Makale

Prof. Dr. Turan Koç ile Din, Sanat ve Estetik Üzerine

Prof. Dr. Turan Koç ile Din, Sanat ve Estetik Üzerine

Söyleşi: Dr. Lamia Levent - Kâmil Büyüker

Hocam, öncelikle İslam, sanat ve estetik üzerine çalışan, kafa yoran bir isim olarak Din-Sanat ilişkisini, özel de de İslam-Sanat ilişkisini nasıl anlamamız, nasıl temellendirmemiz gerekiyor?
İslam’da güzellik, mükemmellik dediğimiz zaman ister istemez estetik konusu üzerinde duruyoruz demektir. Kur’an’ın ilk inen ayetlerinden başlayarak şunu söyleyebiliriz: Estetik boyutla, estetik kavrayışla karşı karşıyayız. İlk inen ayetler insanın en güzel bir şekilde (eşrefi mahlukat) yaratılmış olduğunu söylüyor. Peygamberimiz de “İnnallahe cemilün, yuhibbül cemale” (Allah güzeldir, güzelliği sever.) buyuruyor. Zaman zaman bu hadisin Allah güzeldir, güzeli sever şeklinde çevirisi yapılır. Burada bir düzeltme yapmak gerekiyor. Allah güzelliği sever. Sorunuzda da bahsettiğiniz üzere dinimizin üç temel sacayağı diyeceğimiz; iman, İslam ve ihsan boyutları üzerinde durmamız gerekmektedir. Yani dinin tefekkür, düşünce ve kavrayış boyutuna “iman”; bunun hayata yansıyan, davranışlarımızı yöneten, yönlendiren kısmına hatta görünür tarafına “İslam”; bunun nasıl, hangi düzeyde buluştuğuna “ihsan” diyoruz. İhsan, düşündüğümüz sonra bunu eyleme geçirdiğimiz, duygu, düşünce, ahlak, her türlü iş, ilişkinin bir bütünlük içinde güzel olması, güzele yaslanması, güzeli öncelemesi anlamına geliyor. Güzelin, estetiğin bundan belki yüz yıl önceki karşılığı “bediiyat” idi. Nitekim Cenab-ı Hakk, Kur’an’da, “bediu’s-semavati ve’l-ard.” buyuruyor. Gökleri ve yeri en güzel şekilde yaratandır. Daha başka ayetlerde ise Halık’tır, Bari’dir, Musavvir’dir. Yine Kur’an’da âleme atıf yapılarak, âlemin muazzam bir düzen, manzume içerisinde işlediği ifade edilir. Sonuç olarak iman tecrübesi bediidir. Estetik bir tecrübedir. İman tecrübesi içinde bizim duygumuzu, düşüncemizi kalbimizi saran kucaklayan topyekûn bir tecrübe yaşıyoruz. Bunları birbirinden ayıramayız. Bu bakımdan İslam, estetikle, sanatla doğrudan doğruya ilgilidir.
Hocam, İslam Estetiği doğru bir tanımlama mıdır?
İslam estetiği tabiri biraz tedirgin edici bir adlandırma oluyor. Yani bir estetik var, bir de bunun yanında İslam estetiği var. Bu tabir, bugün çok farklı estetik programları gördüğümüz için bunların içerisinde de “İslam Estetiği diye bir şey var” diye vurgulamak amacıyla kullanılan bir tabir. Bildiğiniz gibi bundan yüzyıl öncesine gidersek bu tür adlandırmalar neredeyse hiç yok, doğrudan doğruya bediiyyat, bedii, ibda’, hasen, hüsn, hüsnücemal denmiştir. Bu tür kavramlar bizim kavramlarımızdır. Bu tür kavramları duyduğumuz zaman da Kur’an, hadis ve onların üzerine bina edilerek açılmış koca bir medeniyetin estetik tezahürleriyle karşılaşabiliriz. Bugün biz İslam estetiği tabirini bir program, bir kavrayış, bir algılama tarzı ve bir medeniyet programı olarak adlandırmak için kullanıyoruz.
İman tecrübesi ile estetik arasında nasıl bir ilişki var? Kur’an bu nizama, ahenge ve güzelliğe nasıl dikkat çekiyor?
İman tecrübemizde sürekli bir estetik boyut vardır. Bu bize heyecan verir. Kaldı ki Kur’an-ı Kerim’de âlemin muazzam bir düzen içerisinde seyrettiği, muazzam bir nizam sergilediği, bir manzume şeklinde ortaya çıktığı, göklerin hiçbir çatlak, hiçbir yarık olmadan, insanı hayretler içerisinde bırakan bir görkem ve güzellik içerisinde bize açık olduğu, böyle kurulduğuna ve bu yapının sağlamlığına, muhkemliğine, mükemmelliğine ve güzelliğine dikkat çeken ayetlerle karşı karşıyayız. Belki de en başta söylememiz gereken hususlardan birisi de Hz. İbrahim’in çocukluk döneminde yaşadığı inanç sürecidir. Önce yıldız görüyor, onlara hayranlıkla bakıyor, temaşa ediyor sonra kaybolduklarını görünce üzüntü duyuyor. Yani güzelliğin kalıcı olmasını istiyor. Arkasından ay doğuyor. İlgisi ona odaklanıyor sonra kayboluyor. Arkasından güneş doğuyor tam da aradığının bu olması gerekiyor, derken onun da kaybolduğunu görüyor. Bu arada diyor ki, “Ben batıp gidenleri sevmem, sönenleri sevmem.” O zaman sevginin, ilginin kalıcı olana yöneldiği şeklinde biz bir sonuç çıkarıyoruz. İnsan ilgisinin estetik duyarlılığının bir yerde kalıcı olanı istediği şeklinde bir sonuç çıkarmamız rahatlıkla mümkündür. Ama ne olursa olsun burada bir iman tecrübesi söz konusu, burada bir gönül, gözümüzün gördüğü ile ilişki içerisinde… Göz görür, gönül sever. Sonuç olarak şuraya gelmeye çalışıyorum; iman tecrübesi bedii bir zevk ve tecrübedir. İman tecrübesi içerisinde bizim duygumuzu, kalbimizi saran kucaklayan topyekûn belki de ayrımlaşmamış diyebileceğimiz bir tecrübe yaşıyoruz. Bunları birbirinden ayıramayız, dolayısıyla burada bilgi var, hakikat algısı ve idraki var, bu hakikatin güzel olduğu duygusu ve düşüncesi var. Dolayısıyla sadece gözümüze değil, gönlümüze hitap eden bir durum söz konusu. Gönlümüzün, kalbimizin katıldığı bir durum söz konusu. İmanda böyle çok boyutlu bir tecrübe yaşıyoruz. Bu açıdan bakıldığında İslam bütünüyle bir estetik tecrübedir ve estetikle doğrudan doğruya ilgilidir.
Sanatın inşa edici bir dili olduğunu ortaya çıkan eserlerde rahatlıkla görebiliyoruz. Peki, Din- Sanat ilişkisi bağlamında yeni bir dil inşa edilebilir mi?
Din ve sanat dediğimiz zaman burada hangi din ve hangi sanat sorusu karşımıza çıkıyor. Her dinin belli bir sanatı vardır. Ve o sanat o dinin çok önemli bir dilidir. Dolayısıyla İslam sanatı dediğimiz bunlar hüsnühat, tezhip olabilir (Doğrudan doğruya İslam’ın kendi üretimi olan) cami, medrese, çeşme mimarisi olabilir, ev mimarisi olabilir, şiir olabilir, bunların hepsi bu açıdan baktığımız zaman İslam’ın çok hususi bir dilidir. Tabii sanat bir dildir ama bu dilin hakikatle buluşan bir dil olması, mükemmeli ve hakikati ifşa eden, ona tercüman olan ve bizim duyarlılığımızı da hakikatle buluşturmayı amaç edinmiş bir dil olması son derece önemlidir. Bu açıdan baktığımız zaman başta İslam olmak üzere, büyük dinlerin kendilerine özgü hakikat algılarını, doğru bildikleri hususları veya nasıl bir hayat yaşanması gerektiğine ilişkin kanaatlerini dile getiren sanatları vardır. O sanat, o dinin yaşanır kılınmasında, hayata geçirilmesinde veya dinin ilkelerinin doğrudan doğruya hayatla buluşmasında son derece önemli ve öncelikli bir rol icra etmektedir. Bu bakımdan bazı düşünürlerin; eğer bir dinin sanatı yoksa o din büyük bir din değildir, demeye gelen ifadeleriyle karşılaşıyorsunuz. Yani din dediğimiz zaman ister istemez sanatla insanı çepeçevre kuşatan bir dille karşılaşıyorsunuz.
İslam sanatının gayesi nedir? Nereden beslenir, neyi esas alır?
İslam sanatı dediğimiz sanat eserleri de sanat için sanat kaygısıyla ortaya konmuş eserler değildir. Bunlar hayatı kolaylaştırmak için İslam’ın hakikat idraki ve algısının varlık tasavvurunun bir yerde hayatla nasıl buluşacağına ilişkin bir kaygının eşliğinde ortaya konulmuş eserlerdir. Şimdi İslam sanatı dediğimizde sanatı geriye çekip baktığımız zaman mükemmelliği merkeze alan bir yaklaşım görürüz. Bir şey ne kadar mükemmel olursa ne kadar kemale ulaşma süresinde veya o uğurda ne kadar üst derecelere çıkarsa yaptığı işin o kadar güzel olduğu şeklinde bir anlayış hâkimdir. İslam sanatı dediğimiz eserlerimize baktığımızda düşüncenin gerisinde şu üç unsuru açık seçik bir şekilde görüyoruz. Bunlardan birincisi “kemal”, ikincisi “cemal”, üçüncüsü “celal”dir. Kavramlar ister istemez bizim geleneksel duyarlılığımızı da yansıtıyor. Atalarımızın kullandığı kavramlar bugün de canlılığını koruyor. “Kemal” dediğimiz zaman mükemmellikten, yetkinlikten, olgunluktan bahsediyoruz. Buradan bahsederken ister istemez varlıktan bahsediyoruz. Varlıktan bahsediyorsak, bilgiden bahsediyoruz demektir. Dolayısıyla İslam eserleri her türlü tezahüründe, gerçekleştiriliş tarzında bilgi ve hakikati dolayısıyla mükemmelliği, kemali merkeze almış eserlerdir. Akif’in Süleymaniye şiirinde bir mısra var. Akif Süleymaniye’den söz ederken "temeli ilme basan" diyor. Ulu mabedi anlatırken, son derece güzel bir tespit... Dolayısıyla İslam sanatı bilgiden hiçbir zaman ödün vermemiştir.
İkincisi cemal, yani güzellik… Güzellik bu anlamda mükemmelliğin, kemalin müteradifi anlamındadır. Bir başka deyişle bir şey ne kadar mükemmelse o kadar güzel oluyor. Gazali diyor ki: "Atın at olması için ne gerekiyorsa onlar yerine geldiği zaman at güzel olur." Yazı, nasıl yazılması gerekiyorsa onlar yerine geldiği zaman mükemmel olursa, bir hattat önüne kalemi, kamışı aldığı zaman nasıl mükemmel bir hat çekerse o hattı güzel olur. Bizim yazımız, İslam yazısı, yani hüsnühat dediğimiz yazı bir yazıdır, bir mesaj verir. Camilerde diyelim ki mihrap alınlıklarına, cami duvarına, çeşme alınlıklarına yazılmış, nakşedilmiş bütün yazılar son derece güzeldir. Yazı nasıl yazılması gerekiyorsa öyle yazılmıştır, ama mesajı da vardır. Bu manada bilgi ile güzelliğin tam buluştuğunu hat sanatında görüyoruz. Sonuç olarak bizim medeniyetimizde ortaya konan bütün eserlerimizde kemal ve cemal bir aradadır.
Bir de bunun celal tarafı vardır. Celal, cemalin daha şiddetlisi daha büyük bir çapta, daha ihtişamlı bir şekilde ortaya çıkmış şeklidir, desek herhâlde hata etmiş olmayız. Yani cemalin içerisinde kemal var, kemalin içerisinde de cemal var. Zaman zaman bir benzetme yapılır. Bir ulu çınar ağacını düşünelim. Henüz fidanken haziran temmuz aylarında yapraklarını açtığını görünce onu severiz. Küçük güzeldir. Orada cemalin daha çok tecelli ettiğini görürüz. Bu çınarın, ulu bir çınar olduğunu düşünelim. Dalları 50-60 metre göğe yükselmiş, sağa sola sepilmiş. O zaman celal tecelli eder. Ama hem fidan durumunda hem çınar olduğu durumunda mükemmeldir. Her ikisinde de kemal vardır her ikisinde de varlık vardır. Ne kadar büyürse o kadar çok celal ortaya çıkıyor. Dolayısıyla İslam sanatı, İslam’ın çok önemli bir dilidir. Bu dilden vazgeçtiği yerde çok kuru, katı belki de soğuk cümlelerle baş başa kalmak gibi bir durumla karşı karşıya kalabiliriz diye düşünüyoruz.
İslam sanatını besleyen merkezlere baktığımız zaman –medrese, tekke ayrımı yapmak çok doğru değil ama- sanatın ve estetiğin daha çok tasavvufi mekânlardan, tekkelerden beslendiğini oralarda neşvünema bulduğunu görüyoruz. Bu noktada neler söylersiniz? Buradan hareketle tekkelerin, tasavvufun sanatı şekillendirici, estetiği, zevkiselimi şekillendirdiği merkezler olarak vazife yaptığını söyleyebilir miyiz?
Şüphesiz bu yaşanan hayatın doğal tabii akışı içinde böyle oluyor da diyebiliriz. Bugün bile sanatın -tırnak içinde kullanıyorum- amatörce çalışan dediğimiz ruhlar elinde daha canlı bir şekilde geliştiğini, ele alındığını söyleyebiliriz. Yani akademik araştırmalar genellikle tanımlanabilir, aktarılabilir öğrenciye aktarılması kolay olabilen hususlar üzerinde yürür ve biraz da ağır yürür. İlkeli akademik çalışmalar mahiyeti gereği böyledir. Diyelim ki mimarlık fakültesinde bir mimari eserin sağlamlık, güzellik hem mühendislik açısından hem göze görünmesi açısından veya o eserin unsurlarının birbirleriyle tanımlanması gerektiği gibi konular açısından bunları anlatabilecek bir dil yakalamak durumundasınız. Diğer taraftan fakülte dergileri bu anlamda bunların aktarılabilir programlanabilir taraflarına daha çok ağırlık veriyorlar. Diğer taraftan sanat dergileri de çıkıyor. Bunlar da gözümüzün önüne yapılmış eserler ortaya koyuyorlar. Ve biraz da diyelim ki akademik araştırmalarda çok düzenli mizanlı bir yürüyüşle kendi geleneğini sürdürme yoluna gidiyor. İster istemez eleştirilecek, eleştiri gelebilecek noktalar gözetiliyor. Orada da doğrudan doğruya kendi algı ve tecrübeleri üzerinden yürüyen hatta bir huruç harekâtı gerçekleştiren bir çıkışla bir atlayışla atılımlar söz konusu. Bizim geleneksel tekke-medrese örneğine benzer şeylerin aşağı yukarı bugün de gerçekleştiğini söyleyebiliriz. İslam düşüncesi içerisinde mesela felsefeye baktığımız zaman ekmel varlık üzerine yoğunlaşıyor. Mükemmeli vurguladıkça güzele bulaşmanız kaçınılmaz olur. Kelama geldiğimiz zaman aynı şeyi görüyoruz. Diyor ki Gazali, “Bu dünyaya baktığımız zaman, bu gördüğümüz bu mümkün oluştan daha bedii yani daha göz alıcı daha göz kamaştırıcı daha alımlı, albenilisi yoktur.” Bedii dediğimiz nedir? Estetik. Bu olandan daha iyisi düşünülemez. Yani bu dünya mümkün dünya ise mümkün içerisinde ben aklımı zorladığım zaman bu kadar yapılır. Bu bir hayret ifadesidir. Bu güzelliğin karşısında söylenmiş bir cümledir. Bu bir açıdan baktığımız zaman da akademik bir cümledir. Ama başka bir açıdan baktığımızda bugün bile insana heyecan veren bir cümledir.
Mutasavvıflara baktığımız zaman onlar sürekli hayret makamındalar. Şairlerimize baktığımız zaman yine öyle. Kelamla uğraşan kanadımız estetik düşünceye hiçbir zaman bigâne kalmamış. Sufiler tamamen bunun içerisinde hareket etmişler. Felsefe dediğimizde onlar da şiir konusunda az kafa yormamışlar. İbn-i Sina’da Farabi’de bunu görüyoruz. Bunların hepsi aynı zamanda şairdir. Yani akıl gücüyle nereye kadar gittiğimiz konusunda, nereye kadar gidebileceğimizin farkındadırlar. Onun için onlar çok zorlandıkları yerlerde hatta tıkandıkları yerlerde şiir söylemişler. Bunun örnekleri var.
Hocam bu kadar güçlü sağlam bir geleneğe ayaklarını basan bir mirasın takipçileri olarak bu sanatı ve estetik duyguyu, düşünceyi süreklilik içerisinde geleceğe aktarmak için ne yapmamız lazım? Toplumumuz içinde yaşadığımız bu sanat ve estetik harikalarının farkına nasıl varacak ya da varması için neler yapmalıyız?
Üzerinde çok konuşulması gereken bir soru. Güzeli ortaya koyan alıcısını bulur. Yeter ki güzel olsun. Tabii bunun mekanizmalarını da elbette hazırlamak lazım. Yani bazen farkına varmayız. Ne güzeldir, dediğimiz zaman ‘güzellik izafidir’ diyorlar. Ama Kur’an’dan ve hadisten anladığımız şeyde güzellik nesnel bir şeydir. Yani onun için hep mahbuptan ve habipten söz etmişlerdir. Onlar genellikle sevgilinin davranışlarının ne yaptığı üzerinde durmuşlar. Buradan hareket ettiğimizde sevgilinin hâlleri önem kazanıyor. Onu da diyelim ki asıl sevgiliyi, sevgililer sevgilisini Cemalullahı seyrettiği zaman nerede tabiatta, nerede bir güzelin gamzesinde, nerede bir ağacın burcunda bunu seyrettiği zaman hem hayretlerini hem heyecanlarını dile getiren o tecrübelerini yorumlayan şiirler söyleşiler ortaya koymuşlar. Şimdi ne yapmak gerekiyor? İslam medeniyeti dediğimiz İslam sanatları dediğimiz gerçekleşişler, oluşumlar ve bugün eser diye ziyaret ettiğimiz veya sevdiğimiz, göz kamaştırıcı eserlerin tamamı aslında eninde sonunda bir kitaba atıfta bulunan anlayışın o günkü dönem o günkü zaman içerisindeki irade idrak üzerinden dışa vurumlarıdır. Yani Süleymaniye Camii’ni yapan irade, orada çalışan ustanın eli, o ustanın idraki, kavrayışı ile Kur’an arasında her şeyden önce doğrudan bir ilişki var. Yani bu medeniyetin kurucu kaynağı Kur’an’dır. Süleymaniye Camii, Kur’an’ın ortaya koyduğu hakikat anlayışını varlık tasavvurunu bilgi, değer, ahlak telakkisi, insan anlayışı ne varsa bunların hepsinden çok iyi haberdardır. Bugün benzeri bir kavrayışla yaklaştığımız zaman yaklaşacak olursak hem Süleymaniye Camii’ni, genel anlamda mimari mirasımızı yeniden yorumlayacak bir dil ve söylem yakalamamız mümkündür. Aynı zamanda hüsnühattımızı geliştirecek kalemler, kamışlar bulmamız onu gerçekleştirecek idrakler, gönüller ortaya çıkması yine mümkündür. Dolayısıyla bu hakikati kendi tecrübemiz üzerinden uygun bir dile kendi sesimize bindirdiğimiz zaman bu hakikat idrakini kendi sesimiz üzerinden seslendiğimiz zaman öyle sanıyorum çok daha göz kamaştırıcı eserler ortaya koymamız mümkündür. Bu beklenen bir şey. Buna ihtiyacımız var.