Makale

İmaj, Tasavvur ve Hakikat Üzerine

İmaj, Tasavvur ve Hakikat Üzerine

Doç. Dr. Ali Ulvi Mehmedoğlu
M.Ü. İlahiyat Fak.

Sosyal bilimler alanında araştırma ve incelemeler yapan bilim insanlarının önemli bir kısmı, yaşadığımız çağın bir “imaj çağı” olduğunu, dünyanın da buna bağlı olarak ‘imajlar dünyası’na dönüştüğünü dile getiriyorlar. Bu genel yargı, sadece bizim dışımızdaki modern dünya için söz konusu değil, zira hız ve enformasyon bombardımanına maruz kalan bütün diğer insanların da anında bundan nasibini aldığı ve bu çağa ve bu dünyaya vakit yitirmeden uyum sağlamaya çalıştığı gözleniyor. Hatta imaj kavramı o kadar sık telaffuz ediliyor ki, sadece insanlar söz konusu olduğunda değil, örgüt, kurum, kuruluş, teşkilat, medya, kültür, sanat, toplum, devlet ve hatta dinler için bile kullanılabiliyor.
O hâlde nedir bu imaj? Günlük hayatımızın hemen her alanına girmiş olan bu kelime, sözlük anlamı itibariyle “resim, tasvir, imge, görüntü, görünüm, şekil, suret, fikir, benzetme, izlenim, yansıtma, bir kimse veya bir şey hakkında toplumun kanaati” gibi anlamlara gelmektedir. İmaj kavramı, bu çoklu anlam örgüsü içerisinde, farklı insanlar ve farklı alanlar için değişik manalar ifade etmektedir.
İmaj kavramını, ifade ve işaret ettiği şeyi olumlu ve önemli bulanlar olduğu gibi; yapay, sahte, hakikatten uzak kısacası olumsuz bulanlar da mevcuttur. Ancak gerçekte imajlar birtakım bilgi ve tecrübelerin taşıyıcısıdırlar; sahip olduğumuz bilgi ve deneyimlerin büyük kısmı imajlar vasıtasıyla oluşur. Kendi kişisel imajımız da başkalarının bizim hakkımızda şöyle ya da böyle, az ya da çok bilgi edinmesine, taraflı veya tarafsız, olumlu ya da olumsuz birtakım fikir ve yargılar geliştirmesine kaynaklık teşkil eder. Cemiyet içerisinde yaşayan bireyler olarak hepimiz, ister istemez birlikte yaşadığımız diğer insanların imajlarından etkilenir veya imajımızla onlara etkide bulunuruz.
Düşünce geleneğimizde, Batı dillerindeki imaj kelimesine karşılık olarak temsil ya da tasavvur kullanılmaktadır. Bilincinde olduğunun bilincinde olan yegâne varlık olarak insanın düşünce kabiliyetinin bir aleti olarak temsil veya tasavvur, psikolojik bir kavram olarak “Ruhi/manevi güçlerimiz ya da duyularımız vasıtasıyla zihinlerimizde önceden oluşan herhangi bir nesnenin, olayın, fiilin ya da bir kavramın kendi istek ve irademizle yeniden şekillenmesi, canlanması, anlam kazanması veya hatırlanması” şeklinde tanımlanmaktadır. Bu tanımın açıkça gösterdiği üzere insan, diğer yeteneklerinin yanı sıra tasavvur eden bir varlıktır. Bunun için gerekli ve uygun donanımlara sahiptir. Ruhu, aklı, zihni ve kalbi vardır. Düşünür, hatırlar, anlar, hisseder, inanır ve davranışta bulunur.
İnsan; evvela kendini ve hayatı inşa etmek, onları anlamlandırmak ve ilişkilendirmek; daha sonra başta kendisi olmak üzere yakın ve uzak çevresiyle, bütün bir insanlıkla, tabiatla ve kendini aşan, kendi ötesindeki bir güçle, Mutlak Hakikat ile ilişki kurmak, bu âlemde yalnız olmadığının ve başıboş bırakılmadığının farkına varmak ve nihayetinde biyolojik, psikolojik, sosyolojik ve dinî esasların gereği olarak tasavvur etmek zorundadır da. Yani her birimiz, hayatımızı sürdürebilmek, anlamlandırabilmek, ilişki kurabilmek, bağlanmak ve inanmak için tasavvur etmeye mecburuz. İnsanın tasavvur kapasitesi, onu biyolojik bir makine, sırf bir algı kutusu olmaktan çıkarmış, tarih yapan, kültür ve medeniyet kuran bir varlık hâline getirmiştir. Din de bu kapasiteyi genişletmiş ve ona bir yörünge sağlamıştır.
Düşünce geleneğimizin tasavvur kavramına yüklediği bu geniş ve zengin anlam tayfına karşılık, bugün geldiğimiz noktada imaj kelimesinin anlam ufkumuzda işgal ettiği yerin ne kadar sığ ve ne kadar kısır kaldığı ortadadır. Zira imaj dendiğinde zihnimizde oluşan “imaj”, daha ziyade birtakım görsel çağrışımlardan, reklamlardan, dış görünüşlerden, bazı sloganlardan ve klişe laflardan ibaret kalmaktadır. Bu durum da kimi düşünürlerin, imajı, “hakikatin ‘yaklaşık ve kısmi’ bilgisi veya sunumu” şeklindeki tanımlamalarında bir haklılık payı bulunduğuna işaret etmektedir. Yukarıda ifade ettiğimiz üzere, imaj kavramına daha olumsuz yaklaşanlar ise, bir tarafa imajı diğer tarafa da hakikati koyacak kadar ileri gitmektedirler.
Bununla birlikte imaj/tasavvur, çeşitli vasıtalarla, ilişkilerle, kültürle, farklı fikir ve yargılarla, inanç ve din ile edinilen bilgi ve deneyimlerin yeniden değerlendirilmesi ise, bu durumda imajın ilk bakışta hakikat ile karşılıklı birer taraf olarak yorumlanmasında çelişkili bir durum var gibi gözükmektedir. O zaman ya bütün bu saydıklarımızda bir yanlışlık var ya da hakikatten ne anladığımız pek açık değil. Hâlbuki sık sık başvurduğumuz düşünce geleneğimiz, insanın fıtri/deruni kapasitesi olarak bir Hak ve hakikat imajından/tasavvurundan bahseder. Hatta bu bağlamda bazı müfessir ve mutasavvıflar; Kur’an-ı Kerim’in, ilk insanın, yani Hz. Âdem’in, aynı zamanda ilk peygamber olması ve bütün isimlerin ona öğretilmesi (Bakara, 2/30–37.) ve Allah Teala’nın Âdemoğullarını kendisinin onların Rabbi olduğu konusunda şahit tutması (Araf, 7/172.) şeklindeki beyanlarını, insanın başlangıçtan itibaren bir Mutlak Hakikat fikri ve tasavvuruna sahip olduğu şeklinde değerlendirirler.
İnsanın kendi hakikatine uygun, kendine mahsus tasavvurları seçebilmesi, yine kendine özgü hakikat kaynağı ile bağlantılı olması ile ilişkilidir. Zira hakikatin kaynakları ile kurulan anlama dayalı ilişkiler, doğrudan onunla irtibatlı, bizi biz yapan ilişkilerdir. Bu anlamıyla hakikat, hem bir anlam kaynağı hem de varlığın kendisi ile bağın kurulmasını sağlayan, ilişkiler yoluyla kendisinde var olunan bir durum, bir hâl ve eylemler manzumesidir. Bu noktada, hakikat kendisini bize, oluşturulan ve bizi kendi hakikatimizden uzaklaştıran imajlar yerine, kendi gerçeğimizle birlikte olmakta olan ve sürekli dönüşen tasavvurlar yoluyla açar. Görüldüğü üzere hakikatimiz ve tasavvurlarımız da sürekli birbirini dönüştüren ara mekânlar ve zamanlardır.
Tasavvur ile hakikat arasındaki ilişki, ne bütünüyle birbirinden bağımsızdır ve ne de bütünüyle birbirine mutabık olarak gözlemlenebilecek türdendir. Tasavvur ya da bazen tahayyüller olarak imajlarımız, hakikatin gerçekliğinden beslenerek, hakikatle zihin dünyamız arasında âdeta bir ara mekân gibi dururlar. Tasavvurlarımız bu aradaki hâlleriyle bir yandan kendilerini inşa eden, bir yandan da gerçekliği dönüştüren ve birikerek çoğalan kavrayışlardır.
O hâlde insanın, hakikat konusunda anlama ulaşabilmesi için bir kaynağa duyduğu ihtiyaçtan ve dahası bu kaynağın nihayetsiz imkânlarıyla kendi sınırlı imkânlarını zenginleştirmesinden söz etmeliyiz. Bu da ancak insanın sınırlı/mukayyet aklının ötesindeki sınırsız/mutlak bir varlığı kabul etmesi, ona inanması, ona bağlanması, yani hakikatle yüzleşmesi ve ona göre sürekli yenilenmesi ile mümkündür. Şayet bu gerçekleşmezse, yani insan bilgi ve inançlarını küllî, kadim, âlemşümul değerlere yönelerek kesintisiz olarak kendisi için yenilemezse, bu durumda başka kaynakların devreye girmesini beklemek kaçınılmaz olmaktadır. Aynı zamanda imajların ve imaj-yapıcıların anlam kaynaklarımızla benliklerimiz arasına girerek bizi hakikatlerimize yabancılaştırmaları da zor olmayacaktır. Bugün geldiğimiz noktada imajın çoğumuz için böylesi olumsuz bir anlam taşıması, her halükârda “olduğumuz gibi görünmek”ten dem vurulması, “hâletiruhiyemizin bozulduğu”ndan bahsedilmesi ve sık sık “kendini bilme”nin ulvi bir erdem olduğunun hatırlatılması da, gerçekte bu öteki belirleyicilerin geçmişe nazaran bugün daha fazla devrede olması yüzündendir.