Makale

Nereden Geldik, Gidişimiz Nereye? Kayudan Kelürmen Kayuya Yolum?

Nereden Geldik, Gidişimiz Nereye?
Kayudan kelürmen kayuya yolum?

Vedat Ali Tok

Mutasavvıfların, gururlanmaması için, üç beş damla kan şeklinde tarif ettiği insan, Kur’an-ı Kerim’de, düşüncesi ve yaptıklarına göre kâh hayvandan daha aşağı, kâh meleklerden bile üstün bir varlık olarak tanımlanır. Demek ki yaratılış itibarıyla aslında zayıf olan insan, bir bakıma yaptıklarıyla kıymet kazanıyor, yüceliyor veya insanlık kavramını taşıyamayacak kadar zaaf göstermek suretiyle aşağıların aşağısına kadar inebiliyor.
Bir kutsi hadiste, “Ben bir gizli hazine idim. Bilinmeyi istedim ve âlemi yarattım.” buyuruluyor. Biz bundan Allah Teala’nın insana karşı bir sevgisinin, aşkının olduğunu anlayabiliriz. Şairi bilinmeyen tasavvufi bir beyitte:
“Kendi hüsnün hûblar şeklinde peydâ eyledin
Çeşm-i âşıktan dönüp sonra temâşâ eyledin”
(Ey Allah’ım) Sen, kendi güzelliğini, dünyada yarattığın güzeller ve güzellikler şeklinde ortaya koydun, sonra dönüp âşıkın gözüyle seyre koyuldun.)
deniyor. Yani Allah Teala, yarattığı her güzel şeye kendinden bir parça vermiş. Dünyada tezahür eden her güzellikte, insan-ı kâmil olan, O’ndan bir iz bulabilir. Fakat Allah Teala, birçok sıfatının cüz’ünü insana vermek suretiyle, onu diğer canlılar arasından mümtaz bir yere getirmiş ve eşref-i mahluk (yaratılmışların en şereflisi) makamına yükseltmiştir.
Fizik olarak daha güçlü ve cüsseli mahlukatı da yaratan Allah Teala, muhatap olarak insanı almış, kulluğa layık görmüş, diğer yarattıklarını da onun emrine amade etmiştir. Buna göre, yaratılmış canlı cansız her ne varsa insanın emrine ve emanetine verilmiş; emanet ise aynı zamanda insan için imtihan vesilesi kılınmıştır. Emanete ne kadar riayet edebiliyorsa o kadar kulluğa ve sevaba nail oluyor demektir insan…
Kimi çevrelerce hayattan kopuk olmakla hor ve hakir görülen Divan edebiyatında, insan her bakımdan muhterem görülmüş, onun sosyal ve ruhi problemleri dile getirilmiş, hatta bazı hikmet sahibi şair filozoflarca da mühim tavsiyelerle, insanın meselelerine çözümler sunulmuştur.
Yaratılış hikmetini iyi kavrayan bir Mevlevi şairi olan Şeyh Galip, insanı âdeta yüreğinden yakalar, tutar, sarsar, silkeler ve insanlığın ne kadar yüce bir mertebe olduğunu haykırır. Şeyh Galip, insanın eşref-i mahlukat olarak yaratıldığını, bu yüzden insanların da insanca yaşaması gerektiğini savunur. Yani insan, yaratılışındaki hikmeti kavramalı ve ona göre düşünmeli, ona göre hareket etmeli. Bir terci-i bendinde şöyle diyor:
“Ey dil ey dil niye bu rütbede pür gamsın sen
Gerçi vîrâne isen genc-i mutalsamsın sen
Secde-fermâ-yı melek zât-ı mükerremsin sen
Bildiğin gibi değil cümleden akvamsın sen
Rûhsun nefha-i Cibrîl ile tev’emsin sen
Sırr-ı Hak’sın mesel-i Îsî-i Meryemsin sen
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen”
Günümüz Türkçesiyle ifade edelim: “Ey gönül, ey gönül, neden bu kadar gamla dolusun? Yıkıksın, kırık dökük bir hâldesin hâlbuki sen tılsımlı bir hazinesin. Meleklerin secde etmeleri emredilen kadri yüceltilmiş bir varlıksın. Bildiğin gibi değil, her varlıktan daha olgun, daha ilerisin. Ruhsun Cebrail’in üfürmesiyle ikizsin. Sen Allah’ın sırrısın Meryem’in oğlu İsa gibisin. Kendine dikkatlice bir bak; sen âlemin özüsün. Sen varlıkların gözbebeği olan insansın.” Bu sözlerle Şeyh Galip insanı, yaratılışı üzerinde tefekküre teşvik etmek ister. Zira insan, kendisine meleklerin secde etmeleri emredilmiş mukaddes bir varlıktır.
Şeyh Galib’in şu mısraları, yine insanın yaratılışındaki ulviyetine işaret eder:
“Bir şu’lesi var ki şem’-i cânın
Fânûsuna sığmaz âsmânın
Bu sîne-i berk-âşiyânın
Seynâ dahi görmemiş nişânın
Efrûhte-i inayetindir”
“Can mumunun öyle bir yalımı var ki gökyüzü fanusuna bile sığmaz. Bu şimşekler yuvası olan göğsün izini Tur Dağı bile görmemiştir. Onu senin inâyetin, senin lütfun yaktı, parlattı.”
Bütün yüceliğine rağmen Yaratanı yanında çok âciz bir durumda bulunan insan, daima Allah Teala’nın huzurunda olduğunun şuurunda olmalı; gururlanmamalı, kibirlenmemeli; çünkü bu hâller insanın sıfatı olamaz. Büyüklük, azamet Allah’ın sıfatlarındandır.
Yukarıda bahsettiğimiz gibi aslı üç beş damla kandan ibaret âdemoğlunun canı da bedeni de emanettir. İnsan cismi, ruhun emaneten giydiği bir elbise gibidir ki onu diken, arzuladığı biçimde keser, biçer; ona şekil verir. Bu yüzden insanın fiziğiyle övünmesi abestir. Çünkü beden ruha giydirilmiş emanet bir elbise gibidir. O emanetin de sınırlı bir yaşama müddeti vardır ki her geçen zaman da maddi güzelliğini hırpalamakta, bozmakta… Ve sonunda o fani vücut geldiği yere geri dönecektir. Bütün bunların düşünülmesi gerekiyor. İnsan, ancak bunları düşünmekle mükelleftir. Yani “Nereden geldik, gidişimiz nereye?” sorusunu sık sık kendisine sorması gerekiyor.
“Tırnağı en yırtıcı hayvanın pençesinden,
Daha keskin eliyle, başını ensesinden,
Ayırıp o genç adam, uzansa yatağına;
Yerleştirse başını, iki diz kapağına;
Soruverse: Ben neyim ve bu hâl neyin nesi?
Yetiş, yetiş, hey sonsuz varlık muhasebesi!”
(Necip Fazıl Kısakürek)
Evet, “Ben neyim ve bu hâl neyin nesi?” İnsanın her an kendisine sorması gereken bir soru… Ruhun kendisiyle muhasebesi…
Ruh, muhasebesi ölçüsünce yücedir. Tefekkür insan yaratılışının gereğidir. İnsan, düşündükçe yücelir. Düşünmek, insanı hayvandan ayıran en önemli insani özelliklerden biridir. 15. asır şairi Necati, kelam-ı kibar bir beytinde:
“Cihânda âdem olan bî-gam olmaz
Anınçün bî-gam olan âdem olmaz”
(Dünyada insan olan gamsız olmaz. Onun için gamsız olan insan olmaz.) diyor. Yani insan her hâlükârda, fikir ve gam girdabı içinde olmalı ki insan-ı kâmil olabilsin. O zaman nereden geldiğini ve nereye gideceğini bilebilsin. Mademki Yunus’un deyimiyle “Ecel erer kurur baş tez tükenir uzun yaş / Düpdüz olur dağ u taş gök dürülür yer gider” O hâlde biz de Şeyhi’ye kulak verelim ve onunla noktalayalım sözü:
“Ömr-i bekâ diler isen ihsân yolun gözet
Çün kalır âdemîlik ü âdem gelir gider”
Ölümsüzlük istiyorsan iyilik yolunu tut; çünkü insan dünyadan gider ama iyilik, yani insanlık kalır…