Makale

Batının "İslami Terör" Söyleminde Hakikat ve İmaj Sorunu

Batının “İslami Terör” Söyleminde Hakikat ve İmaj Sorunu
Mesut Özünlü

Hakiki algı; bir şeyin ne aynısı ne de gayrısı olan bir fotoğrafı, imaj ise bu fotoğrafın negatifiyle birlikte iç ekranımıza olan yansıması gibi bir fenomeni ifade eder. Bir şeyin gerçekliği, salt hakikatle ifade edildiği zaman daha açık ve daha nettir. Bu gerçekliğin negatifi ile birlikte iç ekranımıza yansımasını tanımlayan imajda ise fluluk, karaltı, gölge, siluet, tahayyül ve belirsizlik gibi insana ait tayf farklılıklarını da içerisine alan bir izafiyet söz konusudur. Bu nedenle bir şeyin imajında aslından daha cazip bir albenilik gizlidir. Hemen her imaj, sinesinde aslına göre daha içkin, daha derin ve daha gizemli bir anlam barındırır.
Hakikat, bir şeyin aslını; imaj ise bir nevi onun gölgesini resmeder. Buradan hareketle gölgelerin değişkenliğinden imajın göreceli olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Gölgeler, her zaman asıllarının aynını yansıtmazlar. Dolayısıyla imaj, birçok bilinenin iç içe geçmesiyle gittikçe bilinmez bir hâle dönüşebilir. Zannetme ise, imaja dair algılarımızın sonunda vardığımız subjektif hükümdür. Bundan böyle zan, bünyesinde bir bilinmezlik aczi taşıdığından bilimsel değildir. Çünkü içerisinde yüzde ellişerlik oranda isabet veya yanılma payı bulundurmaktadır. Bu sebeple Kur’an bazı zanni algılarımızın doğru olmadığını vurgulamış, bilimsel bir netlik kazanmamış ham sanıların “günah/ hem dünya hem ahirette bağlayıcılığı bulunan yanlışlık” olduğunu belirtmiştir. (bk. Hucurat, 49/12.)
Şayet insanın dilinde yalan, ifadesinde mecaz, zihninde tereddüt, deyişinde abartı olmasaydı bütün tarihî ve sosyolojik gelişmeler tıpkı matematik ve kimya gibi ölçümlenebilecek; diğer bir deyişle başta söz ve davranışlarımız olmak üzere hemen her hareketimiz bizi çok daha tutarlı ve çok daha nesnel bir sonuca götürecekti. Bugün sosyal olayları veya olguları gerçeğe en yakın şekliyle kafamızda kodlayamayışımızın, kendi subjektif ve indî değerlendirmelerimiz sebebiyle hakikati olduğundan daha farklı bir imajla algılayışımızın altında yatan temel neden de bu dört unsurdur denilebilir. Ama bu dört negatif unsurun varlığı, imajın da var olmasını, dolayısıyla hayatın ve sosyal akışın çok daha renkli, akışkan, cevval bir hâl alması sonucunu doğurmuştur. Siyah beyaz bir fotoğrafın bir de zıt izdüşümlü bir negatifinin bulunması gibi, imajın varlığı da benlik içre bir benliğin, oluş içre bir olgunun derunilik koridoruna açılan kilidini oluşturmaktadır.
Hakikatle imaj genellikle birbiriyle mücadele hâlindedir. Çünkü bu ikilinin mutabık kaldığı zamanlar mutabakata varamadığı anlardan daha azdır. Hakikat tekliğin, imaj ise çokluğun temsilcisi konumundadır. Biri niteliğin diğeri niceliğin doğal tezahürüdür. Hakikat daha belirgin hâliyle somut, tek, dar, sınırlı ve berrak; imaj ise soyut, geniş, serpintili, hudutsuz ve karaltılıdır. İmajın tutarlılığı, hakikat algısının doğru olduğunu gösterir. Bu sebeple Mevlana’nın “Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol” sözü, hakikatle imaj arası uyuşmazlıklarımızın düzeltilmesi çağrısından başka bir şey değildir. Bu uyuşmazlığın nedeni bazen yanlış algı veya anlamalardan, bazen çıkar amaçlı hedef veya beklentilerden, bazen de siyasi oyunlardan kaynaklanmaktadır.
Buradan sözü, ikide bir dünya kamuoyunun gündemine sokulmaya çalışılan “İslami terör” konusuna getirmek istiyorum. Yıllar önce Arapça bir dergide Afganistan’da dinî söylemleriyle ortaya çıkan şiddet yanlısı bir örgütün dünyadaki İslam imajına büyük zararlar verdiğinden söz ediliyordu. Mahiyeti tam bilinmese de İslam adına ortaya çıkan böylesi bir oluşuma çekince koymanın ve uyarılarda bulunmanın makul ve elle tutulabilir bir yanı olabilirdi. Bir kere her nerede ve hangi şartlar dâhilinde olursa olsun, hiçbir kişi, grup veya cemaat, din adına bir tezahürle ortaya çıkarak kendi dindaşını veya insanları öldürmek gibi bir hakka ve yetkiye sahip değildir. Buna, her şeyden önce ısrarla mensubu bulunduklarını iddia ettikleri İslam dini müsaade etmemektedir. İslam; şartları oluşmuş savaşın, hukuken verilmiş bir infazın dışında bütün katledişleri haram saymış; masum bir insanı öldürmenin bütün insanları öldürmekle eş değer olduğunu belirtmiştir. (bk. Maide, 5/32.) Yakinen incelendiğinde İslam dünyasında yer yer meydana gelen bu tür yapılanmaların bazı şeklî tezahür ve retorikler dışında dinle doğrudan bir ilişkisi de yoktur aslında. Çünkü dinin imha ve tedhişe karşı tetikleyici değil, tam tersine önleyici ve teskin edici bir rolü bulunmaktadır.
Batılı bir kısım medya tarafından son on yıldır özellikle dillendirilmeye çalışılan “İslami terör” söylemi de yukarıda birer olumsuz imaj sebebi şeklinde sıralamaya çalıştığımız o dört negatif unsurun manipüle edilerek dünya kamuoyuna pazarlanmaya çalışılmasından başka bir şey olmasa gerek. Ortaya konulmaya çalışılan imajla İslam’ı terörle berabermiş gibi göstermek; akla karayı, pamukla katranı bir araya getirmek, gerçeği akla ziyan olmazlarla oldurmaya çalışmak kadar realiteden uzaktır. Amerika ve Avrupa menşeli bazı medya organlarında özellikle 11 Eylül saldırılarıyla birlikte sıkça yer almaya başlayan bu haksız söylem, bir yandan Batı’nın en çelişkili imaj sapmalarından birisini oluşturmakta, diğer yandan jeopolitik konumu itibariyle ileride kendisini tarihin tazyikine maruz bırakacak en netameli kırılganlıklardan birisini teşkil etmektedir.
İçinde bulunduğumuz şu günlerde Batı’nın içine düştüğü durum öylesine çelişkili bir hâl almıştır ki; önce kendini var eden kavramlarını, sonra da bir zamanlar insanlığa yön vermeye çalıştığı kurumlarını işlevsizleştiren bir mekanizmaya dönüşmüştür. Hatta Batı’nın; kendisini, kendi mantık kodları açısından son derece muvazaalı bir tamlama olan “İslami terör” gibi bir imaj sarmalına kaptırmış olması bile, başlı başına onun büyük çelişkilerinden birisi sayılabilir. Batı’nın gittikçe artan bu çelişkilerini kendi sağduyulu entelektüelleri de zaman zaman ifade etmektedir. Ünlü Fransız siyaset bilimcisi Maurice Duverger, Doğan Yayınları tarafından 1977 yılında yayınlanan “Batı’nın İki Yüzü” adlı kitabında bu çelişkileri yıllar öncesinden görmüş, “Artık Batı, maddi alanda elde ettiği büyük başarının yükünü taşıyamaz hâle gelmiştir. Çünkü bu başarının kaçınılmaz karşılığı insan yaşamının alabildiğine yoksullaşması olmuştur. Eşi görülmemiş bir varlık birikimi içindeki yığınların bu büyük tatminsizliği, Batı sisteminin yarınını belirleyecek olan temel çelişkidir.” şeklinde bir tespitte bulunmuştur.
Tarih, bugün Batı’yı büyük bir ray değişiminin eşiğine getirmiştir. Ya aklının akrabası olan vahyi kabul edip İslami imajını düzeltecek, ya da gittikçe kendini tüketen bir anaforun içerisinde un ufak olup gidecektir. Bu dizaynın yolu da “İslami terör” tarzı tutarsız söylemlere itibar etmekten değil, bu konuda da kılı kırk yarmasından, kendi içerisinde ödün verilemez bir ilke olarak gördüğü “Hukukun üstünlüğü” kriterini, başkaları için de bizatihi işlerlik kazandırılması gereken bir değer olduğunu kabul etmesinden geçmektedir. Üstelik Müslümanların Batı’dan, Batı’nın da Müslümanlardan faydalanacağı çok şey vardır. Bugün Batı dünyası alkolizmin, uyuşturucunun, tüketim köleliğinin ve ailevi değerler aşınımının gayyasında boğulmaktadır. Kendisini bu gayyadan çekip çıkaracak olan yegâne can simidi de İslam’dır. Durum bu iken Batı, “İslami terör” söylemiyle hem mantıken hatalı bir algıda ısrar etmeye, hem farkında olmadan halklarını uyutmaya devam etmektedir. Dahası, hem kendi sağduyu sahibi insanlarının hem yeryüzü insanlığının vicdanında gittikçe mahkûm olmaktadır.
Batı’nın İslam ile terörü bir kefeye koyması; “Trafik kazalarının nedeni trafik kurallarıdır, bütün haksızlıkların nedeni hukuk kitaplarıdır, bütün cinayetlerin nedeni emniyet güçleridir” demek gibi haksız, sığ ve indirgemeci bir suçlamayı da beraberinde getirmektedir. O Batı ki; Cezayir’de, Filistin’de, Bosna’da, Arakan’da yapılan katliam ve kıyımlara göz yummuş; yüz binlerce masum Müslüman öldürülürken kılını dahi kıpırdatmamıştır. Sadece iş işten geçtikten, Arapların deyimiyle “Basra harap olduktan sonra” cılız sesle dile getirilen birkaç kınamanın veya el ucuyla yapılan göstermelik birkaç girişimin dışında bir şey yapmamıştır. Hatta deyim yerinde ise bütün bu olup bitenleri bir tiyatro imiş gibi izlemeyi tercih etmiştir. Ancak aynı Batı, 11 Eylül benzeri bir dizi terör ve bombalama eylemini bahane ederek “İslami terör” gibi haksız bir söylemle İslam’ı ve Müslümanları rencide etmekten çekinmemiştir.
Kısacası Batı’nın çelişkileri gün geçtikçe artmaktadır. Şu anki hâliyle Batı’nın durumu, Ziya Paşa’nın deyimiyle “Onlar ki verir lâf ile dünyaya nizamat (düzen), bin türlü teseyyüp (ihmal ve düzensizlik) bulunur hânelerinde” derekesine düşmüştür. Bütün bu yan çizişlerin ardından Batı, “İslami terör” dedikçe İslam’ın imajını değil, tam aksine kendi geleceğini karartmaktadır. İslam’dan korkan ve onu bir umacıymış gibi göstermeye çalışanlar müsterih olsunlar; İslam yeryüzü coğrafyasının emniyet kemeridir. Onu, imajını tersyüz edip bir yılan gibi göstermeye çalışmak kimseye bir fayda getirmeyecektir.