Makale

İslam Sanatının Yarınları

İslam Sanatının Yarınları

Prof. Dr. Selçuk Mülayim
Marmara Üniv. Sanat Tarihi Bölüm Başkanı

Kültür ve sanat geçmişleri çok zengin ülkelerde yaşıyor olmak, sonuçta bu geçmişe dayalı yüksek bir çağdaş kültür oluşmasını garantilemiyor. Hatta tam tersine, zengin kültürel mirasa sahip bir ülkenin insanı bugün çoğunlukla, eğlenceye dönük, günübirlik ve sığ bir kültürel ortamla yetinebiliyor. Bu bağlamda, Mekke’den Tanca’ya, Mezopotamya’dan Afganistan’a, daha önce bu topraklar üzerinde yaşamış olanlarla bugünküler arasındaki ilişkisizlik şaşırtıcıdır. Kültürel varlık olarak tanımlayabileceğimiz folklor ve etnografya değerleriyle eskinin işlenmiş yüksek sanat yaratıları arasında düşey bağlantının sağlanamamış olması, tarihsel olanla güncel olanın nasıl ayrışmış olduğunu gösteriyor. Geçmişte ve günümüzde insan ve toplum hayatının büsbütün farklı yönlerde ilerlemesi Avrupa ve Amerika için de geçerlidir.
Tolstoy, kültür ve sanatın kaynağını değerlendirip, bir yandan da çağının eleştirisini yaparken, her şeyin tek odaktan (Hristiyanlık) beslendiğini ısrarla vurgulamıştı. Bu düşünce, H. Butterfield’in Christianity and History (1949) adlı eserinde, tarihin, Tanrı’nın bir lütfu olduğu şeklinde tekrar gündeme getirilmişti. Avrupa ve Amerika toplumlarında giderek çoğalan toplumsal çözülme belirtileri her boyutta dile getirilmiş, ünlü psikanalist Erich Fromm, günümüz insanının endişe ve güvensizlik duyduğu ortamı kendince tanımlamış, Escape From Freedom (1941) adlı kitabında, toplumsal normlarla çatışmaktan kaçınan bireyin otoriteye sığınma isteğinde olduğunu anlatmıştır. Yazar, Batılı insanın kimlik sorununu bu bağlamda irdelerken, Karen Horney adlı meslektaşı, yazdığı bir kitap için, The Neurotic Personality of Our Age başlığını uygun görmüştür.
Yukarıda görüşlerini hızla özetlemeye çalıştığımız ünlü düşünce adamları, ne zamandır çanların kendileri için çalmakta olduğunu fark etmişlerdir. Bu tedirginlik ve endişe yakın zamanlara kadar sadece Avrupa ve Amerika’da yaşayan insanlar için geçerliydi. Müslümanlar ise, Batı ile hesaplaşmalarının, üstü küllenmiş bir Haçlı seferinden ibaret olduğunu sanıyorlardı. Namlunun ucu tekrar kendilerine çevrilince, kapitalizmin emperyalist şirretliğini yeniden tanıdılar. Ancak iş bununla bitmiyordu; Batı’nın kent toplumlarındaki çözülme Müslüman halklar için de geçerli olmaya başladı. Kâbil, Konya ve Kahire gibi şehirlerde psikiyatri kliniklerinin sayısı artmakta, suç ve intihar istatistikleri yükselmekteyse, buralardaki insanlar da toplumsal sapkınlıklardan paylarını alıyorlar demektir. Âdeta uyuşturucu madde alışkanlığı gibi yerleşen negatif düşünce üretme alışkanlığı, bezginlik ve yoksunluklar Müslümanın da içini karartmak üzeredir. İnançlı, mütedeyyin, mutaassıp ya da inanca kayıtsız, az çok herkes aynı şeyi paylaştığı için toplumsal hastalık giderek normalleşiyor. Çağımızda kapitalizm, kolaylıkla bir arada çalışabilecek çok sayıda insan ister, onların gittikçe daha çok üretmelerini bekler. Bu insanlar, zevkleri kalıplaşmış, kolayca etkilenebilen, modanın peşinde sürüklenen ve sayıları artırılabilen kimseler olmalıdır. Çağdaş insan, öteki insanlardan, cemaatinden ve doğadan koparılmıştır. Hac görevini yapan Müslümanların coşkusu, dinî bayramlar ve oruç ayının şekil olarak daha tantanalı yaşanması, bu duruma bir tepkidir. İnsan, bir mal durumuna gelmek üzeredir; hayat güçlerini, bulunduğu pazarın şartlarına göre en yüksek kârı getirebilecek bir yatırım olarak kullanmaktadır. Yine bu bağlamda, bir tepki olarak büyü, fal ve burçlara artan bir ilgi duyulmasına şaşırmamalı. Çünkü insanlar arası ilişkiler, birbirinden kopmuş otomatların ilişkileridir. Bu yüzden bu otomatların her biri güvenliğini sürüye bağlı kalmakta, "ötekilerden" ayrılmamakta bulurken, inanç olgusunu abartılmış gösteriler, frapan biçimlerle dışa vurmak zorunda kalmaktadırlar. Kültür ve sanatta İslami motiflerin altını kalınca çizmeye çalışan yeni eğilim, mimari ve el sanatlarında, "Ötekilerden ayrılmanın bir yolu olarak kendisini dışa vurmaktadır. İslam’a ait olduğu varsayılan her şekil ve renk, Hint, Endülüs ya da Memluk kökenli olmasına bakılmaksızın aceleyle devşirilirken, yeni İslam enternasyonali adına, tuhaf bir Esperanto (Polonyalı göz doktoru Ludwig Lejzer tarafından geliştirilen yapay dil) doğmaktadır. Sanattaki bu eklektik yönelim, panik hâlindeki arayışlar sırasında ortaya çıktığından, ölçü, uyum ve esasları açısından ciddi, fakat daha çok ironik göstergeler sunuyor.
Şu gerçeği yaşayarak gördük ki, sadece inançlı olmak yetmiyor, geçmişten gelen değerlere; en azından mimari ve el sanatlarına duyarlı olmadıkça ve daha umutlu bir yarın için bunlarla bütünleşmedikçe, zamanı ve mekânı genişletmek mümkün değildir. Dünden bugüne gelen değerleri göz önünde tutmayı, bir geri dönüş ya da bir tekrarlama olarak algılamadan, şekillerin anlam boyutlarındaki denklemleri kavramak durumundayız.
Kültür ve uygarlığın hangi şartlarda parladığı, aynı şekilde, neden çöktüğü tam ve doyurucu bir şekilde açıklanamamıştır. Ancak mutlu ve güvenli bir toplumsal hayatın ön şartı sayabileceğimiz kesin olarak bildiğimiz bir şey var: Hayatın detaylandırılması ve kurumlarda süreklilik.
İslam sanatını, toplumların ruhsal gelişimlerinin bir tarihi olarak da görebiliyorsak, bundan sonraki zamanlar için, güvenilir altyapılar ya da yol haritası olabilecek, şartları ve ayrıntıları belirlenmiş bir dünyayı yeniden oluşturabiliriz. Sanat tarihinin en geniş anlamdaki görevlerinden biri de geleceğe dönük kuşatıcı bir ufuk oluşturmaktır.
Bugünkü İslam mimarisi, ekonomik genişlemenin yarattığı zenginlikten çok, düşük beğenileri dışa vuruyorsa, bu bağlamda bir şeylerin geri gittiğini kolayca düşünebiliriz. Mermer, altın ve türlü oymalar, gerçekte bir fakirliğe delalet ediyor. Klasik dönem Osmanlı mimarisinde ilk algıladığımız şey, güçlü ve sağlam bir tasarımdır. Buna karşılık kaybettiğimiz şey açıkça belli; soylu ve yalın davranamadığımız için yapılarımızı yoğun ve mübalağalı süslemeyle dengelemeye çalışıyoruz. Çöküntünün ucuz yoldan telafi edilebileceğini sandığımız içindir ki, süslemeyi hep öne çıkarıyoruz.
Günümüz sanatçıları, hat ve tezhip çalışanlar da dâhil olmak üzere, bir dünya toplumunun üyeleri olarak çağımıza özgü endişelerden kurtulmak için eski (geleneksel) sanata büyük bir sadakatle sarılıyorlar. Türkiye, Kuveyt ya da İran’daki sanatçıların bu tür bir endişeden pay almaktan öte, çok daha anlamlı bir sanat kültürünün desteğinde, sağlam bir vizyonla yola çıkma zorunlulukları vardır. İslam ülkelerinin batısındaki bir coğrafyada ve birkaç büyük şehirde topluca yaşayan Türk sanatçıları, konumları gereği, en azından din-sanat ilişkilerinin iyice yoğunlaştığı bir çevrenin tam ortasında bulunduklarını fark etmek durumundadırlar. Kentleşme, Batılılaşma ve benzeri olgular, yok saymakla yok edilemezler. Onlar vardır ve çok yakınımızda durmaktadırlar.
Çoğu defa iyice birbirine sokularak, hem geçmiş hem de geleceğe ilişkin sorunlardan uzak durmaya çalışan çağdaş İslam sanatçıları; "sanat dışı" saydıkları konuları yapay bir sınır çizgisiyle ayırıp, çevrelerinde gelişmekte olan insanlık durumunun temel dinamiklerinden sıyrılmaya çabalıyorlar. Sevgi, hoşgörü ve barış kavramlarına eklemledikleri mahviyetkâr ve mütevazı sanatkâr kişiliğini, korkarız ki, bir kaçış eylemi uğruna kötüye kullanıyorlar. Yanlış anlaşılmasın, politik sanat başka bir şey, sanatın politik eksenini fark etmek başka bir şeydir. Paranoyak, alkolik, depresif, delişmen gözükmemek için, demode ve içeriği boşalmış bir derviş ya da çelebi kimliğine bürünerek yarının sanatını ve sanatçısını temellendirmek mümkün değildir. Hat, tezhip ve minyatür alanında karıncalar gibi çalışanlar arasında, ürettiği işlerin bugünün dünyasında nasıl bir yer tuttuğunu bütüncül bir mantıkla açıklayabilen çok azdır.
Sadece el emeği ve göz nuruna güvenen İslam sanatçısının, meslek kültürüne karşı umursamazlığı anlaşılır bir şey değildir. Gelişen, büyüyen ve yükselen değerlerin, yeni oluşan sanat çevresinde yerini alması, sanatın, gelişme hâlindeki topluma yeni seçenekler sunması gerekir. Bu böyle olursa, geleneksele "evet" diyebiliriz. Tersi hâlinde, rahatça "hayır" demek hakkına sahibiz.
Değer kaybı, yabancılaşma, kopuş, yetenek yitimi, etik-estetik erozyon, ne derseniz deyin sonuçta aynı anlama gelen zarar ziyandan kurtulabilmek mümkün müdür?
Ekonomik kurtuluşun yolu aşağı yukarı belli; söz gelişi "bol üretim-fazla ihracat" diyenler var. Sanat için böyle kestirme bir formül bulamıyoruz. Çok sayıda tiyatro açmak, eğitim programlarında sanata daha çok yer vermek, tarihî yapıları restore ederek birer kültür merkezine dönüştürmek, bu tür işler için ulusal bütçeden daha fazla pay ayırmak gibi ilk akla gelen çözüm yolları hep önerilir. Bir kısmı denenmiş olan bu tür girişimlere rağmen, alınan sonuçlar konusunda şüphelerimiz varsa, konuyu daha başka boyutlarda, belki en çok samimiyet ve ahlak boyutunda sorgulamak gerekiyor.