlı değildir. Kur'an'ı Arapça okuyan fakat manasını anlamayan yüz binlerce Müslüman için de geçerlidir. Yalnız Kur'an kelimelerini anlayanların bu süreçte daha aktif olduğu da bir gerçektir. Kur'an'ın tebliğcisi gibi, rahmet ayetlerinde durup (vakfu'l-ğüfran) Kur'an'ın sahibinden rahmet dilemek, azap ayetlerinde durup O'nun azabından yine O'na sığınmak, tekbirlerde tekbir, tevhitlerde kelime-i tevhitler getiren mümin canlı ve aktif bir Kur'an okuma sürecine girer. Çünkü onun için Kur'an sadece iki kapak arasına sıkıştırılmış bir kitap değil bilakis arınmasına vesile olacak yüce bir kelâmdır. Günlük yaşantılarında bile vülgarize gibi görünen, fakat Müslümanların şuur altı müktesebatına açık bir şekilde işaret eden bismillah, elhamdülillâh, inşallah, maşallah vb. birçok deyim, Kur'an'ın birbirlerinden farklı dilleri konuşan Müslüman toplumların hayatındaki yerini göstermesi açısından oldukça önemlidir.
Müslümanın Arapça Kur'an karşısındaki tutumu konusunu ilginç bir örnekle resmetmek mümkündür. Cumhuriyet'in ilk yıllarında, özellikle de Kur'an'ın Türkçe okunmasına özendirildiği bir dönemde, Mustafa Kemal Atatürk ile hafız Asım Efendi arasında şöyle bir diyalog geçmektedir:
“Dolmabahçe sarayında hafız Asım Efendi'den İsrâ suresinin Türkçe çevirisinin okunması talep edilir. Oturduğu koltukta duruşunu bozmadan kendisine söylenileni yerine getiren hafızdan tekrar istediği bir yeri Arapça olarak okuması istenir. Bunun üzerine hemen koltuğa çıkar ve diz çökerek okumaya başlar. Onun bu hareketini dikkatli bir şekilde gözlemleyen Atatürk yanındakilere 'Kur'an'ı Türkçe okurken ayaklarını uzatmıştı. Şimdi ise diz çöktü. Anlaşılıyor ki Hafız Efendi önceki okuduğunu Kur'an saymıyor.' Hafız da bir iki mazeretten sonra gerçeğin Atatürk'ün düşündüğü gibi olduğunu itiraf eder.21
Yukarıdaki anekdotun da açıkça gösterdiği gibi Müslümanlar Kur'an'ı her şeyiyle bir bütün olarak algılamışlardır. Onlar ne Kur'anî teşriî ne de Kur'an lafızlarını ve dilini kendisinden ayrı bir konsept olarak değerlendirmişlerdir. İdeolojik tartışmaları bir tarafa bırakırsak, hafızın bu gayri ihtiyarî hareketinden Kur'an çevirisini doğrudan Kur'an'la eş tutmadığı anlaşılmaktadır. Bu Allame Muhammed Hamdi Yazır'ın da açık bir şekilde ifade ettiği gibi, 'insanların sözlerindeki lafız ve mana ilişkisi elbise ve beden ilişkisi gibidir. Elbise bedenin ayrılmaz parçası değildir. Hâlbuki Kur'an'ın manası ile lafızları arasındaki ilişki beden ve cilt mesabesindedir ve kesinlikle ayrılamaz' gerçeğini göstermektedir.22 Bu nedenle Müslümanlar, Kur'an'ın dilini vücuttaki deri gibi gördükleri için Arapça'yı, Kur'an'ın lâzım-ı gayr-i mufârık'ı olarak kabul etmişlerdir. Müslümanların Kur'an karşısındaki konumunu sadece onun okunmasıyla sınırlandırmak mümkün değildir. Müslümanlar Kur'an'ı güzel bir şekilde yazmak için hat sanatını, en güzel baskısının yapılması için tezhib sanatını geliştirmişlerdir. Mazrufun yanı sıra zarfa da değer vermişlerdir. Kur'an yazmalarını yüksekte tutarak hürmetlerini göstermeye çalışmışlardır.23 Birbirlerine verecekleri en özel hediye olarak Kur'an'ı seçmiş, düğünde dernekte itinalı bir şekilde birbirlerine takdim etmişlerdir.
Görüldüğü üzere Kur'an'ın okunması, dinlenmesi, yazılması, korunması vb. her bir konuda oldukça hassasiyet gösteren Müslümanların onun tefsirinde de fevkalade titiz olduklarına bugün sayısını tespit etmekten aciz kaldığımız tefsir külliyatı şahitlik etmektedir. Daha önce de belirttiğimiz gibi Müslümanlar, Kur'an'ı salt bir metin olarak görmezler. Özellikle klasik tefsir ve usul kitaplarına bakıldığında Kur'an'ın müştemilatıyla ilgili üzerinde durulan konuların tevhit, nübüvvet, emr, nehiy ve diyanet gibi meseleler olduğu görülmektedir.24 Buradan da Kur'an'î hitabın Müslümanlar tarafından hem anlaşılma hem de ondan yaşantılarına yön verecek öğütler alma zorunlulukları olduğu ortaya çıkmaktadır. Çünkü Kur'an'ın tefsir ve tevili Müslümanların hayatiyetlerinin sürdürülmesinin bir ön şartı kabul edilmiştir. Şayet Kur'an'da 700'den fazla zikredilen teakkul, tedebbür, tefekkür, tezekkür ve teffekkuh gibi düşünmenin, anlamanın farklı boyutlarını ifade eden kelimelerin mana dünyasına girilirse Kur'an okuma ve yorumlamalarının Müslüman hayatında ne kadar önemli olduğu fark edilecektir. Müslümanın Kur'an metnini anlama gayretinin altında yatan öncelikli meselenin, okuduğu ve anlamaya çalıştığı ayet ve surelerin onun günlük yaşantısına ne gibi bir tesiri olduğu ya da onu müspet anlamda ne kadar değiştirebildiği ve dönüştürebildiğidir. Stanly Fish'in de belirttiği gibi, okuma (anlama) metnin ne anlama geldiğini değil, metnin okura ne yaptığını yaşantılama sürecidir.25
Bilindiği üzere Kur'an'ın en temel hedefi dinî ve ahlakî bir toplumun inşâsıdır, Kur'an'ı anlamada da en öncelikli şart ondan istifade etmek, onu anlamak, ön yargıdan uzak, mutlak bir teslimiyet ve imanla ona yaklaşmaktır. Kur'an'a kendisini doğrudan muhatap kabul eden müminin onu okurken şeytandan Allah'a sığınmasının26 altında yatan espri de muhtemelen bu olsa gerektir. Çünkü tilavetinin hakkını vermemiş, tam manasıyla maddî ve manevî kirlerden arınmamış27 birisinin onu anlamaya çalışması Kur'an açısından mümkün görülmemektedir. Büyük âlim Hâris el-Muhâsibî, Kur'an'ı anlamanın önşartları arasında zihni hazırlık, kalbi teveccüh, kendini doğrudan Kur'an'a muhatap kabul etme ve özellikle de muhabbeti zikreder. Ona göre muhabbet, bir sözün sevgiye ve idrake mazhar olması onu söyleyenin sevgisinin kalplerdeki derecesine göredir.28 Bu nedenle bir kimse Allah'ın emir ve nehiylerine ne kadar uyabiliyorsa, onun kelamını o nispette anlıyor demektir. Bunun mefhumu muhalifi ise, ne kadar çok Kur'an'ı anlıyorsanız o kadar çok Allah'ı seviyorsunuzdur.
Sağlam iman, bildikleriyle amel etmek ve iyi niyetli olmak vb. Kur'an okuma ve anlamadaki öncelikli şartlar olduğunu belirttik. Bununla birlikte Müslüman müfessirlerin Kur'an'ı anlamada sahip oldukları yegâne ölçü iman ve amel birlikteliği değildir. Şimdi öncelikle Müslümanların tefsirle ilgili çizdikleri meşhur çerçeveyi biraz daha sistematize ederek genel anlamda Kur'an tefsirini iki ana kategoride değerlendirmeye, sonra da Müslümanların Kur'an yorumsama (te'vil) metotlarının temel parametrelerini göstermeye çalışacağız. Bu iki kategoriden birincisini metin içi, ikincisini ise metin dışı tefsir referansları oluşturmaktadır.
Metin içi kriterler derken de doğrudan Arapça ve Kur'an metninin kendisiyle yapılan tefsir/te'vil yöntemi kastedilmektedir. Tefsir literatürü bize müfessirlerimizin kendisinden el-Kitâb olarak bahseden Kur'an'ın yazılı Arapça bir metin olma özelliğinin oldukça farkında olduklarını göstermektedir. Kur'an'ın söz konusu özelliğini bizzat kendisi de belirtmektedir: 'Elif lâm râ. Bunlar apaçık Kitab'ın ayetleridir. Biz onu Arapça bir Kur'an olarak indirdik ki anlayasınız'.29 Burada dikkat çekilmesi gereken önemli bir nokta Mekke halkının, Kur'an Hz. Peygamber'e gelmeden önce de Arapça konuşuyor olmalarıdır. Evet, Kur'an onların anladıkları bir dilde gelmiştir. Bu nedenle Müslüman müfessirlerin Arap diline vukûfiyeti, Kur'an'ın anlaşılması bağlamında olmazsa olmaz kabul etmişlerdir. Zaten Kur'an'ın kendisini mübin olarak tanıtması da bir derece onun dilsel yeterlilikle anlaşılabilirliğine işaret etmektedir. Tefsir usulü kitaplarında müfessirin Kur'an tefsirine başlamadan önce bilmesi gereken ilimlerin başında luğat, nahiv, sarf, belagat (bedî', beyân, meânî), kıraat30 gibi linguistik donanımı zorunlu gösteren sahaların gelmesi de tesadüfî değildir. Hatta İslam medeniyetinin taşıyıcı rolünü üstlenen usulü fıkıh ilmi de Kur'an lafızlarının delaletlerinin anlaşılması için geliştirilmiş bir yöntem kabul edilmiştir. Böylece Kur'an ayetleri yorumlanırken Arapçanın delalet ettiği ve kullandığı kurallara uygun bir usul ortaya konarak tefsir kural tanımaz keyfilikten de kurtarılmaya çalışılmıştır.31 Meşhur müfessir İbn Abbas'ın da dört kategoride değerlendirdiği tefsirin ikinci bölümünü Arap diline vukufiyet oluşturmaktadır. Diğer bölümleri ise kimsenin bilmekten müstağni olmadığı, ilimde rusûh sahibi olanların bilebileceği ve sadece Allah'ın bileceği tefsir oluşturmaktadır.32
Sadece Arapça bilgisiyle, o dilin edebiyatının her bir parçasına (nazım-nesir) prestij kaybettiren en mükemmel ve mu'ciz örneğini anlamak İbn Abbas'ın da tefsir kategorilerine bakılırsa mümkün görünmemektedir. Bu nedenle Müslüman müfessirler Arap dilinin bilinmesinin yanı sıra metin içi farklı göstergeler de kullanmışlardır. Bunlardan biri de bağlamdır. Klasik terminolojiyle ifade edecek olursak sibâk ve siyâk33 ya da belagat diliyle özetlersek li kulli makâlin makâm'dır (her sözün bir konteksti vardır). Abdulhalim'in de belirttiği gibi bağlamla ilgili teoriyi ortaya koyan modern düşünür Malnowski'den (context situation) bin yıl önce Müslüman ilim adamları makam teorisini geliştirerek metin analizinde edebi bir çığır açmışlardır.34 Hepimizin de bildiği gibi bir metnin anlamı kendisinden bağımsız bir şey değildir. Metnin göz ardı edilerek yapılan yorumları kendilerini kolay kolay kabul ettiremezler. Ayrıca Kur'an'da bazen lafızlar mecaz, müşterek, umum ya da husus bildiren özellikler gösterebilir. Bu tür ifadelerde kelimelerin sözlük anlamlarını bilmek yeterli olmayabilir, bu nedenle bağlam Kur'an'ın anlaşılmasında önemli bir yere sahiptir.
Bağlamla ilişkili diğer bir metin içi te'vîl aracı (hermenötik) ise, Müslüman müfessirlerin Hz. Peygamber'den tevarüs ettikleri bir usul olan Kur'an'ın Kur'an'la tefsiridir (el-Kur'ân'u yüfessiru ba'duhû ba'dan). İbn Teymiye'nin esahhu turuk, Şatıbi'nin ise 'çok sayıdaki Kur'an ayetleri ancak başka Kur'an ayetleri ışığında tam olarak anlaşılır' dediği ayetler arası ilişkiyi esas almaktadır.35 Böylece Kur'an'ın bir yerinde mücmel, mübhem, mutlak ya da umum olarak gelen bir ifade başka bir yerde tafsîl, müfesser, takyîd ve tahsîs edilebilir. Modern edebiyat kuramları terminolojisinde intertextuality36 (metinler arası ilişki) tabirinin karşılığı olan bu yöntemi, tefsir usulü rivayet tefsiri kategorisinde değerlendirir ve onu Kur'an tefsirinin en makbul ve ayrılmaz bir yorum aracı olarak kabul eder. Biz ise, Kur'an'ın Kur'an'la tefsirini tamamen metin içi kriterler arasında değerlendirdik. Bunun tefsir usulündeki karşılığı dirayet tefsiridir. Klasik tefsirler üzerinde son dönemde yapılan çalışmalar37 ışığında bu tür bir kanaate vardığımızı ifade edelim. Özellikle Taberi ve İbn Ebi Hatim'in tefsiri gibi rivayet kategorisinde değerlendirilen eserlerdeki Kur'an'ın Kur'an'la tefsirinin kullanımı, Razi gibi dirayet kategorisinde değerlendirilen tefsirlerden oldukça azdır. Zaten, Hz. Peygamber ve sahabe kavilleri dışında bir ayetin diğer ayetle ya da bir ayette geçen kelimeyle diğer ayette geçen kelime arasındaki ilişki ancak müfessirin dirayeti (dil, Kur'an bilgisi ve ictihâd melekesi) ile ortaya çıkarılabilir.
Müslüman müfessirler Kur'an yorumlarını sağlam zemine oturtmak için sadece metin içi kriterleri kullanmamışlardır. Metin dışı da çok sayıda yönteme başvurmuşlardır. Bu yöntemleri bir cümleyle özetleyecek olursak 23 yıllık vahiy ortamının tarihidir. İyi bilinmesi gerektiği vurgulanan vahiy tarihini de Hz. Peygamber'in ve muhataplarının dini, kültürel ve sosyal hayatı, esbabı nüzul ve nasih mensuhla ilgili rivayetler oluşturmaktadır. Bunlara ilaveten usulcülerimizin üzerinde durdukları Mekkî-Medenî ayrımını da zikredebiliriz.
Bu konuda öncelikle vurgulamamız gereken husus Kur'an'ın, Allah tarafından seçilen ve vazifesi tebliğ, tebyin ve tefsir olan Hz. Muhammed'in (s.a.s.) vasıtasıyla insanlığa ulaştırılmış olması gerçeğidir. Bu nedenle yaşayan bir Kur'an olan Hz. Peygamber'in Kur'an'ın anlaşılmasında önemli bir yeri vardır. Muhâsibi, Hz. Peygamber'in Kur'an'ın anlaşılmasındaki yerini şöyle açıklamaktadır: 'Kur'an'ı anlamak, onu gerçek manada anlayıp anlatanı anlamadan geçer.'38 Çünkü Din, Hz. Peygamber'in hayatında bilfiil olarak gözükerek, muhatapların hitaba uymalarının yani tedeyyünün objektif zeminini teşkil etmektedir. Hitabın anlaşılması ancak bu noktadan sonra söz konusu olmaktadır.39 Böylece Hz. Peygamber'in sadece kavilleri değil, nebevî uygulamaları da öncelikli bir Kur'an tefsiri olmaktadır.40 Burada özellikle üzerinde durulması gereken bir nokta da Kur'an ifadelerinin, farklı kaynaklarda belirtildiği gibi, değişik vecihlerinin olmasıdır. Hz. Ali, İbn Abbas'ı Hariciler'e gönderdiğinde onu uyararak Haricilere karşı Kur'an'dan delil getirmemesini söyler. Bunun üzerine Allah'ın kelamını onlardan daha iyi bildiğini hatırlatan İbn Abbas'a Hz. Ali 'Doğru söylüyorsun, ancak Kur'an'ın değişik anlamları vardır. O değişik vecihlere sahiptir.' demektedir.41 Bu anlatıda Hz. Ali kesinlikle Kur'an'da bir anlam kargaşasının varlığını göstermeye çalışmamaktadır. Kanaatimce Hz. Ali'in maksadını Beyhakî'nin Kitâbu'r-Ruyâ'sında zikrettiği şu rivayet çok güzel bir şekilde açıklamaktadır: 'Kur'an tefsirinde her hangi bir ihtilaf söz konusu değildir. Ancak O, öyle câmi bir kelamdır ki, bu anlam da, diğeri de kastedilmiş olabilir.42 Hz. Peygamber'in hayatı, kavilleri, uygulamaları burada hayatî bir rol oynamakta ve yorumcuya kelamdan nelerin kastedildiğinin sağlamasını yapma imkanı vermektedir. Bu nedenle Hz. Ali, İbn Abbas'a Haricilere karşı ısrarla sünnetten, diğer bir ifadeyle yaşayan Kur'an'dan delil getirmesini tavsiye etmektedir.43
Esbabı nüzul konusunu ise, doğrudan Hz. Peygamber ya da vahiy ortamına tanıklık eden sahabeden gelen rivayetler oluşturmaktadır. Bir taraftan Kur'anî hitabın referanslarına yakından şahitlik etmeleri, diğer taraftan Kur'an'ın onların konuştukları ve anladıkları dille inmesi bu nesli ayrıcalıklı kılmaktadır. Çünkü ayetlerin iniş ortamını en iyi bilen onlardır ve onlardan gelen bu rivayetler Müslüman âlimlerin de belirttiği gibi Kur'an'ın anlaşılmasında oldukça önemlidir. Bilindiği üzere Kur'an, insanların karşılaştıkları dinî, toplumsal, bireysel ve ahlakî sorunlarını çözen ya da nasıl çözüleceğini gösteren İlâhi bir kitaptır. Kur'an'ın bu fonksiyonu tarih boyunca devam etmektedir. Kur'an bütün insanlığın hidayetini üzerine almış bir kitaptır. Bu nedenle zaman ve mekânın farklılığı ya da insanoğlunun bazı problemlerinin şekil değiştirmesiyle Kur'an'ın hidayet fonksiyonu değişmemektedir. 1400 sene önce insanlığa yol gösterdiği gibi şimdi de göstermektedir. İşte tam bu noktada esbabı nüzul rivayetlerinin gerekliliği ortaya çıkmaktadır.
Ancak önemli bir konunun altını da çizmekte fayda vardır. Esbabı nüzul rivayetlerinin önemine rağmen çok sayıdaki ayet ya da ayet gruplarının sebeb-i nüzullerinin olmaması böyle bir hermenötik aracın Kur'an tefsirinde etkinliğini sınırlamaktadır. Esbabı nüzulle ilişkili bir başka nokta da bu olayların Kur'an'ın belirleyicisi değil (ayetlerin iniş sebepleri), bilakis onların anlaşılmasına vesile olan bir tefsir aracıdır. Bu nedenle esbabı nüzulleri esbabı vurûd ya da vucûd olarak anlamak (ayetin zorunlu -varlık- şartları, olgunun nassa doğrudan müdahalesi), sonra da sebebin olmadığı yer nassın (müsebbebin) da geçerliliğini kaybettiğini söyleyerek Kur'anî nasların tarihselliğini ortaya koymak Müslüman tefsir geleneğinde rağbet görmemiş yaklaşımlardır.44 Çünkü Allah'ın maksatları tarihin hiç bir döneminde değişmemiş ve değişemez de. Dolayısıyla bu maksatların taşıyıcısı olan Kur'an ayetlerinin de tarihsel şartlar tarafından belirlendiğini söylemek tefsir geleneğimiz göz önünü alındığında doğru bir yaklaşım değildir.45 Özellikle bazı batılı yazarlar, Müslümanları Kur'an'ın tarihsel okunması konusundaki isteksizliklerinden dolayı sık sık eleştirdikleri görülmektedir. Fakat onların gözden kaçırdıkları bir iki nokta vardır, öncelikle makalemizin başında açıklamaya çalıştığımız Müslümanların Kur'an'ın mahiyetiyle ilgili yaklaşımları, ikincisi de Müslümanlığın asırlar boyunca taşıyıcılığında katkıları olan tefsir geleneğidir. Özetle söyleyecek olursak Müslüman müfessirler zaman zaman sebeb-i nüzulleri Kur'an yorumunda metin dışı bir referans olarak kullanmışlardır. Mekkî ve Medenî ayrımı ya da nesh konusuyla ilgili tartışmalarda da benzer yaklaşımları görmek mümkündür. Müslümanlar bu tür tefsirî araçlarla metin içi bağlamın yanında metin dışı bağlamı da yakalamaya çalışmışlardır. Böylece kendilerini doğrudan muhatap kabul ettikleri Allah'ın kelamını en iyi şekilde anlamayı ve yaşamayı gaye edinmişlerdir.
Sonuç olarak Müslüman toplumlar arasında Kur'an çok özel bir yere sahiptir. Müslümanlar, Kur'an'ı sadece yazılı bir metin olarak görmemekte, dinlenen ve okunan bir hitap olarak algılamaktadırlar.46 Kur'an, Müslümanların hem ibadetlerinin hem de ahlak ve hukuk alanındaki düzenlemelerinin kaynağı olmuştur. Böylece Kur'an, ön gördüğü bir yaşam tarzıyla Müslümanın bireysel ve toplumsal hayatını yeniden inşa etmekte, A.N. Serinsu'nun da belirttiği gibi, Kur'an'ın insanını (homoQur'anicus) ortaya çıkarmayı hedeflemektedir. Ancak bu kalıplaştırılmış bir hayatı anlamlandırma değildir. Ankebut, 29:69 da belirtildiği gibi her insanın Hak rızası yolunda kemale yürüyüşünü gerçekleştirmesindeki farklılığa da işaret edilmiş, sebîlenâ/yolumuz şeklinde tekil değil, sübülenâ/yollarımız sözcüğü kullanılmıştır. Vahiyle hayatı anlamlandırmanın tek yolu yoktur.47 Kur'an'ın tefsiriyle ilgili Müslüman müfessirlerin çabalarına bakıldığında, aralarında yorum farklılıkları gösterseler de, genel olarak Kur'an'ın metin içi ve dışı referansları çerçevesinde objektif bir anlayış geliştirmeye çalışmışlardır. Elbette bu her müfessirin ayetleri aynı anladığı ya da tamamen farklı anladığı anlamına gelmemektedir. Tefsirler, ilk bakışta tekrar gibi görünen çok sayıdaki yorum içinde değişik nüanslar barındırmakta ve her müfessirin kendi tefsir metnini yeniden inşasında kendisinden bir şeyler kattığı görülmektedir. Farklılıklar arasında birliktelik, birlikteliğin içinde farklılıkların yeniden üretildiği Kur'an tefsirleri sınırları çok net çizilmemiş, fakat yapılan yorumların da bir şekilde kontrol edildiği bir gelenek oluşturmuştur. Bu gelenekte mesela zahirilerin uzlaşma eğilimi göstermeyen literalist tutumu, Bâtınilerin test edilmesi mümkün olmayan ve Kur'an'ın metinsel özerkliğini hiçe sayan ölçüsüz irfânî yorumsama metodu ya da Hıristiyan müfessir Oregon'un 'metin bir şey söyler fakat başka bir şey kasteder' şeklinde formüle ettiği48 ideolojik-alegorik yorumlar Sünnî tefsir geleneğinde kendisine yer bulamamıştır. Çünkü bir taraftan dinin hayatla irtibatını sağlayan bu gelenek diğer taraftan Kur'an'ın dilsel otonomluğunu da muhafaza etmektedir. Dil ise, özü itibariyle bizim karşımıza bir söz dizgesiyle çıkarak anlamada sınırsızlığa sınır getirerek yorumcuyu kritersizlikten kurtarmaktadır.


1 Muhammed, 47:24.
2 Her ne kadar Margaret Drabble'ın Natural Curiosity (Harnomdsworth: Penguin Books 1990, 27) adlı romanında ilgili yeri görme imkanım olduysa da, yukarıdaki anlatım doğrudan Neal Robinson'un Discovering the Qur'an: A Contemporary Approach to a Veiled Text (London 1996: 1) adlı eserinden alınmıştır.
3 Subhî es-Sâlih, Mebâhis fî Ulûmi'l-Kur'ân, Beyrut: Dâru'l-İlm li'l-Melâyîn 1965, 21.
4 Hûd, 11:1.
5 Fazlurrahman, Major themes of the Qur'an, Minneapolis: Bibliotheca Islamica 1994, 22.
6 Özellikle oryantalistlerin Kur'an'ın nüzul dönemindeki sırasını (!) gözeterek Hz. Peygamber'i Mekke'de peygamber, Medine'de politikacı olarak görmelerinin ne Kur'an uslûbu açısından ne de müslümanların Mekkî ve Medenî sure ve ayet pasajlarını değerlendirmeleri açısından bir temeli vardır.
7 Alija Ali Izetbegovic, Islam Between East and West, Indianapolis: American Publication 1991, 22.
8 Yasin Aktay, 'Halis Albayrak'ın Bildiri Müzakeresi', 1. Kur'an Haftası: Kur'an Sempozyumu, Ankara: Fecr Y. 1995, 236-8; Tahsin Görgün, Anlam ve Yorum: Dini Metinlerin Anlaşılması ve Yorumlanması, İstanbul: Gelenek Y. 2003, 158.
9 Görgün, a.g.e., 2003, 142-3.
10 Görgün, a.g.e., 2003, 143, 166.
11 Mansûr b. Ali Nâsıf, et-Tâc el-Câmi' li'l-Usûl-i fî Ehâdîsi'r-Rasûl, İstanbul: Pamuk Y, IV.7; Tirmizî'nin rivayet ettiği bu hadisin çevirisi, Selçuk Camlı'nın 'Bir Hadis Temelinde Kur'an'a Bakış, Yeni Ümit, 18 (2001), 17-18, adlı makalesinden alınmıştır.
12 Said Nursi, Sözler, İstanbul: Sözler Yayınevi 1993, 357.
13 Hicr, 14:9.
14 Mansûr b. Ali Nâsıf, a.g.e., IV.5.
15 A'râf, 7:204.
16 Mansûr b. Ali Nâsıf, a.g.e., IV.3-7.
17 Kur'an'ın kendisini şifâ olarak isimlendirmesi gerçekten ilginç bir konudur. Çünkü Kur'an, Tevrat, Zebur ve İncil'i hidayet ve rahmet sıfatlarıyla vasıflandırırken, sadece kendisini bu vasıflara ilaveten şifâ olarak da tanımlamaktadır. Bkz. İsra, 17:82; Fussilet, 41:44.
18 Ebû Abdillâh Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî, el-Câmi' li-Ahkâmi'l-Kur'ân, Kahire: Mektebetu'l-Arabiyye 1967, XI.283 (Kurtubî bu anlatımı Tâhâ suresinin 83. ayetinin tefsiriyle ilgili açıklamalarında zikretmektedir.)
19 Kamil Miras, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-î Sarîh Tercümesi ve Şerhi, Ankara: Türk Tarih Kurumu Y. 1972, X.355.
20 Mahmud Ayoub, The Qur'an and Its Interpreters, Albany: New York Press 1984, I.11.
21 Hidayet Aydar, Kur'an'ı Kerim Tercümesi Meselesi, İstanbul: Kur'an Okulu Yay. 1996, 345.
22 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, Eser Neşriyat, I.13-4. 'Kelâmullah'ta ise meâni üzerinde elfâz bir simayı dilberin cildi gülgûnû gibi mazmûnun ensâcı teşrihiyye ve rûhiyyesine ezelî bir alaka ile merbuttur.'
23 Klasik tefsir usûlcülerimiz Mes'eletu fî Hukmin Teteallaku bi-İhtirâmi'l-Mushafi ve Tebcîlihî ya da fasl fî âdâb-ı tilâvetihî ve tâlîhi başlıklı bölümlerde konunun önemini dile getirmişlerdir. (Zerkeşî, el-Burhân fî Ulûmi'l-Kur'ân, Beyrut: Dâru'l-Ma'rife 1990, II.107; Suyûtî, el-İtkân fî Ulûmi'l-Kur'ân, Beyrut: Dâr-u İbn Kesîr 1993, I.324).
24 Zerkeşî, a.g.e., I.111.
25 Terry Eagleton, Literary Theory: An Introduction, Basil: Blackwell 1986, 85.
26 Nahl, 16:98 'Kur'an'ı okumak istediğin zaman kovulmuş şeytandan Allah'a sığın'.
27 Vâkıa, 56:79 'Ki O'na temizlerden başkası dokunamaz'.
28 Ebû Abdillâh el-Hâris b. Esed el-Muhâsibî, el-Aklü ve Fehmu'l-Kur'ân, (th) Hüseyin Kuvvetli, Beyrut: Dâru'l-Fikr 1982, 302; Adil Öksüz, Tefsir Usûlü Açısından Hâris el-Muhâsibî'nin Fehmu'l-Kur'an'ı, SAÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü (Basılmamış Yüksek Lisans Çalışması) 1996, 57; Değişik geleneklere sahip kişilerin Kur'an'ı yorumlamalarındaki farklılık ve zıtlıklarla ilgili değerlendirmeler için bkz. Yunus Ekin, Kur'an'a Göre İnançsızlık, İstanbul: Işık Y. 2001, 13-14.
29 Yûsuf, 12:1-2.
30 Geniş bilgi için bkz. Suyûtî, a.g.e., II.1209 (el-ulûm elletî yahtâcuha el-müfessiru adlı başlık altında incelenmiştir.); Suat Yıldırım, 'Makbul Tefsirin Şartları', Yeni Ümit, 14/4 (2001), 5-7.
31 Zerkeşî her ilmin doğrudan Kur'an'da ortaya çıktığını, şayet Kur'an'dan kaynaklanmıyorsa, o ilmin bağlayıcılığının olamayacağını söylemektedir. Çünkü ona göre Kur'an'dan kaynaklanmayan ilim delilsiz demektir. Ayrıca Beyhakî'de İbn Mes'ûd'dan gelen bir görüşe göre şöyle demektedir: 'Kim ilim istiyorsa Kur'an'a baksın, onun manalarını düşünsün.' (Zerkeşî, a.g.e., I.100). Benzer bir bakış açısını da Suyûtî sergilemektedir. Suyûtî el-İtkân fî Ulûmi'l-Kur'ân adlı meşhur eserinin bir bölümünde (el-ulûm el-müstenbeta min el-Kur'ân) Kur'an'dan istinbat yoluyla çıkarılan ilimlere ayırmış ve müfessir Mursî'den nakilde bulunarak Kur'an'ın anlaşılmasına yardımcı olacak çok sayıdaki ilmi zikretmiştir. Başlıcaları usûlü fıkıh, fıkıh, tefsir, belağat'tır ki Kur'an'dan çıkarılmakla birlikte O'nun hizmetinde de kullanılmaktadır.
32 İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Y. 1985, 228.
33 Kur'an'ın sure ve ayetleri arasındaki ilişkiyi klasik usûlcülerimiz münâsebet, tenâsüb ya da irtibât başlıkları altında incelemiştir.
34 M.A.S. Abdul-Haleem, 'Context and Internal Relationships: Keys to Qur'anic Exegesis', (eds.) G. R. Hawting and Abdul-Kader A. Shareef (eds.), Approaches to the Qur'an, London: Routledge 1993, 73.
35 Abdul-Haleem, a.g.e., 73.
36 Abdul-Haleem, a.g.e., 73.
37 Özellikle bkz. Mehmet Akif Koç, İsnad Verileri Çerçevesinde Erken Dönem Tefsir Faaliyetleri: İbn Ebî Hâtim (ö.327/939) Tefsiri Örneğinde Bir Literatür İncelemesi, Ankara: Kitâbiyât 2003.
38 Öksüz, a.g.e., 40.
39 Görgün, a.g.e., 2003, 139.
40 Hz. Peygamber klasik ve modern müfessirlerde olduğu gibi fatiha-nas arasındaki sureleri ya da her hangi bir sureyi baştan sona kadar tefsir ederek sahabeye dikte ettirmemiştir. Hz. Peygamber'in tefsirini tespit ederken İbn Abbas ya da onun meşhur talebeleri gibi şahısları esas alarak onların ortaya koyduklarına benzer şeyler aramamalıyız. Aksi halde Hz. Peygamber'e ait bir kaç kelime ya da ayet tefsirinden başka bir şey bulamayız. Burada vurgulanması gereken Allah'ın (cc) Kur'an ile dinini (İslam) vaz' etmesi ve Hz. Peygamber'in de bu vaz'î hakikati sünnetiyle örfî hakikat haline getirmesidir. Hz. Peygamber'den nakledilen tefsir rivayetlerinin sayısıyla ilgili istatistikî bilgi için bkz. M.A. Koç, a.g.e., 102-115.
41 Yûsuf el-Kardavî, 'Kur'an Tefsirinde İdeal Yöntem: Özellikler ve Prensipler', (çev.) Muhittin Akgül, Diyanet Dergisi, 38/3 (2002), 58.
42 Yûsuf el-Kardavî, a.g.e., 58; Zerkeşî'nin İbn Atiyye'den aktardığı şu önemli anekdot da Hz. Ali'nin ısrarını izahta bizlere yardımcı olacak mahiyettedir. Sehl b. Abdillâh anlatıyor: 'Bir kimseye Kur'an'ın her bir harfi için yüz anlayış verilse Kur'an'ın anlamlarını tüketemez, çünkü Kur'an Allah'ın Kelam'ıdır, Kelam da O'nun sıfatıdır. Sıfatının sonu olmadığı gibi Kelam'ının sonu da yoktur. (Zerkeşî, a.g.e., I.102). Görüldüğü üzere Kur'an metninin anlam zenginliği Hz. Ali'yi bazılarını münakaşaya sürükleyebilir endişesine sevketmiştir.
43 İmâm-ı Şâfiî'nin kullu mâ hakeme bihî rasûlullâh fehuve mimmâ fehimehû mine'l-kur'ân (Rasûlüllah'ın hüküm verdiği her şey Kur'an'dan anladıklarıdır) ifadesi bu gerçeği göstermektedir. (Suyûtî, a.g.e., II.1197).
44 Konuyla ilgili Fethullah Gülen'in şu tesbiti oldukça önemlidir: 'Bir kere meseleyi sebep-müsebbep çerçevesinde değerlendirecek olursak, sebep olmadığında müsebbebin de olamayacağı tabiîdir. Bu da o sebepler olmasaydı bu âyetler nâzil olmazdı manasına gelir ki, böyle bir hükmü kabul etmek katiyyen doğru değildir. Zannediyorum meseleye iktiran kavramıyla yaklaşmak daha yerinde olur. Böyle bir yaklaşım üzerinde az duralım: Her hangi bir sebeple alâkalı ayeti, Allah (cc) ezelî hikmetiyle inzal edecekti ama, bu ayet belirli bir hikmete mebni olarak her hangi bir sebeple irtibatlandırılmış ve öyle nazil olmuştur. Evet, meseleyi bu şekilde yorumlamak kabildir…' (bkz. Ergün Çapan, 'Kur'an'ın Evrenselliği ve Tarihselci Yaklaşım,' Yeni Ümit, 15/4 (2002), 38).
45 1920'li yıllarda öncülüğünü Mısır'lı yazar Taha Hüseyin'nin yaptığı Kur'an'ın ortaya çıktığı şartlar tarafından oluşturulan tarihsel bir metin olarak anlaşılmasının gerekliliği görüşü daha sonra Fazlurrahman, Hasan Hanefî, Nasr Hamid Ebû Zeyd ve Muhammed Arkoun gibi bazı müslüman entellektüel tarafından kabul edilmiştir. Bu yazarlar, hadlerin ancak mükemmel bir İslam toplumunda uygulanabileceği iddiası yerine, toplumun Peygamber zamanından bu yana geliştiğini, bu sebeple onların Kur'an'daki diğer sosyal kavramlar gibi literal anlamlarını yitirdiklerini iddia etmektedirler. (Adil Bebek, 'Micheil Hoebink'e Göre Modernleşme ve Sekülerleşme Konusunda İslâm Düşüncesinin Tarihi Gelişimi', Oryantalistlerin Gözüyle İslam: Yaklaşımlar-Örnek Metinler, (ed.) Ahmet Yücel, İstanbul: Rağbet Y. 2003, 401).
46 Özellikle Kur'anî hitap formulü olan kâla Allahu (Allah dedi/buyurdu) ile Kitab'ı Mukaddes'in it is written in the Bible ya da the Bible says (Kitab-ı Mukaddes'te şöyle yazılmıştır-Kitab-ı Mukaddes şöyle der) formulleri (Josef Van Ess, 'Verbal İnspiration: Language and Revelation in Classical Islamic Theology', Qur'an as a Text (ed) Stefan Wild, Leiden-New York-Köln: E.J. Brill 1996, 190) arasındaki ifade farklılığı da Kur'an hitabının doğrudan Allah'ın Kelam'ı, Kitab-ı Mukaddes'in ise Tanrı hakkındaki Kelam olduğuna işaret etmektedir.
47 Ahmet Nedim Serinsu, 'Kur'an ve İnsan'ın Anlam Arayışı', Din Öğretiminde Yeni Yaklaşımlar, Milli Eğitim Basımevi 2000, 120.
48 Duncan F. Ferguson, Biblical Hermeneutics, London: SCM Press 1986, 145.