Makale

BİR MUTASAVVIF OLARAK İMAM GAZÂLÎ

BİR MUTASAVVIF OLARAK İMAM GAZÂLÎ

Süleyman ULUDAĞ*

Özet:
Gazâlî İslâmi ilim kollarından fıkıh, kelâm, felsefe ve mantık gibi ilimlerde önemli bir isimdir. Kelâm ilminde o bir milâddır; ilmi kelam onunla yeni bir döneme girerek eski-yeni şeklinde tasnif edilir olmuştur. Aristo mantığı onun gayretiyle İslâm muhitinde ilimler arasında okutulmuştur.
Zâhirî ve şer’î ilimlerde derinleşen, aklî ve felsefî ilimlerde otorite olan Gazâlî, öğrendikleri ve elde ettikleri bilgilerle tatmin olmamış, hakikate ulaşmak ve kurtuluşa ermek için araştırmalarına devam etmiştir. Bir ara şüpheye, fikrî ve ruhî bunalıma düşmüş, hakikate ulaşmak ve kurtuluşa ermek için ilmî, amelî ve ruhî tecrübeyi esas alan tasavvufu seçerek ömrünün sonuna kadar bu yolda devam etmiştir.
Biz makalenizde büyük mutasavvıf ve mütefekkir Gazâlî’yi yetişme dönemlerinden, ilim tahsilinden, fikrî ve zihnî değişim yaşadığı hayatından kesitler verip onun son tahlilde seçtiği tasavvufi yaklaşımından ana hatlarıyla söz etmeye çalıştık.
Anahtar Kelimeler: Kelam, Tasavvuf, İhyâ.

Imam Gazâlî as a Mystic/Sufi
Abstract:
Al-Ghazzali is a leading intellectual in canon law, Islamic theology, philosophy and logic branches of Islamic Wisdom. He has his origins in Islamic Theology; which began to be classified as old or new after al-Ghazzali’s works. Aristoteles’logic was taught in Islamic settings as a knowledge with his efforts. Al-Ghazzali, who specialized in external and religious fields was an authority in mental and philosophical knowledge, but wasn’t content or satisfied with the knowledge he had and therefore continued his inquiries to find the truth and find salvation. Although, for a while he was sceptic and was in intellectual and psychological depression, he chose Islamic mysticism, which was based in technical, functional and psychological experiences, which he maintained till the end of his life.
In our article, we talk about the great Islamic mystic and thinker al-Ghazzali’s development, increase in knowledge, change of intellect and psychology and finally his choice for Islamic mysticism.
Key Words: Islamic Theology, Islamic Mysticism, Reform.


İmam Gazâlî fıkıh, kelâm, felsefe ve mantık gibi ilimler bakımından önemli bir isimdir. O kelâm ilminde bir milâddır, eski kelâm ilmi dönemini sona erdirmiş, yeni kelâm dönemini başlatmıştır. Aristo’nun mantığı onun gayretiyle medrese ilimleri arasına girmiş, İslâm muhitinde kabul görmüştür. Tehâfutû’l-Felâsife isimli eseriyle filozofları mağlup ettiğine inanıldığı için Hâdimü’l-Felâsife (Felsefeyi çökerten) unvanını almıştır.
Döneminde yaygınlık kazanmaya başlayan bâtınîliği red ve tenkit için yazdığı Kitabü’l-Mustazhirî, (Fazâihü’l-bâtınîyye), Huccetu’l-hak ve Kavâsimü’l-bâtınîyye, Mufasilu’l-hilâf, el-Durc, el-Kıstasu’l-müstakîm gibi eserleri mezhepler tarihi bakımından olduğu kadar tasavvuf-batınîlik bakımından da önemlidir.
Gazâlî doğum yeri olan Tus’ta, Cürcan’da (Gorgan), Nişabur’da, Sultan karargâhında dille ilgili ilimlerin yanı sıra fıkıh ve hilaf ilimlerini tahsil etmiş, daha sonra müderris olarak görev aldığı Nişabur ve Bağdat’daki Nizamiye medreselerinde bu ilimlerle ilgili dersler vermiş, çağdaşı olan âlimlerle bu ilimleri müzakere etmiş, değerlendirmiş, tartışmış ve eleştirmiştir.
Zâhirî ve Şer’î ilimler alanında derinleşen, aklî ve felsefî ilimlerde otorite olan Gazâlî’nin bu durumda iken öğrendikleri ve elde ettikleri bilgilerle tatmin olmayıp hakikate ulaşmak ve kurtuluşa ermek için araştırmalarına devam etmesi, derin teemmüllere ve tefekkürlere dalması, bir ara şüpheye, fikrî ve ruhî krize (bunalıma) düşmesi, neticede hakikate ulaşmak ve kurtuluşa ermek için ilmî, ameli ve ruhî tecrübeyi esas alan tasavvufu kurtuluş yolu olarak görmesi ve bu kanaatini son nefesini verene kadar muhafaza etmesi onun, ruhî ve manevî gelişimi açısından olduğu kadar tasavvuf tarihi bakımından da önemlidir.
Gazâlî’den Evvel Tasavvuf
İmam Gazâlî 450/1058’de Horasan bölgesinin önemli ilim, sanat ve kültür merkezlerinden Tus’ta dünyaya gözlerini açmış, Cürcan, Nişabur, Bağdat, Şam, Kudüs, Mekke, Medine -hatta bir rivayete göre İskenderiye- gibi şehirlere gittikten ve ömrünün önemli bir kısmını bu beldelerde geçirdikten sonra Tus’a dönmüş, 505/1111’de burada gözlerini dünyaya kapamıştı.
Kur’an’da ve sahih hadislerde takvaya, ihsana, zühde, ihlâslı bir ibadet hayatına, dürüstlüğü ve samimiyeti esas olan bir ahlaka büyük önem ve değer verildiği bilinen bir husustur. Sahabe, Tabiîn ve Etbâu’t-Tabiîn döneminde kendilerini böyle bir hayatı gerçekleştirmeye verenlere ve adayanlara zâhid, âbid, takva ehli ve salih gibi unvanlar veriliyordu. Hicrî ikinci asrın ikinci yarısından sonra bunlara sufî veya mutasavvıf (safiye mutasavvıfe), tuttukları yola da tasavvuf denilmeye başlandı ve bu unvan yaygınlaşarak meşrep ve meslekleri farklı olan bütün sufîler için kullanılır oldu.
Sülemî’nin ve Abdullah Ensarî’nin Tabakatü’s-Sufîyye isimli eserlerinde, Ebu Nuaym’ın Hilyetü’l-Evliya’sında ve Kuşeyrî’nin Risalesinde hayat hikâyeleri ve hal tercümeleri anlatılan zâhidlere, âbidlere, takva sahibi dindar müminlere genellikle “ilk sûfîler” denir. Aynı zamanda bunlar evliya ve arifler olarak kabul edilir.
Hicrî VI/M.X. Asrın İkinci Yarısında Horasan’da Tasavvuf
Gazâlî’den önce biri Irak sufîleri, diğeri Horasan sufîleri olmak üzere sufîler iki bölgenin adıyla anılırlardı. Suriye’de ve Mısır’da da sufîler bulunmakla beraber, özellikle söz konusu iki bölgede sufî faaliyetleri daha yaygın, yoğun ve etkindi. Melâmet ve fütüvvet hareketi de Horasan sufîleri tarafından geliştirilmişti. İlk melâmet ve fütüvvet ehli Horasan’lı idi. Melâmet ehlinin kurucusu Hamdun el-Kassâr, Risale’nin yazarı Abdülkerim b. Havazin el-Kuşeyrî ve üstadı Ebu Abdurrahman es-Sülemî Nişaburlu idiler. El-Luma’ isimli eserin yazarı Ebu Nasr el-Serrâc, Tus’lu idi. Ünlü sûfî Ebu Said-i Ebu’l-Hayr uzun yıllar Nişabur’da kalmıştı. Tasavvufa dair çok sayıda kıymetli eserler yazan Hakim Tirmizî, Horasan’ın Tirmiz şehrindendi. Herat, Belh, Tirmiz, Tus, Nişabur ve merv ünlü sûfîlerin yetiştiği Horasan şehirleridir. Beyazid Bistam’dan, Ebu’l-Hasan Harakan’dandı, İbrahim b. Edhem ve Fudayl b. İyaz Horasanlı idiler. Kutu’l-Kulub müellifi Ebu Tâlib Mekkî (ö.386/996) aslen batı İran’daki Cebek bölgesindendir. Buna mukabil Bağdat’ta Hâris el-Muhâsibi, Ma’ruf Kerhî, Sırrı Sakatî, Cüneyd-i Bağdâdî gibi ünlü sufîler yetişmişti. Suriye’de ise Ebu Süleyman el-Dârânî, Ahmed b. Ebi’l-Hararî, Mısır’da Zunnun el-Mısrî gibi sufîler vardı.
Gazâlî böyle bir geçmişi bulunan beldede doğmuş, yetişmiş, özellikle Bağdat’ta, Şam’da ve Kudüs’te epey zaman kalmıştı. Onun tasavufi hayatı üzerinde söz konusu beldelerde yaşamış, belli bir tasavvuf tarzını kurmuş ve eser yazmış sufîlerin büyük ve derin etkileri olmuştur.
Gazâlî ve Ailesi
Gazâlî Tus’lu dindar bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası Muhammed b. Muhammed, dindar bir kişi idi. Vaaz meclislerine ve sufîlerin sohbetlerine devam ederdi. İplikçilik (Gazzâ) yaparak geçimini sağlıyordu. Gazâlî el-Kadim veya Gazâlî el-Mâzi diye tanınan kardeşi, fıkıh âlimi idi ve Ebu Ali Farmedî’nin hocalarındandı.
Gazâlî’nin babası tahminen 1065’te vefat ettiğinde geriye Muhammed ve Ahmed isminde iki yetim bıraktı. Sufî meşreb ve dindar bir arkadaşı vardı. Vefat etmeden evvel oğullarının tahsil ve terbiyeleriyle ilgilenmesini ondan rica etti. Dostu bu vasiyetin gereğini yerine getirdi.
Muhammed Gazâlî küçük yaşta başladığı Kur’an okuma ve ezberleme, dinî bilgiler alma ve Şafiî fıkhını öğrenme işine babasının vefatından sonra da Tus’ta devam etti. Kuraklığın ve kıtlığın hüküm sürdüğü o yıllarda tahsiline daha rahat bir şekilde devam etmek için Gurgan’a (Cürcan’a) gitti. Burada beş sene kaldıktan sonra Tus’a döndü ve öğrenimine devam etti. Yolda elinde bulunan her şeyini eşkıya gasp etti. Gazâlî rica minnet Cürcan’da tuttuğu ders notlarını eşkıyadan kurtarabildi. Gazâlî Cürcan’da iken şeyhlerin şeyhi ve zamanın kutbu olarak bilinen Fazl b. Muhammed Ebu Ali Farmedî (ö. 477/1084) ile tanıştı. Bu zat, Abdülkerim b. Havazin el-Kuşeyri’nin müritlerindendi. İki silsilesi vardı. Bir tarikle Ebu’l-Kâsım Cürcânî’ye, diğer tarikle Ebu’l-Hasan Harakanî’ye bağlı bulunuyordu. Ünlü sûfî Ebu Said Ebu’l-Hayr’ın da sohbetinde bulunmuştu. Aynı zamanda Yusuf Hemedani’nin şeyhi idi. Farmedi’nin Gazâlî’nin şeyhi olduğu söylenir, ama bunu teyid eden güvenilir bir kayıt ve belge yoktur.
Gazâlî 473/1080’de bilgisini artırmak için bir grup arkadaşıyla Nişabur’a gitti ve buradaki Nizamiye Medresesi’ne kayıt oldu. Kelâm âlimi ve Şafiî fakihî Ebu’l-Meali Cüveynî’nin (ö.478/1085) derslerini takip etti, onun takdirini kazandı. Bu sıralarda eser telif etmeye de başlamıştı.
Gazâlî için Nişabur önemlidir. Risale müellifi Kuşeyrî ve üstadı Ebu Abdurrahman Sülemî buralı idiler, burada yaşamışlardı. Sûfî Ebu Said Ebu’l-Hayr da uzun yıllar tasavvufi öğretilerini burada yaymaya çalışmıştı. Gazâlî ünlü filozof, astronomi ve matematik âlimi Ömer Hayyam’ı (ö.517/1123) da burada tanıdı.
Cüveynî’nin vefatından sonra Gazâlî Sultan’ın karargâhına gitti. Burada kaldığı altı sene içinde bir yandan bilgisini artırdı, diğer yandan ulema ile tartışmalara girdi, eserler yazdı ve Vezir Nizamü’l-mülk’ün dikkatini çekti. Vezir tarafından 484/1091’de Bağdat Nizamiye Medresesi’ne Müderris olarak tayin edildi. Burada bir yandan medresede ders verdi, diğer yandan felsefenin mahiyetini anlamaya çalıştı.
Gazâlî önce Sünnî mezheplerdeki ihtilaflı konularda acaba hak ve hakikat üzere olan kim diye düşündü. Sonra aynı şekilde Mutezile, Şiî-bâtınî ve Sünnî mezhepleri mukayese ederek hak ve hakikati araştırdı. Daha sonra da buna felsefeyi ekledi. Bu durum onu ruhî ve fikrî bunalıma sürükledi. Bunalım iki ay kadar sürdü. Hak ve hakikatin tasavvuf yolunda olduğuna kanaat getirerek bunalımdan kurtuldu.
Gazâlî 488/1095’te Şam’a gitti. Yola çıkmadan önce ailesine ve kendisine yetecek kadar bir malı ayırarak geri kalanını hayır ve hasenat için dağıttı. Mal ve makamı, şan ve şöhreti terk etti. Şam’a gitmek üzere derviş kıyafeti ile yola çıktı. Burada kaldığı iki sene içinde uzlet, halvet, riyazet, mücahede ile meşgul olup nefsini arındırmaya, ahlakını düzeltmeye çalıştı ve Allah Teâlâ’nın zikriyle kalbini saf hale getirmeye gayret etti. Daha evvel nazari olarak öğrendiği tasavvufi bilgileri tatbiki ve fiili olarak da öğrenmeye, bunları hal ve vasıf olarak yaşamaya çabaladı. Bunun için Emeviye Camiinde itikâfa çekildi. Caminin minaresine çıktı, kapısını kilitledi. Gün boyu kendini tefekküre verdi. (el-Munkiz, 39) İhyâu ulumi’d-din isimli eserini de burada yazdı.
Gazâlî, daha sonra Kudüs’e gitti. Aynı şekilde iç arınma ile meşgul oldu. Hacca gitmeye karar verdi. Gayesi hac farizasını ifa; Mekke, Medine ve Resulüllah’ı ziyaret edip bunların bereket ve feyzinden istimdad idi. Nitekim Kudüs’te Halil İbrahim (a.s.)’ı da bu amaçla ziyaret etmişti.
Gazâlî, onbir sene süren halvet ve inziva hayatından sonra Sultan’ın ricası üzerine 499 senesinin Zilkadesinde (Temmuz 1106’da) Horasan’a dönerek Nişabur’daki Nizamiye Medresesi’nde ders vermeye başladı. Üç sene bu görevi ifa ettikten sonra 503/1109’da memleketi Tus’a döndü.
Gazâlî Tus’ta inşa ettirdiği binanın bir bölümünü tekke, diğer bölümünü medrese olarak kullandı. Medresede talebelere dersler veriyor, tekke’de dervişlerle sohbet ediyordu. Medrese zâhirî, şer’î, naklî ve aklî ilimlerin; tekke bâtınî, ledünni ilimlerin, irfan ve marifetin sembolü idi. Böylece Gazâlî şeriatla hakikati, zahirle bâtınî, nakil (nass) ile ilhami bir araya getiriyor, birbiriyle bağdaştırıyor ve kaynaştırıyordu. Artık Medrese-tekke, molla-derviş kavgasına mahal yoktu. Artık fıkıhçılar, kadılar ve müftüler sufî ve dervişleri bidatçi ve sapkın olarak suçlamayacak, onların idamlarına fetva vermeyeceklerdi. Gazâlî bunu düşünüyor ve arzu ediyordu, ama medrese-tekke sürtüşmesi ve çekişmesi yine de sürdü gitti.
Gazâlî’nin Tasavvufa Yönelişi
Gazâlî hiçbir zaman tasavvufa yabancı değildi. Tasavvufi faaliyetlerin yoğun, tekke ve meşayihin çok olduğu bir dönemde ve bölgelerde yaşamıştı. Babası da derviş meşrep biri idi. Vefat edince iki oğlunun yetiştirmesini sufî meşreb bir dostundan rica etmiş, onu vasi tayin etmişti. Buna rağmen Gazâlî, Bağdat’a gelene kadar tasavvufi hayatı gözlemlemek ve onu dıştan tanımakla yetinmiş, içine girmeyi ve bir sufî gibi yaşamayı düşünmemişti. Bu dönemde zahiri, şer’i ve aklî ilimleri tahsil ve tedris eden Gazâlî, tasavvufi hayatı tabii bir dinî hayat olarak görmüş ve bu hayatın içinde bulunan samimi dindarlara, dervişlere, şeyhlere ve sufîlere saygı duymuş, onları eleştirmekten kaçınmıştır. Daha sonraki dönemlere ait olan Gazâlî’nin sert eleştirileri istismarcı, menfaatçi, şöhret düşkünü ve samimiyetsiz sahte mutasavvıflara ve meşayiha (mutasavvife-müteşâyih) yöneliktir. Düşünen ve araştıran bir zeka ve hakikat peşinde koşan bir deha sahibi olan Gazâlî, aradığı yakîni ve hakikatı kelamda ve felsefede bulamayınca şüpheye düşmüş ve şaşkın bir durumda kalmıştı. Acaba sofistler ve septikler haklı mıdırlar, diye düşünmeye başlamıştı. İçine düştüğü ruhi fikri kriz iki ay kadar sürmüştü.
Bu noktada Gazâlî şöyle diyor: “Nihayet Yüce Allah’ın verdiği şifa ile bu hastalıktan kurtuldum. Nefs sıhhat ve itidal haline döndü. Zorunlu aklî ilkelere emniyet ve yakîn hâsıl oldu. Bu husus deliller düzenlemek ve ifadeler tertip etmekle gerçekleşmedi. Tam tersine Allah Teâlâ’nın göğsüme attığı bir nur sayesinde hâsıl oldu. Bu nur marifetlerin çoğunun anahtarıdır. Her kim zannederse ki keşfin hasıl olması sadece delillere bağlıdır, o kişi Allah’ın geniş rahmetini daraltmış olur. Allah Resulüne: “Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü İslâm’a açar.” (bk. En’am, 6/125) mealindeki âyette geçen şerh (açma) kelimesini anlamı sorulunca şöyle buyurmuşlardı: “Şerh, Allah’ın kalbe attığı bir nurdur o sayede göğüs açılır.” Bunun alameti nedir diye sorulunca: “Yalan dünyadan el etek çekip ebedî yurda gönül vermektir.” buyurmuşlardır.
Gazâlî işte bu nur ile ilahî hakikate giden yolu bulmuştu. Artık yapılması gereken fani ve aldatıcı dünyevi ve maddi hayattan, bu hayatla ilgili her türlü tutkulardan vazgeçip sözü edilen hakikate giden yolda azimli ve kararlı bir şekilde yürümek, bazısı zulmetten, bazısı nurdan perdeleri geçip ezelî-ebedî ilahi hakikate kavuşmaktır.
Artık Gazâlî için hedef de bu hedefe ulaştıran yol da bellidir. Hedef ilahi hakikat ve sır, yol da tasavvuftur.
Gazâlî diyor ki; “diğer ilimleri bir yana bırakıp tasavvufa yöneldim, bütün dikkatimi bu hususa yoğunlaştırdım. Kesinkes anladım ki sufîlerin tutmuş oldukları yol ilim ve amel yoludur. Bu yol özetle şudur: Nefsin öne koyduğu engelleri aşmak, onun kötü huylarından ve pis sıfatlarından arınmak, bu suretle Allah’tan başka her şeyden kalbi tahliye etmek ve onu Allah Teâlâ’nın zikriyle süslemektir.
İlim amelden daha kolay olduğundan tasavvuf yolunu anlamak için önce bu yolun bilgisini tahsil etmeye karar verdim. Ebu Tâlib Mekki’nin Kutu’l-Kulub’unu, Haris el-Muhasibî’nin eserlerini; Cüneyd, Şibli, Bayazid Bistamî ve benzeri diğer meşayihe ait çeşitli cümle ve ifadeleri okudum, inceledim, böylece bilgi seviyesinde tasavvufun künhüne, sufîlerin maksatlarına tam olarak vakıf oldum. Anladım ki sufîlerin en temel özelliği olan hususa ilim öğrenmekle değil ancak zevk, hal, sıfatları değiştirme suretiyle erişilebildiğini kavradım.
Hasta bir tabip sıhhatin tarifini, çarelerini ve tedavi yollarını bilir ama yine de hastadır. Sağlığına kavuşması için bilgi yeterli değildir. Fiilen tedavi görmesi şarttır. Zühdün ne olduğunu, bunun sebep ve şartlarını bilmek de böyledir. Zühd hakkındaki bilgi başka, zühd hali daha başkadır.
Kesinkes anladım ki sufîler ehl-i kâl değillerdir. Tasavvufla ilgili bilgileri elde ettikten sonra şuna kanaat getirdim: Ahiret saadeti ancak takva ve nefsin isteklerine gem vurma ile elde edilir. Bunun başı da kalbin yalancı dünya ile ilgisini kesmek, ondan uzaklaşmak ve ahirete yönelmektir. Bu da ancak mal ve itibarı bir kenara bırakmak, meşguliyetlerden kaçmak ve engelleri aşmakla gerçekleşir.”
Gazâlî, bu kanaate ulaştıktan sonra Bağdat’tan ayrılıyor, on seneden fazla bir zaman Şam’da, Kudüs’te, Mekke’de ve Medine’de kimsenin bilmediği, tanımadığı sıradan bir kişi halinde uzlet ve inziva hayatı yaşıyor. Bu süre içinde çetin riyazetlere, ağır mücahedelere katlanıyor, çileler çekiyor. Kur’an istinsah ederek ve daha başka şekillerde çalışarak el emeği ile geçimini sağlıyor. Neticede dille anlatılması mümkün olmayan hadsiz hesapsız feyzlere nail oluyor. Bunlardan söz ve yazı ile anlatılması mümkün ve caiz olanı söylüyor ve yazıyor. Buna ilm-i muamele (amele ve suluke ilişkin bilgi) diyor. Sözle de yazı ile de anlatılması mümkün ve caiz olmayanları sır olarak kendisinde saklıyor. Bunun ifşa edilmesini mahzurlu görüyor. Buna da ilm-i mükaşefe diyor.
Gazâlî inzivaya çekildiği dönemde eser yazmaya devam ediyor. Konusu muamele ilmi olan dört ciltlik şaheseri İhyâ-u ulumi’d-din’i bu dönemde yazıyor. Dokuz asırdan fazla bir zaman bütün İslâm âlemine, hatta insanlığa ışık saçan İhyâ bu dönemin mahsulüdür.
Gazâlî ve İhyâ
İmam Gazâlî’de medrese ile tekke, âlim (molla) ile derviş, nakil (nass) ile ilham, akıl ile kalp yan yana hatta ayrılmaz bir şekilde iç içe olduğu gibi, zâhir ile batın, lafız ile mana, şeriat ile hakikat (tasavvuf) aynı şekilde iç içedir, bir paranın iki yüzü gibidir, biri olmadan öbürünü düşünmek bile mümkün değildir. Bununla beraber Gazâlî’de içerik şekilden, mana lafızdan, gaye vesileden, niyet amelden daha değerlidir. Nitekim ruh da bedenden daha önemlidir.
İhyâ-u ulumi’d-din her şeyden evvel bir itikad, ibadet, ahlâk, hâl ve irfan kitabıdır. Bununla beraber bu hususlara olan bağlantıları itibariyle fıkıh, örf, âdet, anane ve adab-ı muaşeret gibi hususlara da ihtiyaç ölçüsünde bu eserde yer verilmiştir.
İhyâ dört ana bölümden meydana gelir. Bu bölümlerden her biri on alt bölüm içerir. Böylece bölüm sayısı kırk olur. Bu bölümlerde bir mümine dünya hayatında lazım olan her şey açık ve ayrıntılı bir şekilde yer alır. Bu özelliği itibariyle İhyâ bir tür İslâmi bilgiler ansiklopedisidir. Gazâlî’nin amacı, bu eserle dinî ilimleri İhyâ ve canlandırmadır. Bu bilgiler bir müminin İslâmî hayat tarzını, kişiliğini ve kimliğini belirler. Bu nitelikteki bir kişi dünyayı ihmal veya terk etmemekle beraber kulluğun gerektirdiği hususları samimiyetle yerine getirmeye çabalayarak Hak Teâlâ’nın yakınlığını kazanma kararlılığında olan dindar mümindir.
İhyânın Bölümleri:
I) 1- İlim, 2- Akaid, 3- Temizlik, 4- Namaz, 5- Zekât, 6- Oruç, 7- Hac, 8- Kur’an okuma âdâbı, 9- Zikir ve duâlar, 10- Evrâdın vakıflara göre tertibi.
II) 1- Yeme içme âdâbı, 2- Aile ilişkileri, 3- Çalışıp kazanma, 4- Helaller – Haramlar, 5-Sohbetin âdâbı, 6- Uzlet-inzivâ, 7- Yolculuğun âdâbı, 8- Semâ-vecd (musiki), 9- İyiyi emr-kötüyü men, 10- Hz. Peygamber ve yaşama tarzı, 11- Peygamberliğin ahlakı.
III) 1- Kalp, 2- Riyazet-çile, 3- Yeme ve cinsel arzu, 4- Dilden gelen zararlar, 5- Öfke-kin, hased, 6- Dünya hırsı, 7- Mal ve cimrilik, 8- Makam düşkünü olmak-riya, 9- Kibir ve kendini beğenmişlik, 10- Aldanmışlık ve gurur.
IV) 1- Tövbe, 2- Sabır-şükür, 3- Allah korkusu ve ümit, 4 -Fakr-zühd, 5- Tevhid-tevekkül, 6- Muhabbet, şevk, üns, rıza, 7- Niyet, doğruluk, samimiyet, 8- Murakebe-muhasebe, 9- Tefekkür, 10- Ölüm.
Bu dört ana bölümün başlıkları: I. İbadetler, II. Adaletler, III. Muhlikât, IV. Münciyât, yani insanı mahf ve helâk eden ya da kurtuluşa erdiren hususlar.
Gazâlî, yukarıdaki kırk başlık altında Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde geçen bütün temel konuların tasavvuf, hikmet, marifet ve irfan bakımından izahını ve tahlilini yaparak amel, ibadet, ahlak, hal ve hakikatten ibaret olarak gördüğü tasavvufla İslâm’ın ne kadar iç içe olduğunu göstermeye çalışmıştır.
Gazâlî, önce konuyla ilgili ayetleri, sonra hadisleri, sonra âsâr dediği Sahabe, Tâbiîn, Etbâu’t-Tâbiînin söz ve menkıbelerini, daha sonra sufîlerin ifadelerini, manevî hallerini ve menkıbelerini bahis konusu ederek bir yandan ayet ve hadislerin tasavvufi yorumunu yaparken, diğer yandan tasavvufi hayat tarzını sıkı bir şekilde Kur’an’a ve sünnete bağlar. Bütün bunları belli bir sistem içinde ve makul bir sınıflandırma dâhilinde yaparken açıklamasını yaptığı hususları şer’î ve aklî delillere dayandırır, muhtemel itirazlara ve suallere cevap vermeyi de ihmal etmez.
Gazâlî’nin İslâm ve tasavvuf anlayışı Bayezid Bistamî gibi coşkulu bir sufî ile Cüneyd-i Bağdâdî gibi ihtiyatlı bir sufîyi, Hallac-ı Mansur gibi cüretli bir yaşama ve ifade tarzı olan mutasavvıfla, Haris Muhasibî gibi olabildiği kadar makuliyetten ve psikolojik tahlillerden ayrılmayan bir sufîyi kapsar. Ona göre Cüneyd ve Muhasibî kadar Bayezid ve Hallac da önemli sufîlerdir. Bununla beraber Gazâlî şathiyeci bir sufî olmadığından daha ziyade Muhasibi ve Cüneyd çizgisine yakın bir duruş sergiler, daima akıl-nakil, makul-menkul dengesini gözetir.
Gazâlî dikkatli ve bilinçli bir sufî, bir hâkim, bir mütefekkir ve bir ariftir. Ele aldığı konuları tahlil ve izah ederken, bunların şer’î ve zâhirî hükümlere aykırı düşmeyen yorumlarını yapar, buna özen gösterir. Dile hâkimiyeti, zengin bilgi birikimi, parlak zekâsı ve irfanı en muğlâk hususlarda bile kolaylıkla anlaşılmayı sağlayan dengeli ve yumuşak açıklamalar yapmasına imkân verir.
Naklî ve aklî ilimler alanında geniş bilgiye sahip olan Gazâlî’nin bahis konusu nitelikteki İslâm ve tasavvuf anlayışı daha evvel hadis, fıkıh ve kelam âlimleri tarafından tasavvufa ve sufîlere yöneltilen sert eleştirileri yumuşatmış, etkisizleştirmiştir ve tasavvufun yaygınlık kazanmasına sebep olmuştur.
İhyâ, zengin dinî malzemenin güzel bir tertiple ortaya konulmasından oluştuğu için sufîler kadar, hatta onlardan fazla vaizler ve ulema tarafından da okunan bir eser olmuştur. Bu özelliği ile İhyâ bütün İslâm âleminin dini ve kültürel hayatını şekillendiren ve belirleyen en önemli eserlerden biri niteliğine sahiptir.
İbadetlerde Şekil ve İçerik
Gazâlî’ye göre fıkıh ilmi daha ziyade ibadetlerin ifa ediliş şekliyle ilgilenir, bununla ilgili hükümlerden ve kurallardan bahseder. İbadetler, mesela namaz bu hüküm ve kurallara uygun bir şekilde eda edilince, fakih ve müftü o ibadetin ve o biçimde kılınan namazın sahih olduğuna hükmeder. O ibadetlerin batınına, yani muhtevasına ve özüne değil daha fazla zâhirine ve şekline bakar. Şekil şartlarına uygun ibadetleri sahih ve makbul kabul eder. İbadetlerin özünden fazla bahsetmez. Şekil şartları yerine getirildi mi ibadet ifa edilmiş olur. Velev ki bu ibadet içi boşaltılmış, ruhsuz bir şekilde, gaflet içinde ve mekanik bir tarzda ifa edilmiş olsun.
Tasavvufta ise ibadetlerin şekil şartları ve ifa tarzları önemli sayılmakla beraber ağırlık ve öncelik daima muhtevada, maksatta, niyette, gayede, ihlâsta, huşu ve hududadır. Bunlar ibadetlerin ruhu ve özüdür, şekle ilişkin şartlar, hükümler, kurallar ve âdâb ise bu ruhun bedenidir.
Gazâlî, namaz, oruç, hac, zekât, dua, zikir, Kur’an tilaveti gibi ibadetlerden bahsederken: namazın sırları, orucun sırları, haccın sırları, zekâtın sırları… gibi başlıklar kullanır, sonra bu ibadetleri hem zahir ve fıkıh (şekil) yönünden hem de batın ve öz cihetinden inceler. Buradaki esrar/sırlar deyimi hikmetler, faydalar, feyizler ve maksatlar anlamına gelmektedir.
Gazâlî din âlimlerini ikiye ayırır: Zâhir ehli (Ulemâ-i zâhir), bâtın ehli (Ulemâ-i bâtın), zahir ehli dünyanın, batın ehli ahiretin zinetidir. Takva sahibi bütün sâlih müminler bâtın ulemasıdır, işleri iftâ ve tedris olsa da şekilci ve merasimci olanlar şeyh ve derviş olsalar da ahiret ulemasıdır.
Gazâlî’ye göre aslında gerçek fakih zâhiddir. Övülen ve teşvik edilen fıkıh da zühdü içerir. Tasavvufun bir adı da “Fıkhu’l-Kulüb ve Fıkh-ı Vicdanî”dir. Yani kalbe ilişkin amellerin ve gönülle ilgili hal ve hislerin hükümlerini bilmektir.
Gazâlî’ye göre fıkıh bilgini İslâm, namaz, zekât, helal ve haram gibi konulara sırf bunların dünya ahkâmı açısından bakar. Mesela bir kimse diliyle kelime-i tevhidi söylediği zaman mal ve can dokunulmazlığını hak eder. Kelime-i tevhidi kalbi ile tasdik etmese bile mal ve can emniyetine kavuşur, ama onun bu anlamda mümin ve Müslüman olmasının ona ahirette bir faydası olmaz.
Bir kimse baştan sona kadar namazını gaflet içinde ve bilinçsiz olarak kılsa bile fakih o kimsenin kıldığı namazın şekil şartlarına bakıp “namazın sahihtir” veya “fasiddir” diye hüküm verir. Oysa böyle bir namazın o namazı kılana ahirette bir faydası olmaz. Fakih, namazın huşu ve kalp huzuru ile kılınıp kılınmadığına bakıp hüküm vermez, verirse alanı dışına çıkmış olur. Zıhâr, liân, selem, icâre, sarf gibi fıkıhla ilgili konuları öğrenirsem, Allah Teâlâ’nın yakınlığını kazanırım zanneden delidir. Şerefli ve değerli olan ilim beden ve kalbin amellerinin birlikte gerçekleşmesini sağlayan ilimdir.
Bahis konusu hususlar önceki sufîler tarafından ifade edilmiştir. Gazâlî bu meseleleri delillendirerek ve temellendirerek daha ayrıntılı, daha düzenli bir şekilde ifade etmiştir.
Gazâlî’nin tasavvufi görüşleri ve hayatı bakımından en önemli eseri İhyâ’dır. Fakat el-Munkız mine’d-dalâl (Dımaşk, 1934), Mışkatü’l-envâr (Kahire, 1964) el-Risaletü’l-Leduniyye (Kahire, 1928), el-Maksadu’l-aksâ (Kahire, 1322), Mizanu’l-Amel (Kahire, 1965), Meracu’l-Kuds (Beyrut, 1988) isimli eserleri bu konuda önemlidir.
Gazâlî, işrakiliğin kurucusu olan Suhreverdi Halebî’nin de (ö.587/1191), vahdet-i vücud temelinde bir tasavvuf anlayışını geliştiren Muhyiddin İbn Arabî’nin de (ö. 638/1240) habercisidir. İşrakiliğin de vahdet-i vücudun da nüvelerini ve tohumlarını Gazâlî’de bulmak mümkündür.
Gazâlî nur-zulmet (ışık-karanlık) kavramları üzerinde önem ve ısrarla durur. Mişkatü’l-envâr (nurlar feneri-fanusu) isimli eseri işrakiliğin güzel, parlak ve açık bir tasviridir. Bu eserde müellif Nur ayetiyle (Nur, 35) “Allah’ın nur ve zulmetten yetmiş perdesi var. Bunları açsa yüzünden yayılan ışıklar kimin gözüne çarpsa onu yakar kül eder” hadisini esas alıyor. Nur Allah’ın, Kur’an’ın ve Hz. Peygamberin ismidir. Kur’an’da “Allah göklerin ve arzın nurudur” buyrulur. Genellikle ayetteki ifade “Allah gökleri ve arzı nurlandırandır.” veya “göklerdeki ve arzdaki nurun sahibidir.” şeklinde yorumlanmıştır. Fakat Gazâlî’ye göre nurla vücud, zulmetle yokluk bir ve aynı şeydir. Bu sebeple hakiki ve kendi başına var olan vücut (varlık) Allah’ın varlığıdır, ifadesi aynı zamanda yegâne ve hakiki nur Allah’tır anlamına gelir. Zira Allah’ın vücudu ile nuru bir ve aynıdır. Gazâlî, Allahu Nuru’l-envar (nurların nuru) diyor. Diğer bütün nurların kaynağı Allah’tır. O’ndan taşan nurlar her şeye yansır. Hadiste geçen 70 perdenin çokluktan kinaye olduğunu söyleyenler bulunduğu gibi perdelerin 70 bin olduğunu kabul edenler de vardır.
Gazâlî’ye göre ruhun, yani can denilen şeyin beş mertebesi vardır; hassâs ruh, hayâli ruh, aklî ruh, fikrî ruh, kudsî ruh. Kudsî ruh peygamberlerde ve bazı evliyalarda bulunan ruhtur. Gaybın pırıltıları bu ruhta tecelli eder. Marifet nurları her türü kudsî-nebevî ruh vasıtasıyla bütün insanlara feyezan eder, yani taşar, yansır.
Gazâlî’ye göre vücud, nur ve hayır, bir ve aynı şeydir. Bunlar bir zatın üç ismidir. İsim üç ise de müsemmâ bir ve tektir. Nitekim adem (yokluk) zulmet ve şer de aynı şeydir, bu lafızlar aynı şeyin üç ismidir.
Bütün nurların menbaı ve madeni nurların nuru olan ilk nurdur, o da sadece Allah’tır. O’nun şeriki yoktur. Diğer bütün nurlar iğretidir. Hakiki nur sadece Allah’ın nurudur. Gazâlî burada şunu söyler: “Enne’l-küll nuruhu, bel huve’l-küll” yani her şey O’nun nurudur, daha açıkçası O her şeydir.
Gazâlî’ye göre Nuru’l-envar olan ilk ve hakiki nurun ışıltıları ve pırıltıları kaynaktan feyezan edip yayılırken, kaynaktan uzaklaştıkları nispette zayıflar, şuaları azalır, pırıltıları silikleşir. Maddeye geldiklerinde etkileri sıfır noktasına varır. Vücûd ve hayır da nurla eş anlamlı olduğundan onlar da aynı süreci izler ve maddede sıfır noktasına varırlar.
İlk kaynaktan yayılan nurlar, kaynaktan uzaklaştıkları nispette derece derece zayıflarken, yiten nurun yerini zulmet/karanlık alır, maddeye gelindiğinde zulmetin yoğunluğu son haddine ulaşır, ışık kaybolur gider.
“Allah müminlerin velisidir. Onları karanlıklardan nura çıkarır. Kâfirlerin velisi ise şeytandır. Onları nurdan karanlıklara çıkarır, işte bunlar cehennemliklerdir. Orada devamlı kalırlar.” (Bakara, 2/257)
Nurların nuru olan Allah’a ancak O’ndan gelen nurla ulaşılır. Salik bu yolda mesafe alırken peyderpey karanlıklar azalır, yerini aydınlıklar alır. Bu da kalp tasfiyesi, ruh temizliği, düzgün ve dürüst bir ahlakla, riyazet ve mücahede ile gerçekleşir. Gazâlî Mişkatü’l-Envar’da mutâ’, kavramından bahseder. Allah Teâlâ varlıkları iradesiyle ve “kün” (ol) kelimesiyle yaratır. (Bkz. Nahl, 16/4; Meryem, 19/35; Yasin 36/8; Gâfir, 40/68) Gazâlî, Tekvir suresindeki mutâ’ (Tekvir, 81/21) kelimesiyle buna işaret eder ve Emri ilahi denilen ve her şeyin kendisine itaat ettiği mutâ’ veya “Emr” (Emr-i İlâhî) ile Yüce Allah her şeyi yaratır. Allah Teâlâ nur olunca Muta’nın da nur olması zorunlu olur. Bu ifade ile “Allah ilk önce nurumu yaratmıştır.” mealindeki hadise işaret edilmiştir. Özetle Allah her şeyi emr-i ilahî denilen mutâ’ vasıtasıyla halk etmiştir.
Şeyhu’l-işrak Suhreverdî Halebî, Nur Abideleri (Heyâkuli’n-nur) ve Hikmetü’l-işrâk ve benzeri eserlerinde nur-zulmet temeline dayanan tasavvuf felsefesini geliştirmiştir. İlluminisme bunu yaparken geniş ölçüde Gazâlî’den esinlenmiştir.
İbn Arabi’nin eserlerinde açık ve ayrıntılı bir şekilde ortaya koyduğu vahdet-i vücud meselesini Gazâlî bazen açık ama daha fazla üstü örtülü ve özet olarak ortaya koymuştur. Gazâlî’nin bu hususla ilgili fikirleri şöyledir: “Kur’an okuyan bir kimse okudukları üzerinde derin düşüncelere dalmalı, Allah Teâlâ’nın sıfat ve isimlerini kavramaya, bunlarla varlıklar arasındaki ilişkileri anlamaya çalışmalıdır. Allah’ı tanıyan O’nu her şeyde görür, zira her şey O’ndandır, O’nadır, O’nunladır. Hakikatte O küldür, O’ndan başkası batıldır.
Vücudu Allah’ın zatından ve fiillerinden başka bir yoktur. Ebu Said-i Ebu’l-Hayr: “O Küldür” (Heme ast), vücud O’ndan başka bir şey yoktur, demiştir.
İbn Münevver, Ebu Said’in: “Heme ast” (Her şey O’dur) dediğini nakleder. Hüve’l Küll ile Heme ast aynı şeydir.
Mülk ve melekût âlemine bir bütün olarak bakılırsa o, Hazret-i Rububiyet adını alır. Hazret-i Rububiyet bütün varlıkları kuşatır. Zira vücudda (varlıklar âleminde) Allah Teâlâ ve fiillerinden başka bir şey yoktur. Melekûtu da kulları da O’nun fiilleridir.
Basireti kuvvetli olan, Allah’tan başkasını görmez ve tanımaz. Bilir ki vücudda Allah’tan başka bir şey yoktur. Filleri ve kudretinin eseridir ve O’na tabidir. Hakikatte bunların O’nsuz ve kendi başına bir mevcudiyetleri yoktur. Vücut sadece Hakiki Bir’indir.
Âlem baştanbaşa O’nun nurlarıyla dolar, her şey O’nun nurudur, daha doğrusu O her şeydir (Huve’l-Küll) O’ndan başka ilah olmadığı gibi O’ndan gayri O denilecek bir şey de yoktur. (Felâ hûve illâ hûve) hakikatte Allah’tan başka mevcut yoktur. Hakiki tek mevcut O’dur. Lâ mevcûde İllallah sufîlerin ve havassın tevhididir.
İbn Arabi’nin Vahdet-i Vücud konusunda söyledikleri Gazâlî’nin fikirlerinin genişletilmesi ve detaylandırılması olarak görülebilir.
Gazâlî’ye göre mümin, Hak Teâlâ’nın O’nun kalbine attığı bir nur ışıkla hidayete erer, doğruyu bulur. Hakk’a giden yolda yürümesi, menziller kat etmesi ve mesafe alması da yine bir nur sayesinde mümkündür. Hakk’a giden yolda bir kapı ve bir perde kapanınca başka bir kapı ve bir perde açılır, daha aydın ve daha ışıklı bir sahaya geçilir. Bu anlamda seyr ve sülük sürüp gider. Her bir makamın sonuna ulaşma bir vusul, vuslattır. Bundan sonra daha nurlu bir makamda yürüyüşe başlama sülûktür. Nefisten ve masaviden fâni olma ve hak ile bâki olma mertebesine böyle varılır.
Vuslata ermek için aşılması lazım gelen menzillerden ve açılması icap eden perdelerden bahseden Gazâlî bu yolun sonuna en fazla yaklaşanlardan şöyle bahseder:
Bir önceki makamdan ilerleyen arifler taklid çukurundan hakikat zirvesine yükseldiler, miraçlarını tamamladılar, apaçık, bir müşahede ile gördüler ki: “vücudda Allah Teâlâ’dan başka hiçbir şey yok, O’nun yüzü hariç her şey helâk/ yok durumunda. Bu O’ndan başka olan şeyler her hangi bir zamanda yok olacak” anlamında değildir. Tersine ezelden ebede kadar yoktur, başka türlü de tasavvur edilemez. Her şeyin iki yüzü var. Şeyler, kendi yüzleri ve mahiyetleri itibariyle hiç yokturlar, sırf yoklukturlar, Rabb’a dönük yüzleri itibariyle mevcuddurlar, varlıklarını O’ndan alırlar, O’na borçludurlar, varlıkları ariyet, geçici ve fanidir.
Allah Teâlâ’dan başka hiçbir şeyin özü itibariyle varlığı olmadığı nasıl bilinir? İki şekilde bilinir: a) Aklen, ilmen ve irfanen bilinir. b) Vecden, zevken ve hâlen bilinir. Bazıları öyle bazıları böyle bilir ama bazıları da her iki şekilde bilir yani önce bilgi ve anlama, sonra tatma ve yaşama yoluyla. Çokluğun tamamıyla ortadan kalkması, saf teklikte istiğrak hali bu şekilde gerçekleşir. Buradaki manevi ve ruhi haller yaşanır ama anlatılamaz. “tadan bilir, tatmayan bilmez.”
Bibliyografya
Attar, Feridûddin Tezkiratü’l-Evliya, Tahran 1346.
Câmî, Abdurrahman, Nefahatû’l-üns, Tahran 1370.
Celaleddin Humai, el-İmam Ebu Hamid Muhammed el-Gazâlî el-Tûsî, Dirasatü’l-Arabiyye, yıl:7, VI. Sayı: 3-4, İsfahan 1964.
Ebu’l-Vefa Taftazanî, Gazâlî’nin Tasavvuf Ekollerine Etkisi ve Gazâlî’den Sonra Ortaya Çıkan Tarikatlar, (Terc.: M.Aşkar), AÜİFD, Ankara 1997, Sayı: 36.
Gairdner, W.H.T. Al-Ghazali’s Mishka Al-Anvar and Ghazali problem Der İslâm V. (1914) 121-153.
Gazâlî, el-Maksadü’l-esna, Kahire 1322.
Gazâlî, el-Risaletü’l-ledünniye, Kahire 1328.
Gazâlî, İhyâu ulumi’d-din, (I-IV), Kahire 1939.
Gazâlî, Mearicü’l-Kuds, Kahire 1988.
Gazâlî, Mişkatü’l-envar, Kahire 1964.
İbn Münevver, Esrâru’t-Tevhid, Tahran 1348.
Mehmet Ali Aynî, Hüccetü’l-İslâm İmam Gazâlî, İstanbul 1327 (1909).

*********************
* Prof. Dr., Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Emekli Öğretim Üyesi
Bkz. Attar, 89; İbn Münevver, s. 397; Câmi, 318, 317, 376, 273, 827
Gazâlî, el-Munkız, 14.
Her ne kadar Gazâlî’ye bir tarikat nispet edilir (bk. İslâm Ansiklopedisi 12/1, 5, 8) ve Ebu Ali Farmedî’nin onun şeyhi olduğu söylenir ise de, Gazâlî ne bir tarikat kurmuş, ne bir şeyhe mürit olmuştur.
Gazâlî, el-Munkız, s.14.
Gazâlî, el-Munkız, s.38.
Bkz. İhyâ, I. 28.
İhyâ, I, 25.
İhyâ, I, 27.
Müslim, İman 293; İbn Mace, Mukaddime, 13; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 401, 405.
Gazâlî, Mişkatü’l-envar, s. 60.

Bkz. Afîfi, Mişkatü’l-envar, önsözü s. 24; Süleyman Dünya, Mizanü’l-amel, önsözü, s. 168.
İhyâ, IV, 256, 319
İhyâ, IV, 319.
Bkz. Esraru’t-Tevhid, s, 54, 257, 300, 318.
İhyâ, III,14, el-Maksadü’l-esna, s.35.
İhyâ, IV, 313.
Mişkatü’l-envar, 56, 60.
Mişkatü’l-envar, 55, 56.
Mişkatü’l-envar, 56, 57.