Makale

Din Adamları da Dünyevileşirse...

Din Adamları da Dünyevileşirse...

Prof. Dr. İbrahim Hilmi Karslı
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi


“Onlara, kendisine ayetlerimiz hakkında ilim nasip ettiğimiz kimsenin de kıssasını anlat: Evet, o adam bu ilme rağmen o ayetlerin çerçevesinden sıyrıldı, şeytan da onu peşine taktı, derken azgınlardan biri olup çıktı. Eğer dileseydik, onu o ayetler sayesinde yüksek bir mertebeye çıkarırdık, lakin o, dünyaya saplandı ve nefsinin esiri oldu.
(Araf, 7/175-176.)
Kur’an, ilk sayfalarından itibaren Yahudilik tarihine önemli bir yer verir. Muhtemelen bu tertibin hikmetlerinden biri şudur: Yahudiler, bilindiği gibi kendilerine vahiy gelen bir topluluktu. Ancak onlar, ilahî emirlere gereken sadakati göstermediler; günaha ve isyana daldılar. Müslümanların da, onlara benzer dinî bir yozlaşma yaşamaları muhtemeldir. İşte bu sebeple daha ilk cüzden itibaren Müslümanlar, bu tür sapmalar konusunda uyarılırlar. Bu anlamda Yahudi tarihi, bizim için âdeta bir ibret sahnesidir.
Gerçekten de bugün Müslümanların gidişatına baktığımızda, müşriklerden ziyade tarihsel Yahudiliğin bulaştığı birçok sapmaya benzer bir durumla karşı karşıya olduğumuzu görürüz. İlahî kelam konusundaki cehalet (Bakara, 2/78.), dünya malına olan aşırı bağlılık, haram mal yemek (Nisa, 4/161.), hizip çatışmaları (Bakara, 2/84-85.), din konusundaki samimiyetsizlik (Bakara, 2/44.), kalplerin katılaşması (Bakara, 2/74), bunlardan sadece bazılarıdır. Eğer biz bunları anlamadan Kur’an’ı okumaya devam edersek veya bunlardan gereken dersi çıkarmazsak, aynı hataları bizim de tekrarlamamız mukadderdir. Ne yazık ki, bugün böyle bir durumu yaşamıyor muyuz?
Kur’an’ın tespitleriyle Yahudiler, bir taraftan cennet mükâfatının yalnızca kendilerine ait olduğunu iddia eder; diğer taraftan da köşe bucak ölümden kaçarlar. (Bakara, 2/94; Cuma, 62/8.) Anlaşılan o ki, bu çelişkilerinin arkasında yatan esas sebep, dünyaya karşı olan düşkünlükleridir. Hatta onlar, ahireti inkâr eden müşriklerden daha aşırı bir şekilde dünya hayatına bağlıdırlar. (Bakara, 2/96.) Peki, bugün Müslümanların büyük bir kısmı, ahireti unutup ebedî yaşayacakmışçasına bir dünyevileşme hastalığına yakalanmadı mı?
Kur’an, Yahudilikte din adamlarının da bu dünyevileşme girdabına kapıldıkları uyarısını yapar bizlere. Manevi değerleri öncelemesi gereken bu kimseler de dünya metaının peşine düşüyor; şahsi çıkarı esas alıyorlardı. Dolayısıyla fayda sağladığı müddetçe bir faaliyetle ilgileniyor; ancak zararlarına dokunduğu takdirde ona karşı mücadele bayrağını açıyorlardı. Çünkü amaçları hak ve adalet ilkelerinin yücelmesi değil, şahsi menfaat ve hesaplarının gerçekleşmesiydi. Böylece hak ve hakikat uğrunda birbirine kenetlenmesi gereken insanlar, kişisel kapris ve heveslerin oyuncağı hâline gelmişlerdi.
Kur’an, onların bu hâlini şöyle tasvir eder: “Onlardan sonra bir nesil geldi ki bunlar kitaba (Tevrat’a) vâris oldular; şu basit dünyanın geçici menfaatini esas alıp "Nasılsa affa nail oluruz!" düşüncesiyle hareket ettiler. Kendilerine, ona benzer bir menfaat daha gelse onu da kapışırlardı.” (Araf, 7/169.)
Araf suresinin 175 ve 176. ayetlerinde de, ilim sahibi bu kimselerin sonralarının ne hâle geldikleri etkileyici bir dille şöyle anlatılır: “Onlara, kendisine ayetlerimiz hakkında ilim nasip ettiğimiz kimsenin de kıssasını anlat: Evet, o adam bu ilme rağmen o ayetlerin çerçevesinden sıyrıldı, şeytan da onu peşine taktı, derken azgınlardan biri olup çıktı. Eğer dileseydik, onu o ayetler sayesinde yüksek bir mertebeye çıkarırdık, lakin o, dünyaya saplandı ve nefsinin esiri oldu.”
Dünyevileşme hastalığından, din adamları da nasibini almıştı. Çünkü hastalık Yahudi toplumunun bünyesini sarmıştı. Bütün mesele mal-mülk, servet-şöhret sahibi olmak, nüfuz alanını genişletmekti. Böylece dünyanın şatafatı din adamlarının da hayallerini süsler olmuştu; hayatın çekiciliği onları da büyülemişti. Onlar da, dünyanın zevk ve sefasını sürmenin, hayatın tadını çıkarmanın cazibesine kapılmışlardı. Makam sevdası, insanlar tarafından gereğinden fazla övülmek onları da sarhoş etmişti. İkiyüzlülük ve gösteriş, âdeta karakterleri hâline gelmişti.
Aslında yücelmenin ve yükselmenin yolu, Allah (c.c.)’ın gönderdiği ayetlerin yaşanmasında idi. Ancak din adamları bunu yanlış yerlerde aradılar, izzet ve onurun dünya mal ve metaında olduğunu zannettiler. Onun peşine düştüler. Yüce Yaratıcı’nın kendilerine açmış olduğu ilim ve irfan yolunun kıymetini bilemediler. Bu yolun, kendilerini gerçek saadete götüreceğini idrak edemediler. Dünya menfaatini tercih edip Allah (c.c.)’ın hoşnutluğunu göz ardı ettiler.
Üstelik din adamları, affedilmez bir cürüm daha işliyorlardı. O da, işgal ettikleri kutsal makam ve mevkileri, kendi kaprislerini tatmin etmek için kullanmaları idi. Zaten şöhret, servet sevdasına kapılanlardan başka ne beklenebilirdi ki? Kutsal ve yüce değerler de, basamak olarak kullanılamaz mıydı?
Peygamberlerin, Yahudi din adamlarına yönelttiği acı eleştiriler meşhurdur. Onların ne denli dünya zevk ve sefasına kapıldıklarını anlatan şu ifadeler, bu açıdan dikkat çekicidir: “Kudüs’te sere serpe yaşayanlara vay, vay o fildişi yataklar üzerinde yatanlara, sürüden kuzular ve ahırdan buzağılar alıp yiyenlere, santur sesiyle boş türküler söyleyenlere ve Davud imiş gibi kendileri için müzik aletleri icat edenlere. Taslarla şarap içip güzel koku sürünenlere vay…” (Amos, 6/4-6.) Bu ifadeler, din adamlarının nasıl da esas davalarını bir tarafa bıraktıklarını, nefsani heves ve arzularının peşine nasıl da düştüklerini gayet güzel tasvir etmektedir.
Onların amacı, insanları tevhit, barış, adalet ve güzelliğe taşımak değildi. Dolayısıyla “Yüce değerlere sahip çıkmak” temenniden, kuru laftan öteye geçmiyordu. Bunlar, sadece sohbetlerin, konuşmaların dolgu maddesi idi. Gerçekte kimsenin heyecanı ve harekete geçecek mecali dahi kalmamıştı. Herkes, bir başkasının ayağa kalkmasını beklemekteydi. Çünkü dinin yaşanması ve yaşatılması uğrundaki şevk ve arzu neredeyse tükenmişti. Dolayısıyla dini insanlara tebliğ etme, maddi ve manevi çıkarlar kadar onları ilgilendirmiyordu. Nitekim onların bu durumu Kur’an’da şu şekilde dile getirilir: “Rabbanîlerin ve hahamların, insanları günah söz söylemek ve haram yemekten sakındırmaları gerekmez miydi? Yaptıkları şey ne kötüdür?” (Maide, 5/63.)
Yine Hz. İsa’nın şu ifadeleri, onların dıştan gösterişli, konuştuğunda dinlenen ancak içten tam bir manevi tükeniş içerisinde olduklarının etkileyici bir tasviridir: "Vay hâlinize ey din bilginleri ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Siz dıştan güzel görünen, ama içi ölü kemikleri ve her türlü pislikle dolu badanalı mezarlara benzersiniz. Dıştan insanlara doğru görünürsünüz, ama içte iki yüzlülük ve kötülükle dolusunuz.” (Matta, 23/27-28).
Sonuçta onların dünyaya olan tamahları, duygu ve duyarlılıklarını köreltmiş, ruhi ve ahlaki zenginliklerini felce uğratmıştı. Nitekim bir başka ayet vesilesiyle, onların bilgili olduklarından, ancak bu bilgiden manevi ve ahlaki hayatlarında istifade edemediklerinden söz edilir. (Cuma, 62/5.)