Makale

Dr. Necdet Subaşı ile Mezhepler Üzerine Söyleşi

Söyleşi
Dr. Lamia Levent
Diyanet İşleri Uzmanı

Subaşı: “Diyanet Tüm Mezheplerin Varlığına ve MeşruiyetineSaygı Duyarak, Onların Önünü Açarak Çok Büyük Bir Hizmet Ortaya Koymuştur.”

Dr. Necdet Subaşı ile Mezhepler Üzerine Söyleşi
Mezhep kavramı neden bugün ayrıştırıcı bir fenomen olarak ele alınmaya başlandı?
Mezhep kavramının tarihte şimdiye kadar gerçekleşmiş hâlinden farklı bir tarzda bugün bir ayrışma konusu olarak ele alınması tabii ki çok üzüntü verici bir konu olarak önümüze geliyor. Geleneksel Müslüman toplumları incelediğimiz zaman toplumların yaşadıkları mezhepsel farklılıkların, mezhepsel ayrılıkların bir çatışma ve gerilim konusu olmaktan çok kendi içinde bir zenginlik, kendi içinde tamamlayıcı bir unsur ve yine kendi içinde bir besleyici durum olarak ortaya çıktığı gözleniyor. Bugün İslam dünyasının modern koşullara evrildiğinde karşısına çıkan en önemli sorun maalesef bir istismar alanı olarak mezhep farklılıkları oluyor. Aslında mezhep konusu Müslümanların gittikleri yolu, metodolojilerini, herhangi bir nassı ya da herhangi bir geleneği nasıl yeniden icra ettiklerini anlatmak için kullandıkları bir tür yol haritası. Bir mezhebe mensup olmak demek aslında Kur’an’a, sünnete ve yaşadığımız hayata ilişkin bakış açılarını nasıl geliştireceğimiz konusunda önümüze bir yöntem, bir güzergâh ortaya koyuyor.
Peki, bir parantez açarsak mezhepsizlik gibi bir akım da var. Bunun da mezhepçilik kadar tehlikeli olduğunu söyleyebilir miyiz?
19. yy’dan itibaren ortaya çıkan ve bir anlamda modern İslam düşüncesi diyebileceğimiz alanda Müslümanlar arasında mezhepler konusu çok farklı bağlamda ele alındı. Bu çerçevede mezheplerin Müslümanlar arasında bölücü, ayrıştırıcı bir etken olarak ele alınmasına yönelik fikriyat da kısmen ilgi görmeye başladı. Ancak bu geçici bir eğilimdi. Müslümanların genelgeçer ilgileri ve yaşam biçimleri kontrol edildiğinde ve gözlendiğinde bu eğilimin bir ölçüde fantastik bir yönelim olarak kaldığını, mezhep konusundaki bu tür tercihlerin Müslüman kamuoyunda çok ciddi bir karşılık bulmadığını söyleyebiliriz. Ama o dönemde böyle bir eğilimin de hepten yersiz bir beklentinin ürünü olmadığını söylemek zorundayız. Çünkü o dönemlerde de Müslümanların Batı karşısındaki geri çekilmişliğini, hemen her cephede kolay bir lokma gibi görülmesini nasıl açıklamak gerekir sorusuna karşılılık; o dönemin mütefekkirlerinin çoklukla bunu mezhep düşüncesine, geleneğe yönelik ilgiye bağladıklarını biliyoruz. O dönemde geleneğin çok acımasız bir şekilde tartışıldığını, mezhep kavramının çok acımazsız bir şekilde değerlendirildiğini gözleyebiliyoruz. Ben o dönemde bu tür eğilimleri, öne çıkan aktörleri acımasız bir şekilde eleştirmek yerine bu durumu o döneme has bir beklenti olarak tanımlamanın daha uygun olacağını düşünüyorum. Bugün aklı başında herhangi bir Müslümanın gelenek içinde ortaya çıkmış en önemli kurumlardan birisi olan mezhep kavramını ulu orta eleştirmek, ulu orta reddetmek yerine bu durumun kendi sosyolojik tabiatı hakkında kafa yormasının daha yararlı, daha verimli olduğunu düşünüyorum.
Mezheplerin ortaya çıkışını nasıl açıklıyorsu-nuz? Ortaya çıkışında doğal olmayan bir seyir var mı?
Tabii ki; kendi mecrasında ilerleyen bir durum. Hz. Peygamber’in vefatından sonra Müslümanlar arasında birtakım görüş ayrılıkları olduğunu, ilk görüş ayrılıklarının siyasi gerekçelerle ortaya çıktığını, siyasi gerekçelerle birbiriyle karşı karşıya gelmek durumunda kalmış toplulukların zaman içerisinde kendi teolojilerini, kendi fıkıhlarını üretmek zorunda kaldıklarını hatta biraz acımasız bir analiz yapmak gerekirse farklılıkları resmetmek, farklılıkları çok net bir şekilde ortaya koymak için zaman zaman kendi durumlarını haklılaştıracak, temellendirecek bir meşruiyet arayışına da ihtiyaç duyulduğunu söyleyebiliriz. Ancak Müslüman dünyada Müslümanların ilgi ve yönelimlerinin Şii ve Sünni dediğimiz eğilimler şeklinde ortaya çıkması sadece siyasi gerekçelerle açıklanamayacak kadar kompleks bir yapı üretiyor. Ben şahsen bu kompleks yapının bütün karmaşıklığına rağmen yine kendi sosyolojisi içerisinde, kendi teolojisi içerisinde üretildiğini, bunun böyle nevzuhur bir durum olmadığını düşünüyorum. Bu yapı, yüzyıla varan bir dönüşüm içerisinde gerçekleşmiş ve bir şekilde Hz. Ali’den sonraki o karmaşık siyasi harita içerisinde çok farklı siyasi mezhepler ortaya çıkmıştır. Siyasi mezhepler de zaman içerisinde kendi teolojik söylemlerini de inşa etmeye mecbur kalmışlardır diyebiliriz. Buna bağlı olarak belki biraz daha bağımsız olarak Kur’an’ın Hz. Peygamber’in mesajının ve sahabe uygulamalarının yeni zamanlarda nasıl değerlendirilmesi gerektiği konusunda bütün zamanlar için birtakım ilkelerin, birtakım ölçülerin geliştirilmesi ve korunması gerektiği noktasında Müslüman âlimlerin çok ciddi bir çaba içerisine girdiklerini, bir yol haritası üretmeye mecbur kaldıklarını dolayısıyla İslam bilimlerinin hemen her alanında bir usul geleneğinin ortaya çıkmaya başladığını görüyoruz. Bu usul geleneklerinin de sonuçta bugün bizim mezhep diye tanımladığımız yapıları ortaya çıkardığını söyleyebiliriz. Bugün Hanefi mezhebinden olmak ya da Şafii mezhebinden olmak bir anlamda Hz. Peygamber’in sünnetini, Kur’an-ı Kerim’in mesajını kendi fiili dünyamıza nasıl aktarabileceğimiz konusunda temel birtakım ölçütleri hatta sabiteleri ortaya koyması açısından önem arz ediyor.
Mezhepler toplumların yapısı üzerinde elbette etkili olmuşlardır. Ancak mezheplerin toplumsal ihtiyaçlar çerçevesinde şekillendiğini de söyleyebiliriz. Bir mezhebe intisap, tarih boyunca nasıl bir toplum yapısı üretmiştir?
Bunlar birbirine bağlı birtakım şeyler. Mesela, Afganistan Müslümanlarının toplu hâlde Hanefi mezhebiyle irtibat kurmaları muhtemelen oradaki Hanefi mezhebine bağlı âlimlerin ya da Hanefi mezhebinin usul ve pratiklerini benimsemiş âlimlerin çabalarıyla alakalı bir şey. Mesela Türk dünyasının genellikle Hanefi olması yine aynı şekilde değerlendirilebilir. Kuzey Afrika haritasında mezhep tercihlerinin farklılaşmasında Maliki ya da Hanbeli mezhebinin orada rağbet bulması etkili olmuştur. Belki İbn Haldun’un tezlerini takip ederek söylemek gerekirse sosyolojiyle alakası var, coğrafyayla alakası var, kültürle alakası var. Ama giderek zaman içerisinde insanlar kendi sosyolojik bağlamları çerçevesinde o dinle kurdukları ilişkiyi bir düzeneğe, bir sistematiğe bağlamış oluyorlar. Bunun tabii ki gramerle, semantikle, hermenötik tefsirle alakası var. Bütün bunları inkâr etmemiz mümkün değil. Ama bulunduğunuz koşulların da etkili olduğu, mesela Bağdat’ta yaşayan bir Müslümanın oradaki hayat tecrübesiyle Mısır’da yaşayanın hayat tecrübesini algılama kapasitesinin aynı olmadığı anlaşılıyor. Hatta ondan dolayıdır ki, dünyanın değişik bölgelerinde aynı mezhepten Müslümanlar bile din konusundaki yorumlarında birbirlerinden ayrışabiliyor. Mesela Türkiye örneğinde Hanefi mezhebinin pratikleriyle, Hanefi mezhebinin toplumsal tezahürleriyle veya Şafii mezhebinin toplumsal tezahürleriyle, faraza Irak’ta ya da Suriye’deki Müslümanların benzer pratikleri arasında farklılaşmaların olması son derece doğal. Mezhep bize sadece bir ilke, bir usul, bir pratik ortaya koyması açısından mihmandarlık ediyor. Ve biz dağınıklığı, savrukluğu bir şekilde dinin temel ölçütleri konusundaki ilgimizi bir prensibe bağlayarak, prensip içerisinde dolaşarak engelliyoruz. Onu yeniden ihya ederek, güncelleyerek ama aynı usul ve üslup içerisinde korumaya özen göstererek bir anlamda İslam’ın farklı zaman dilimlerinde canlanmasını, aynı dinamizm içerisinde varlığını korumasını sağlamış oluyoruz. Burada bir karşılıklı etkileşim olduğunu inkâr edemeyiz.
Diyanet İşleri Başkanlığının mezhepler hakkındaki bakışı, duruşu nedir?
Diyanet İşleri Başkanlığı sadece mezhep konusunda değil toplumun gündelik tercihleri konusunda da o tercihlerden herhangi birine somut olarak taraf olmamak gibi bir eğilimi kurumsal olarak korumak zorunda. Yani bu şu anlama geliyor: Siyasal anlamda siyasi çekişmelere taraf olmamalı. Mezhebî anlamda taraf olmamalı, kültürel anlamda taraf olmamalı. Bu onu mezhepler üstü bir konuma mı taşıyor yoksa mezhepler arası bir tercih yapmayarak bir anlamda İslam’ın daha temel, en temel ilkelerini referans kabul ederek o ilkeler çerçevesinde toplumdaki farklı dinî, mezhebî eğilimleri koruyan, kollayan, onları meşrulaştıran bir yerde mi durduruyor? Bunları iyi anlamak gerekiyor. Benim kişisel kanaatim çok farklı dinî yorumların yer aldığı dinî üslup ve terminolojinin farklılaştığı bir coğrafyada yaşıyoruz. Diyanet İşleri Başkanlığı örneğin dine çok farklı perspektiflerle baka gelmiş bir gelenek içerisinde, Hanefi bir gelenek içerisinde, Şafii bir gelenek içerisinde daha değişik dinî terminolojilerle buluşmuş Müslümanların içlerinden birine yakın durması, onlardan birini himaye etmesi, onlardan birinin kurumsal güçlenmesine katkıda bulunması toplumsal barış, toplumsal birlik açısından son derece sıkıntılı sonuçlar doğuracaktır. Zira dinin tek bir mezhebe indirgenmesinin, dinin ülke üzerinde tek bir meşruiyet üzerinden yorumlanmasının da toplumdaki muvazeneyi, dengeyi önemli ölçüde yıpratacağı kanaatindeyim.
Komşu ülkelerde yaşanan olaylarda, mezhep farklarının gerilimi artıran bir fenomen olarak ele alınması hakkında neler düşünüyorsunuz?
Etrafımızda, yakın coğrafyamızda, İslam toplumlarında, İslam ümmetinin çok değişik bölgelerinde meydana gelen olayları doğrudan mezhep faktörüne indirmek çok zor. Ancak görünen o ki, bugün bu coğrafyada yaşanan olayları mezhep üzerinden yorumlama konusunda, mezheplere bağlayarak bu sorunları tanımlama ve değerlendirme konusunda gerek batıda gerek doğuda ciddi bir ilgi var. Yani oradaki çatışma zeminlerinin mezhepten kaynaklandığı konusunda bir ağız birliği oluştuğunu görebiliyoruz. Tabii ki biz bunu kabullenmek durumunda değiliz. Ben şahsen İslam dünyasında ortaya çıkan bu çekişmelerin mezhep farklılıklarından değil mezhepçi eğilimlerden kaynaklandığını düşünüyorum. Kendi yaşadığı coğrafyanın sosyolojisine, etnik kimliğine, kültürüne bir şekilde yapışmış, bir şekilde o coğrafyanın gerçekliğiyle bütünleşmiş mezhep anlayışı giderek etnik kültürel kimliğin dili olmaya başlıyor. Ve bir bakıyorsunuz orada, o coğrafyada söz konusu olan taraflardan birini değerlendirdiğinizde, o tarafın kültürü, kimliği, dini, mezhebi birdenbire onun yapışık karakteri hâline geliyor ve siz onunla bir tartışmaya girdiğinizde kimliğiyle, kültürüyle, diniyle, mezhebiyle bir anlamda karşı karşıya gelmiş oluyorsunuz. Dinin ve mezhebin bizim Müslüman coğrafyasında bu kadar yapışık bir karakter arz etmesi belki tarihte bir sorun olarak algılanmıyordu. Geliştirici bir objeydi. Ama bugün maalesef bu tür perspektifler aynı zamanda mezhepçi eğilimleri de güçlendiriyor. Mezhepçi eğilimlerin istismar alanlarını çoğaltıyor. Bugün belki de aklı başında olan her mümine düşen -mezhep konusundaki ilgisini, bilgisini, derinliğini artırmakta istediği kadar çaba sarf edebilir ama- kendi mezhebinin diğer tüm mezhepleri alaşağı edecek şekilde, diğer tüm mezhepleri gözden çıkarmayı göze alacak şekilde baskın bir karakter olarak öne çıkarılmasına engel olmaktır. Âlimlerin, ariflerin, kanaat önderlerinin bu tür mezhepçi yaklaşımlara karşı bir duyarlılık üretmeleri gerekiyor. Çok hassas bir dil de gerektiriyor bu. Ama ne yazık ki bu duyarlılık, bu dikkat Müslüman dünyanın büyük bir bölümünde ihmal edilen bir husus olarak önümüze çıkıyor.
Acaba bu ihmalin sebebi bizatihi bu farklılıkların gün yüzüne çıkması için ortaya konan çabaların bir sonucu mudur?
Belki… Daha ileri gidebilirim. Bir yerde Müslümanlar arasında bu tür tıkanıklıklar, bu tür gevşek sorun alanları varsa onların varlığını bir tehdit alanı olarak gören üçüncü şahısların, üçüncü grupların, üçüncü ülkelerin tabii ki bu durumdan sonuç çıkaracaklarını, oradaki o fitne ateşini kışkırtmak, ondan kendi çıkarlarına birtakım sonuçlar çıkarmak için hiç boş durmayacaklarını tahmin edebiliriz. Ama kendi dışımızdakilerin bu tür heveslerini, hesaplarını sık sık kınamak ve faturayı sürekli onlara kesmek yerine, bizim de kendi içimizde nerede yanlış yaptığımızı, nerede hata yaptığımızı, neden başkalarının fırsatlarına destek olacak şekilde kendimizi zayıf bıraktığımızı da sorgulamamız gerekir.