Makale

İşlevsel Akılla İlgili Bir Kavram: ’Tezekkür”

Prof. Dr. Ramazan Altıntaş
Cumhuriyet Üniv. İlahiyat Fak.

İşlevsel Akılla İlgili
Bir Kavram:
’Tezekkür”

İnsanın tabiatında doğuştan bulunan akla, akl-ı matbu’ veya doğal akıl denilir. İnsanları diğer canlılardan ayıran özelliklerin başında işte bu fıtrî akıl ve fehm yeteneği gelir. İnsanın, doğal yapısında potansiyel bir kuvve halinde bulunan bu aklı, daha ileri bir düzeyde bilfiil hale dönüştürmek, kendi elindedir. Bundan dolayı, doğal aklın işletilmesiyle oluşan ve gelişen akla, deneysel ya da fonksiyonel akıl adı verilmiştir, işte Kur’an’ın, insanı teşvik etmedeki en büyük çabası, âtıl bir pozisyonda duran bu fıtrî aklı, değişik muhâkeme, eğitim ve tecrübe yollarıyla fonksiyonel bir hale getirmektir. Bu nedenle aklın fikrî yönden geliştirilmesi gerekir. Muhammed İkbal (ö. 1938), Câvidnâme adlı eserinde yer alan bir pasajda, akıl ve kalbin ölümüne ışık tutucu şu mısralara yer verir:
"Hint’li bilge sorar: "Aklın ölümü nedir?"
Cevap verdim: "Düşüncenin terkedilmesi."
"Kalbin ölümü nedir?" "Zikrin terkedilmesi." (İkbal, Muhammed, Câvidnâme, (çev. A. Schimmel); Ankara 2000, s. 75)
Bu mısralarda da görüldüğü gibi M. İkbal, aklın ölümünü, düşünce üretiminin durdurulmasına, kalbin ölümünü de Allah’ı anmayı terketmeye bağlamıştır. O, akıl ile düşünce ve pratik arasında bir paralellik görmek gerektiğine inanır. İşletilmeyen bir akıl, belki varlığını bilkuvve ve biyolojik bir düzeyde koruyacaktır, ama asıl düşünce fonksiyonunu yitirecektir. Ünlü hukukçu imâm-ı Şâfiî (Ö.204/819) de bir mısraında: "Ben, (akmayan) durgun suların bozulduğunu (kokuştuğunu) bilirim/Ama su akarsa temiz ve güzel olur" diyor. (Şâfiî, Muhammed b. Idrîs, Divân, Beyrut, 1974, s. 26-27) İşte, âtıl duran durgun akılla etken hâle getirilen işlevsel aklın farklılığı budur. Eğer akıl da işletilirse, akan bir suyun temizliği ve güzelliği gibi, insanlık için güzel sonuçlar ortaya konulmasına sebebiyet verir. Bunun için Kur’an’da işlevsel akla büyük önem verilmiş, aksine aklını işletmeyenler ise kınanmıştır. (Yunus, 100) Çünkü, durgun aklın ortak insanlık birikimi olan medeniyete yapacağı bir katkı yoktur. Öte yandan insandan, birçok âyette aklın işleyiş mekanizmasını harekete geçirmede kendisine verilmiş olan, ta’akkul, tedebbür, tezekkür vb. gibi özelliklerin devreye sokulması istenmiştir. Zira akıl, nasıl eşyanın hakikatini kavramada, varlık üzerinde tefekkür ve teemmül yapmak gibi bir güce sahipse, bu kevnî âyetleri okumaya denk olarak, aynı şekilde sözlü âyetleri anlama konusunda derinleşme ve yoğunlaşma gücüne de sahiptir. Burada önemli olan, aklın düşünsel plânda geliştirilmesi gerekir. Kur’an’da işlevsel akılla ilgili kullanılan bellibaşlı kavramlardan birisi de ’tezekkür’ kavramıdır.
Arapça’da zikr kelimesi, mastardır. Çoğulu, "zükûr" ve "ez- kâr" şekillerinde gelir. Zikir denilince bazen onunla; nefsin elde etmesi gereken bilgileri koruma imkânı kastedilir ki, bu durumuyla o hıfz gibidir. Ancak hıfz, akılda şekil/sûret meydana gelip, bu şekil/sûret güç-kuvvet bulup hatta bu sûret yok olmaya yüz tuttuğunda aklî kuvvet onu geri döndürmeye ve geri getirmeye muktedir olacak bir duruma geçerek bilginin elde edilmesi (Râzî, Fahred- dîn, Mefâtîhu’l-Ğayb, Beyrut 1990, II, 187), yani idrak edilen sûretlerin korunması; zikr ise, unuttuktan sonra elde edilen bilgilerin yeniden hatırlanmasıdır. Çoğunlukla bu hal, zorunlu bilgilerde meydana gelir. Kimi zaman da zikr; bir şeyin gönülde ve hâtırda hazır hale getirilmesi için söylenmiştir. Zikrin hem kalp ve hemde dil boyutu vardır. (el-Askerî, Ebû Hilâl, el-Furûk, Kum 1974, s. 74; Râzî, Ab- dülkâdir, Muhtâru’s-Sıhâh, Kahire, ts., s. 222; Isfehânî, Ragıb, el-Müfredât, İstanbul 1986, s. 259) Kur’an’da, birbirine yakın ve birbiriyle irtibatlı olarak on yedi anlamda kullanıldığını görüyoruz. Bunlar; birşeyi telaffuz etmek, unutmamak için bir şeyi zihinde hazır bulundurmak, sadırda hâsıl olan şey, amele devam, lisânın zikri, hıfz (hatırda tutmak), taat ve ceza, beş vakit namaz, beyân, Kur’an, hadîs, şeref, ayıp, şükür, cuma namazı ve kalbin zikridir, (bk. Bakara, 198-200; Kehf, 63; Enbiyâ, 7, 10, 50, 105; Sad, 1, 8, 43; Zuhruf, 44; Talak, 10; İnşân, 1) Demek ki zikir, çok geniş bir anlam alanına sahiptir. Bu kelimenin temel anlamı gaflet ve nisyandan kurtulmak, yani zihni canlı, diri tutmak ve hatırlamaktır. Gaflet ve nisyân kelimeleri arasında anlam bakımından ince bir fark vardır. Gaflet, insanın isteyerek hatırda tutulması gerekeni terketmesi; nisyân ise, istemeden unutarak zikri terk etmektir. Bu yüzden Kur’an’da, "Sakın gâ- fillerden olma" (Ibn Kayyım el-Cev- ziyye, Medâricü’s-Sâliktn, Kahire ts., II, 451) denilmiştir de, "sakın unutanlardan olma" denilmemiştir. Unutmak, sorumlu tutmaya dâhil değildir. Bu yüzden unutmak yasaklanmamıştır.
Zikr kökünden tefa’ul formunda gelen tezekkürün temel anlamı, "birşeyi hatırda tutmak ya da unuttuktan sonra tekrar hatırlamak"tır. (Râzî, Abdülkâdir, Muhtâru’s-Sıhâh, s. 222-223) Depolanan sûretler akıl kuvvetinden kaybolup, aklî kuvvet de bunu geri getirmeye çalışınca, işte bu işe et-tezekkür/hatırlama diye isim verilir. Hatırlama, insan zihninden silinip yok olan şekillerin geri döndürülmek istenmesinden ibarettir. (Râzî, Fahreddîn, Mefâ- tîhu’l-Ğayb, II, 187)
Tefekkür, vesilelere başvurmak suretiyle amaçları elde etmeye çalışmak; tezekkür ise, vücuttur. Bu vücut bulmayı ifade için tefe’ul kalıbının tercih edilmiş olması görme (tebassur), anlama, kavrama (tefehhüm) ve öğrenme (teallüm) gibi basamak basamak meydana geidiği içindir. Tezekkür, arzu edilen bir şeyin arandıktan sonra elde edilmesine benzer. Bundan dolayıdır ki, gerek okunan ve gerekse görülen âyetler birer öğüt (zikrâ) ve hatırlatma (tezkire) olarak (Ibn
Kayyım el-Cevziyye, Medâricü’s-Sâlikîn, I, 4775) anılmaktadır, (bk. Mü’min, 5354; Hâkka, 48; Kaf, 5-8) Bir doğru düşünme ilkesi olan tefekkür daha çok deliller üzerinde; tezekkür ise, geçmişe yönelik olarak bir düşünme şeklidir.
Mütekellim Fahreddîn Râzî, "zikr" faaliyetini "tezekkür"ün (hatırlama) bir neticesi olarak görür. Ona göre zikir, zihinde yok olan şekilleri geri döndürmeye çalışmaktır. Onlar geriye dönüp bu çabadan sonra meydana gelirlerse, işte bu bulunmaya zikir denilir. Eğer idrakten önce bir kaybolma (zeval) sözkonusu değilse, bu idrak bir zikir olarak İSİmlendİrilemez. (Râzî, Fahreddîn, a.g.e., ıı, 187) Görüldüğü gibi Râzî, unutmayı zikrin meydana gelmesinin şartı kılmıştır. O da tezekkürün/hatırlamanın bir sonucudur. Halbuki zikir, tezekkürün neticesi olmaktan daha geneldir. Islâm filozofu ibn Sînâ’nın dediği gibi tezekkür, zihinde silinmiş olan birşeyi geri döndürmek için bulunan bir kuvvettir. (Ibn Sînâ, eş-Şifâ, Tahran, 1303, s. 339) Bu kuvvet, bazen tamamen silinmese de sönük olana dinamiklik kazandırmak şeklinde de tezahür edebilir. İşlek bellek diyebileceğimiz tezekkür faaliyeti, insan deneyimlerinin bir tür nörolojik kopyasının çıkarılarak saklandığı bir kara kutu gibidir. Bir kalıcı bellek hükmünde olan tezekkür, neticede, uzun süreli depolanan bilginin tekrar bulunup getirilerek doğuşuna zemin hazırlar. Tezekkürle zikr arasında epistemolojik açıdan fark vardır. Örneğin Kur’an kendisini zikir olarak adlandırır: "Muhakkak ki zikri (Kur’an) biz indirdik, onun koruyucusu da ancak bi- ziz." (Hicr, 9) Elbette Kur’an, doğrudan tezekkürün neticesi değildir, ama onun bütün İlâhi kitapların son reformu olduğu düşünülürse, tekrar özgün mesajı hatırlattığından dolayı tezekkürün neticesi ile bir bağlantı kurulabilir. Râzî’nin iddia ettiği gibi (bk. Râ- zî, Fahreddin, a.g.e., II, 187) zikrin şartı illâ ki, unutmak olamaz. Mânanın nefiste meydana gelmesinin sebebi olduğu için söz (kavi)) de zikir olarak isimlendirilebilir.
Zihinsel aklî bir çaba olan tezekkür, insan zihnine mânalann geri dönüşünde çok önemli bir işleve sahiptir. Bu bilgiler, gerek fıtratta ve gerekse geçmişte öğrenildiği halde unutulmuş bilgiler olabilir. Kur’an’da aklın tezekkürde bulunma faaliyeti, kevnî âyetler üzerinde düşünerek ibret almak, kıssalarda anlatılan toplumların İçtimaî gidişatlarından dersler çıkarmak ve sahip olduğumuz sayısız nimetler karşısında asıl nimet verene karşı şükrü arttırmak gibi manalarda kullanılır. Her ne kadar Allah’ı takdir mânasına gelen ibadetlere sarılırsak, zihnin hatırlama ve mânaların geri dönüş sürecini o kadar hızlandırmış oluruz. (Bakara, 221, 269; Âl-i İmran, 7; Nisâ, 84; Mâ- ide, 38; En’âm, 80; Yunus, 3) Bu âyetler de göstermektedir ki, insanın Allah’la ilişkisi arttıkça, eş-zamanlı olarak akıl da artmaktadır.
Çevresel ve nefsanî arzular gibi olumsuz etkilerin tasallutundan kurtulmuş selim akıl, birbirine aykırı olan iki durumun arasını ayırır. Çünkü iyiliğe ve kötülüğe çağıran eşit değildir. Bu sebeple Kur’an temiz akıl sahiplerine seslendiği birçok âyette "me- sel"ler ortaya koyarak insanı "tezekkürde bulunmaya teşvik eder. Bilindiği gibi "mesel"ler, çoğunlukla mecazî olarak bir şahsın veya şeyin içinde bulunduğu hâli ve şartları göstermek için kullanılır, işte bu nedenle Kur’an’da İlâhî hitabı benimseyenlerle reddedenlerin birbirine kıyas edilmesi istenir. İlâhî hitabı anlamada zihnî güçlerini kullanmayanlar kör ve sağır olarak nitelendirilir. (bk. Hud, 11; Mü’min, 58; Zümer, 9) Bir iman ölçüsü olan zikir, aynı zamanda kalbin çok önemli bir fonksiyonudur. Yine Kur’an’da insan hayatında bedihî bir anlam ifade eden yaratılıştaki izdivaç, rüzgâr gönderme, yağmur yağdırma, İçtimaî ve tarihsel olgular üzerinde müşâhedelerde bulunmamızın "tezekkür"le bağlantı kurulması, gerçekten anlamlıdır. (A’râf, 57, 69; Nahl, 17; Zâri- yât, 49) Bu kevnî âyetler üzerinde tezekkürde bulunmayı tavsiye eden Kur’an, kendisini de zikir olarak anıyor. (Enbiyâ, 2,7,10) Zikr, yüksek düzeyde uyanıklık ve şuur hâlidir. Şuur, ispata kalkışmaksı- zın idraktir. Bu bilinenin, akleden kuvvete ulaşma mertebelerinin ilkidir. Allah hakkında, O, şunu biliyor denildiği gibi, O, şunun şuurundadır, hissediyor denilmez. (Râzî, Fahreddîn, Mefâtîhu’l-Ğayb, il, 187) Şuur, insanın bir eylemidir. Kur’an, peygamber yoluyla insana indirilen Allah kelâmıdır. O halde Kur’an’a zikir denilmesi, insanlara, Allah’a kulluğu akılda tutmamızı hatırlatıcı ve hissettirici oluşundan dolayıdır. Kendisine hatırlatılan bu İlâhî öğreti üzerinde insan, anlamak için fikrî plânda derinleşmesi ve imâl-i fikirde bulunması gerekir.
İmam-ı Gazzâlî, bilgiyi kalpde hazırlamak/depolamak anlamlarına gelen tefekkür ve tezekkür kavramları arasında bazı farklılıkların olduğuna dikkatleri çeker. Müellife göre, tefekkür olan her yerde tezekkür vardır, ama tezekkür olan her yerde tefekkür olmayabilir. Tezekkürün faydası ve vazifesi, kalpde yerleşip oradan silinip gitmemeleri için marifetleri hatırlamaktır. Tefekkürün fayda ve vazifesi de, bilgiyi çoğaltıp mevcut olmayan üçüncü marifeti elde etmektir. (Cazzâli, Ebû Muhammed Hâmid, ihyâu Ulûmi’d-Dîn, Kahire 1994, V, 8)
Sonuç olarak söylemek gerekirse, tefekkür ve tezekkür arasında yakın bir ilişki vardır. Tefekkür, zikir ve tezekkürden ileri bir merhaledir. Tefekkür ve tezekkür, bir bütünün birbirini tamamlayan parçaları yahut onun farklı yönlerini öne çıkaran betimlemeleridir. Bir misâlle anlatmak gerekirse, kutsî akıl olan kalp, "hatırlama" eylemiyle tefekküre ana malzeme sağlıyor; tefekkür ise, bu malzemeyi usûlüne uygun bir şekilde kullanarak bilgiye dönüştürüyor. Yani, bilgi üretimi, tefekkürün bir sonucudur. Bu sebeple İslâm dini, tefekkür üzerinde ısrarla durmuş, mütefekkirin tefekkür eylemini zikir, duâ ve ibadet saymıştır.