Makale

Kendini Bilme ve Sanat

Kendini Bilme ve Sanat

Dr. Kevser Çelik
SDÜ Fen-Edebiyat Fakültesi

Kendini bilmek adına hayatını kurban eden büyük bilge Sokrates, “bilgelik, kendini bilmektir”; kendini bilmek adına yollara düşen Türk düşünür Yunus Emre, “…İlim, kendini bilmektir…”; kendini bilmede rehber kabul ettiğimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) “Nefsini bilen, Rabbini bilir.” der. Rehberimiz Kur’an ise, “Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da kendilerine kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın…” (Haşr, 59/19.) diye buyurur. Felsefenin ve tasavvufun temel prensibi olan kendini bilmek, aslında insanın kendini arama, kendini keşfetme serüvenidir. Kendini bilme serüveninde insanın kendini bulması ve kendini inşâ etmesi bir bütün olarak gerçekleşmektedir. Dolayısıyla insanın kendini inşa etmesinde tüm tecrübeleri etkindir. İnsan bilimde doğruyu, dinde ölümsüz Hakikat’i, sanatta ise güzeli arar. İnsanın aradığı tüm bu unsurlar aslında (ideal) insanı, İslam’ın diliyle ifade edecek olursak Allah’ın yeryüzündeki halifesini varlığa getiren unsurlardır.
İnsanda var olan estetik duyguyu görünür kılan sanat, toplumları dönüştürücü gücüyle medeni toplumu, insanları dönüştürücü gücüyle kültürlü, medeni insanı inşa eder. Buna göre sanat, toplumda ve toplumun üyesi olan insanda ‘kendini sevme ve kendine saygı duyma’ ve zarafet duygusunu geliştirir. Sanat da ancak bu duyguların geliştiği bir ruhun eseridir.
“Yaratanların en güzeli” (Mu’minun, 23/14.) Allah, “en güzel biçimde yarattığı” (Tin, 95/4.) insanı, güzelden ve güzellikten zevk alacak şekilde estetik duyguyla donatmıştır. Ancak bu duygunun gerçekliğe dönüşmesi, ortaya çıkması insanın kendini bilmesiyle mümkündür. Aksi takdirde güzel dediğimiz şey, sanat olarak kabul ettiğimiz şey, estetik zevk dediğimiz şey bir anlamda eğlenceyle eşitlenecektir. Kendini bilmemenin sonucunda “karakterin gevşediği ve eridiği yerde ilim hoşa gitmeye, sanat ise eğlendirmeye gayret eder. Filozoflar ve sanatçılar asırlardan beri hakikati ve güzelliği, insanlığın derinliklerinde aramakla meşgul görünüyorlar.” (Schiller, Estetik Üzerine, Türkçesi: Melahat Özgü, İstanbul: Kaknüs Yayınları 1999, s. 36.) O hâlde “kendinin olan şeyleri (ya da kendini) bilmeyen kimse başkalarına ait olan şeyleri (sanatı) de bilemez.” (Michel Foucault, Huck Gutman ve Patrick H. Hutton, Kendini Bilmek, Türkçesi: Gül Çağalı Güven, İstanbul: Om Yayınları, 1999, s. 20.)
Sanatçı, duygu ve düşünceleriyle diğer bir ifadeyle ben’iyle eserini ortaya koyarken tecrübe dünyasına yenilerini ekleyerek zenginleştirirken; sanatın alıcısı ise bu tecrübeyle bağ kurarak tecrübe dünyasında yenilerini var ederek zenginleştirir. Sanatla zenginleşen bu tecrübe, kendini bilme ve kendini yapma sürecinde insanın varlık değerine, Gerçek Varlık’a daha da yaklaşma şeklinde anlam kazandırır. Böyle bir yaşam felsefesini tüm içtenliğiyle benimseyen insan, kendine ve çevresine farklı bir gözle bakmayı bir eyleme dönüştürür, kişi olma ve kişiliğini geliştirme fırsatını bulur. Kendi dünyasında ve yaşantısında sanata, estetik duygulara kucak açan insan, duyan, düşünen ve üreten bir yapıya bürünür. Bu yapısıyla insan, estetik duygusunu bir hayat tarzına dönüştürür. Aynı zamanda kendini ve çevresini daha iyi ve daha güzele doğru geliştirme isteğini canlandırır. İnanan insan kendini sanatla görünür kılar. Öyleyse, “sanat ve güzelliği tanımak, insanı tanımak.” (Ali Şeriati, Sanat, Tercüme: Ejder Okumuş, Sait Okumuş, Şamil Öçal, Ankara: Fecr Yayınları 2008, s. 21.) demektir. Kendini bulan güzel insan ya da güzel ruh, düşüncesiyle, bakışıyla, konuşmasıyla, eylemiyle güzelliğini sergileyebilir.
İnanan insan hür bir şahıs olduğu için kendisinde bir dünya yaratmalı ve kendisinde bir dünya bulunduğu için bir şahıs olmalıdır. Bilinçli olarak güzellik arayışındaki sanatta da insan sınırlı bilinciyle tabiatın sınırsız doğurganlığını kendisi gibi benimseyerek (A. N. Whitehead, Adventures of Ideas, New York: The Free Press, 1967, s. 272.) kendini bulma ve inşa etme teşebbüsü sergiler. Kendinde var olan medeni güzellik ve incelikleri ortaya çıkararak medeniyetler kurar.
“Din ve irfanın kucağında doğmuş, bu iki memeden süt emmiş” (Şeriati, a.g.e., s. 104.) olan “sanat eseri, görünmeyenden (Allah’tan) gelen bir mesajdır.” (Whitehead, Adventures of Ideas, s. 271.) “Görünmeyen’den gelen mesaj” olduğu için “sanatın kaynağı, (insandaki) yeniden-yaratma arzusunda mevcuttur. (Bu yeniden-yaratma arzusundan dolayı) tekrarın bazı biçimlerinde, hem kendimizin hem de atalarımızın duygusal hayatını yeniden yaşamak için kişisel eylem ya da kavrayışlarımızla geçmiş ve geleceği dramatize etme ihtiyacı duyarız. … Bu yüzden sanatın kaynağı, oyun, dinî ritüeller, kabile seremonileri, dans, mağara resimleri, şiir, edebiyat, düzyazı ve müzikten ortaya çıkan törensel gelişmelerdedir.” (Whitehead, Adventures of Ideas, s 271.) “İnsanlık ritüellerle sanatkâr olmuştur.” (A. N. Whitehead, Religion in the Making, New York: Fordham University Press 1996, s. 21.) derken, ibadetleri, kendini bilme sürecinde insanın kendini inşa etmesi olarak anlıyoruz. Namaz, ‘güzeli arayan insan ile en güzelin buluşması’ olarak anlaşılmalıdır. “Yaptığı işin iyi ve güzel olmasından Allah’ın hoşnut olacağı”nı uman mümin, hem ibadetinde hem de ibadetini yapacağı mekânda estetik duyguyu yaşar. Bunun en canlı örnekleri, güzellik ve zarafetiyle görenlerin gözünde ve gönlünde estetik zevk uyandıran ve yaşatan Süleymaniye’dir, Sultanahmet’tir.
Söz konusu ritüeller/ibadetler, hayatın zorunlulukları ve zorlukları arasında bir ışık gibi ruhumuzda uyanan bir tecrübeyi yeniden üretir ve inananın sanat adına sergilemek istediği çabayı kutsal olana dönüştürür. Buna göre bir anlamda duygu derinliğinin ya da insanlığın derinliğinin çözülmesi olan sanat eseri, herkesin görünür kılabileceği bir tecrübe değildir. Güzel sözün sahibi, güzel ruhlu insandır. Ruhtaki güzelliklerin kelimelerle varlığa büründüğü “…güzel bir söz, kökü sağlam, dalları göğe yükselen bir ağaç gibidir.” (İbrahim, 14/24.) Her güzel de, sadece güzelliği anlayanlar için sevimlidir (İmam Gazali, İhyau ‘Ulûmi’d-dîn, Tercüme: Ahmed Serdaroğlu, İstanbul: Bedir Yayınevi 1975, s. 697.)
Gizemi özgürlüğünden kaynaklanan sanatın varlık kazanması, öncelikle insanın inancında yaşadığı canlılığın özgürce kanatlanmasıyla mümkündür. İnsan bu yolla bütün yeteneklerini gerçekleştirme ve geliştirme fırsatı yakalar.
Sanatın yüceliği ve kutsallığı, insanın kendini bilmesinde ve ‘insanın insan olması’nda ortaya çıkar.