Makale

Aşk, Ölüm ve Hayat

Mehmet Erdoğan

Aşk
Ölüm ve Hayat

"Fikri ve duyguyu canlı bir şey gibi yaşamayı bilmiyoruz." Ahmet Hamdi Tan- pınar "Huzurda, roman kahramanlarından birine böyle söyletir. Duygu ve düşünceleri canlı bir şey gibi yaşamak sanatçı için mükemmel bir tecrübe kaynağıdır. Sanat eserini çağlardan çağlara taşıyan ve her çağda ayrı bir zevkle okunmasını sağlayan işte bu husustur. Sanatçı sıradan bir gözlemci değildir; bir tecrübe mimarıdır o. Yöntemi ise yeteneğinde gizlidir. Yeteneği sayesinde diğer insanlardan ayrılır. Meselâ "Aşk, hayatın içimizde gülümseyen yüzüdür." veya "Sevdiğin adamın düşüncesini paylaşmak, onunla yol arkadaşlığı yapmak aşkın başka bir nev’idir." diyebilmek için elbette bu duyguları yaşamış olmak gerekir. Çünkü bu ifadeler, ancak sanatçının öznelliğiyle gerçekliğe kavuşabilecek türden bir ifadedir. (Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur, Dergâh Yayınları, 1986)
Abdülhak Şinasi Hisar da "Fahim Bey ve Biz"de, romanın sonuna doğru anlatıcı üzerinden başkahramanın ölüm karşısında yaşadığı iç gerilimi şöyle anlatır: "Evet, bir gün olur insan, gençken ruhunda parlayan bütün yıldızların birer birer söndüğünü görür. Ruhumuzu içtiğimiz su ve yediğimiz ekmek gibi besleyen emeller ve ümitlerimiz birer birer bizi terk eder. Fakat bir gün olur hayatımızdan kutsî bildiğimiz bu göklerimizi, bu yıldızlarımızı, bu hülyalarımızı zayi etmiş olduğumuza bile lâkayt kalırız. Bir gün olur tılsımı bozulmuş gibi bütün dünyamızın benzi solar. Gönlümüzde bir şafak aydınlığı kararır, karanlığa döner, insan kendinin bütün kâinat içinde yalnızlığını duyar ve garipser, vücudumuzda haz almak imkânı kalmaz, ümitten aç, aşktan susuz, hülyadan havasız kalır, sonuncu yalnızlığımıza ve çaresizliğimize düştüğümüzü duyarız. Artık bütün hayat boyunca beklediğimiz nimeti istemek bile bize tahammül edilmez bir külfet olur. Bir köşede hâlâ bizi bekler gibi duran babadan kalma ihtiyar evlerimiz, mucize kabilinden ayakta duruşları bize ebediyete kadar sağlam birer mabet gibi görünen kutsî itikatlarımız, unutmayı canımızla ödemeye razı olduğumuz nedametlerimiz, nefesleri kemiklerimize kadar işleyen yakın ve uzak sevgililerimiz, toprağın içinde çürüdükleri hâlde ancak biraz hafızamızda yaşadıkları için hâlâ yarın ahirette bulacağımızı umduğumuz ölülerimiz ve ruhumuzun teneffüs ettiği hava gibi duyduğumuz hatıralarımız, bütün bu sağlı sollu, geceli gündüzlü sıyanet meleklerimiz, bir gün olur hepsi ve her şey dermansız ruhumuzun kararan güneşiyle birlikte eriyerek, sönerek ve dermansız vücudumuzun kanı gibi dökülerek, gözlerimizden düşerek, yerlere düşerek, bir gün olur hepsi ve her şey isimsiz bir çöküntü ve silinti içinde ezilir, birleşir, kararır ve biz artık bunları birbirinden ayıramayız. Biz artık ruhumuzun bin bir his, endişe, sual ve hayalini unutarak, tam bir kayıtsızlığa düşer, ne umduğumuzu, ne olduğumuzu ve ne aramış ve ne yapmış olduğumuzu kendimiz bile hatırlayamaz ve bilemeyiz!" (Abdülhak şinasi Hisar, Fahim Bey ve Biz, Varlık Yayınları, 1966)
Fahim Beyin, ömrünün son demlerinde böyle bir duyguya kapılmasını anlamak zor olmasa gerektir. Her insan, belli bir yaştan sonra zaman zaman böyle duygulara kapılabilir. Esasında ölüm duygusu, hayatın belli dönemeçlerinde sarsıcı bir şekilde yoklar insanı. Bazen de insan, yakınlarından veya sevdiklerinden birinin ölümü karşısında aynı durumu yaşar. Böy- lece yapıp ettiklerini veya yapmayı tasarladıklarını muhasebe etme imkânı bulur. Bu sebeple ölüm duygusu, tüketen değil üreten ve çoğaltan bir duygu olarak insanın önüne çıkar. Hayata dair yeni zenginliklere kapı açar. Ölüme yoğunlaşan insan, geleceğin ve ölümsüzlüğün sınırlarını zorlar. Çocukluk ve aşk duygusu da böyledir. Bu duygular sayesinde nice umutsuzluklar umuda, geçmiş de geleceğe bağlanır. Tabiî çocukluk, aşk ve ölüm duygularına sadece nostaljik bir edayla yönelmek yanıltıcıdır. Çünkü nostaljik zemin yaratıcı duygulan beslemez; çoğu zaman bir avuntu ve sığınak yeri olur.
Ölüm duygusu geçmişi yeniden yaşamamızı sağlar. Doğduğumuz günden bugüne gelinceye kadar neler görüp geçirdik neler! Bunları düşününce, insanın hayrete düşmemesi mümkün müdür? ilk çocukluk günlerimiz, okula başladığımız ilk gün, ilk aşkımız, ilk kavgamız, işe başladığımız ilk gün ve daha bilmem hangi ilkler! Umutlar, umutsuzluklar, rüyalar, hayaller, korkular ve en çok da keşkeler! Bir ömür bunlar arasında sürüklenip durmuşuz. Bugünden geriye dönüp baktığımızda ne çok şey değişmiş; sanki değişimin sihirli eli geriye dokunmadık bir şey bırakmamış! Bunları düşünmek bile ürkütücü değil midir? Yıllar sonra hatıraların geçtiği mekânlar, eski dostlar, tanıdık yüzler, hatta eski eşyalarımız biraz yabancı gelmez mi bize? Zaman bizden mi, yoksa onlardan mı bir şeyler alıp götürmüştür. Zamanın aldıklarını kim geri verebilir, bilinmez!
Tanpınar yine "Huzur"da, roman kahramanlarının psikolojisini çözümlerken, geçmişten kalkıp bugünü ve yarınları umutsuz gören insanlara ilginç bir uyarıda bulunuyor. Önce diyor; "Her şey değişebilir, hatta kendi irademizle değiştiririz. Değişmeyecek olan, hayata şekil veren, ona bizim damgamızı basan şeylerdir." İlerleyen sayfalarda da şunları söylüyor:
"İnsanlık fena bir ihtimali bir kere kendisine ufuk bilmesin; bir kere uçurumu görmesin. Bir daha ondan geriye dönemez.
Onu giyinir. Kıymetli bir şeyiniz, iyi bir yazma, güzel bir gramofon, bir Acem halınız var mı, sakın onu satmayı bir imkân gibi düşünmeyin, evliyseniz karınızı boşamayı, seviyorsanız sevdiğiniz kadına darılmayı bir kere olsun aklınıza getirmeyin. Sonra bu işlerden ne kadar çekinirseniz çekinin, mıknatıslanmış gibi, arkanızdan itiyorlarmış gibi onu yaparsınız, insan hayatında sakınmak yoktur. Hele kütle hâlinde, asla. Bir kere uçurum göründü mü, ölüm simsiyah dili ile konuştu mu?"
Bu düşünceler, bize aşk, ölüm ve hayat duygusuna olumlu cephelerden bakmamızı ihtar ediyor!
Sevdiklerimiz birer birer göçüp gidiyor. Bir gün biz de hiç beklenmedik bir şekilde bu dünyadan, sevdiklerimizin arasından ve sonu gelmez meşgalelerimizin içinden sıyrılıp gideceğiz. Geriye belki bir hoş seda bile bırakamayacağız! Oysa yaşarken kendimize karşı dürüst kalmanın, açık olmanın zevkini tatmak her zaman elimizdedir. Bizi yaratan gücün, aynı zamanda gözetlediğini unutmamalıyız. Böyle bir şuurla ölüm duygusu, umutsuzluğu değil umudu ateşleyen bir imkân olur.
Evet aşk, ölüm ve hayat yaşanılarak tecrübe edilebilecek bir gerçektir. Aşk ölümle, ölüm de aşkla anlam kazanır; hayat ise her ikisiyle. Böylece insan; aşk, ölüm ve hayat arasında bir rahmet üçgeninde yaşar. Ancak ölümü bilenler yaşamayı bilir ve ancak ölümün var eden iksirine banmış aşklar geleceğin dünyasına ışık tutabilir.