Makale

Tekfir Meselesine İrfani Gelenekten Farklı Bir Bakış

Tekfir Meselesine İrfani Gelenekten Farklı Bir Bakış

Dr. Adil Bor
İstanbul Haseki Dinî Yüksek İhtisas Eğitim Merkezi

Olaylara farklı bakmak ve herhangi bir olguyu veya metni farklı yorumlamak insan yapısının doğal bir sonucudur. İnsanın akli yapısı, tabii olgular ve sosyal olaylar buna zemin hazırlamaktadır. Bu, haddizatında olumsuz bir durum değildir. Bilakis insana tevdi edilen yeryüzünün imarı için gereklidir. Çünkü hakikatın keşfi, ilim ve teknolojide ilerleme ve medeniyetin inşası ancak insanın bu yapısının inkişafıyla mümkündür. Dolayısıyla insan ancak bu fıtri yapısını işlevsel hâle getirmekle gelişebilir ve insanlık yararına faydalı eserler ortaya koyabilir. Nebevi değerlerde olay ve olguları farklı yorumlamanın rahmet sayılması, insanın farklı düşünebilme veya yorumlayabilme özelliğine bir vurgudur.
İnsanlık tarihinde gönderilen peygamberler ve kitaplar aslında insanın bu fıtri yapısını muhafaza etmeye matuftur. En son vahiy Kur’an-ı Kerim’de taklit ve taassubun tenkit edilmesi (Zuhruf, 43/22.) ve aklı işlevsel hâle getirmeye vurgu yapılması (Yunus, 10/100.) bunun açık bir delilidir. İslam tarihinde neşvünema bulan farklı fıkhi ekoller, felsefi ve tasavvufi anlayışlar bunun bir sonucudur. Bu farklı yorumlar aynı zamanda İslam medeniyetinin farklı karelerini meydana getirmektedir.
Ancak tarihî süreçte aklı ve irfanı bir kenara bırakan dindarlık anlayışından dolayı rahmet sayılan farklı yorum ve bakış açıları olumsuz karşılanmaya başlandı. Bunun bir sonucu olarak basit bazı yorum farklarından karşılıklı tekfir ithamları ortaya atıldı. Bu dışlayıcı ve ayrıştırıcı anlayış (tekfir) bazı hadislerle de desteklendi. Bu hadislerden biri de fırka hadisi olarak şöhret bulan hadistir. Bu hadiste şöyle denilmektedir. “Benim ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Birisi dışında hepsi ateştedir. O hangisidir diye sorulduğunda, o da benim ve ashabımın sahip olduğu dinî anlayışa sahip olandır şeklinde diye cevaplandırdı.” (Tirmizi, İman, 18.)
Bir kısım Müslümanlar bu hadisi delil göstererek kendilerini fırka-i naciye (Kurtuluşa ermiş grup) ve kendileri gibi düşünmeyenleri fırak-ı dalle (hak yoldan çıkmış gruplar) olarak telakki ettiler ve hepsinin cehenneme gideceklerini belirttiler. Böylelikle sanki fırka-i naciye olarak düşünülenlerden hiç kimse cehenneme gitmeyecektir. Diğer taraftan bidat ehli ve sapık olarak düşünülen fırkaların sürekli cehennemde kalacakları imajı oluşturuldu. Ancak söz konusu hadisin üslubu incelendiğinde bunun böyle olmadığı anlaşılmaktadır.
İrfani anlayışın öncülerinden olan ve aynı zamanda ikinci bin yılın müceddidi kabul edilen İmam er-Rabbani, bu hadisten kastedilen manayı çok net bir şekilde ortaya koymaktadır. O, bu konuda şunları söylemektedir: “Hadiste geçen ‘biri hariç hepsi ateştedir’ cümlesi, söz konusu fırkaların belli bir müddet cehennemde kalacaklarını ifade etmektedir. Çünkü cehennemde sürekli kalmak imanın değil, küfrün bir özelliğidir. Dolayısıyla bu konuda söylenebilecek en son söz, bunların akidelerinin bozuk olmasından dolayı hepsinin cehenneme gidecek ve orada hataları kadar kalacak olmalarıdır. Fırka-i naciye ise; inançları azaptan kurtarmayı gerektirdiğinden onlardan günah işleyip tövbe etmeyenler günahları kadar cehennemde kalıp azap göreceklerdir. Buna göre fırka-i naciyeden günah işleyenler ve diğerleri ise toplu hâlde cehenneme gidecekler ve belli bir müddet sonra da cennete gideceklerdir.” (İmam Rabbani, Mektubat, II, 53.) Görüldüğü üzere İmam er-Rabbani bütün Müslüman fırkaları mümin olarak görmekte ve sonuçta hepsinin cennete gideceklerini belirtmektedir.
Daha sonra İmam er-Rebbani, bidat fırkalarının kıble ehlinden oldukları için tekfir edilmelerinin doğru olmadığını söylemekte ve bu konuda âlimlerin şu görüşünü nakletmektedir: “Bir meselede herhangi birinin yüzde doksan dokuz tekfirini gerektiren bir durum söz konusu olsa fakat yüzde bir ihtimalle onun mümin olduğunu ifade eden bir tevil imkânı varsa bu durumda yüzde birlik bu tevil tercih edilmeli ve söz konusu kişi tekfir edilmemelidir.” (İmam Rabbani, Mektubat, II, 53.)
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, İmam Rabbani, farklı yorum ve bakış açısından dolayı insanların tekfir edilmemesi görüşünü benimsemiştir. Bunun anlamı, Kur’an ve sünnete inananların, bütün farklılıklarıyla birlikte mümin ve dolayısıyla kardeş olduklarıdır. İmam Rabbani’nin bu tespitiyle bütün farklılıklarıyla birlikte Müslümanların birliğini ve dostluğunu savunduğunu söylemek mümkündür.
Netice itibarıyla Kur’ani ve nebevi değerlerde asıl olan yeryüzünde barışı, kardeşliği, dostluğu ve adaleti ikame etmektir. Bu ise tarihsel süreçte Kur’an ve sünnet etrafında meydana gelmiş yorumları değil, onların ihtiva ettiği ahlaki ve insani değerleri savunmakla mümkün olabilir. İnsan onuru, hak, adalet ve gelişmek ancak böyle gerçekleşebilir. Tarihte yaşanmış kavgaları, yorum farklılıklarını ve dışlamayı (tekfir) güncellemek bunu olumsuz etkilemektedir. Buna göre yorumlar asl ve söz konusu ve İslam’ın temel değerleri feri‘ olarak kabul edildiğinde İslam dünyasında tevhit yerine tefrika hâkim olacaktır. Bu nedenle Kur’an ve sünnetin ihtiva ettiği bilgi, hikmet, hak, adalet, taakkul, ahlaki, irfani ve insani değerler vb. edilmelidir. Mezhebi ve meşrebi yorumlar ise takdir olunmalıdır. Sonuç itibarıyla ehlisünnet ve selef, dışlayan değil birleştiren (cemaat) bir anlayışa sahiptir.