Makale

YAŞLANMAK

Abdulbaki İşcan

YAŞLANMAK

Ömür, zirvesi görünmeyen ulu bir dağa tırmanmaya benziyor aslında... Tırmandıkça önümüze uçsuz bucaksız manzaralar çıkıyor ve gördüklerimiz olabildiğince artıyor. Gözlerimiz seçtiği her yeniye ayrı bir heyecanla bağlanıyor, yeni bir ufuk, yeni bir bahar ve yeni bir sevgi iklimine her zaman kendimizi attığımızda, içimize dünyadan esintiler kuvvetlice yer ediyor. Ne gördüklerimiz yetiyor bize ne de görmek için sarf ettiğimiz çabalarımız.
Ama yol aldıkça nefesimiz de daralıyor, yorgunluğumuz her geçen dakika fazlalaşıyor.
Hayat boyu bu yol alışların, nice umutlarımızla birlikte şahlanışına şahit oluruz.
Kimi zaman bu şahlanış, ayakta kalmaya zorlanan bedenimize inat, ufuklara taşıdı bizi. Kimi zaman da karış karış, adım adım sırtımıza vurduğumuz yükler yordu bedenimizi de umutlarımızın kervanına yetişemeden çaresizlik içinde öylece kala kaldık. Adeta demir sürgüleri vurduk başı boş hayatlarımızın çevik zaman dilimlerine. Sonra o sürgüler hücrelerimizin en tenha köşelerini bile birbirine kenetledi de, kendi sessiz dünyalarına ömrümüzün en güzel çağlarını çığlıklarla hapsetti. Ve her hapsedişte ayrı bir zindanı yaşadık, ayrı bir karanlığın sahte ışıklarını gördük ve gördüklerimizle avunduk. Sesimiz bile yabancı oldu bize, görüntümüzden bile korktuk. Kendi sesimizden ve yıpranmış bedenimizden korktuğumuz gibi, korkularımızdan da her zaman yeni umutlar ürettik.
’Yaşlandım artık’ dediğimizde bile, yüzümüzün derinleşmiş çizgileri, sayıca siyahları geride bırakan saçlarımızın akları, titreyen ellerimiz yine de bize umut oldu. Bu umutlarla bezediğimiz ömrümüzü korkuluklarla çevirdik. Geride bıraktığımız senelerin çokluğu ürküttü bizi. Yaşlandığımızı düşündüğümüzde ölüm geldi aklımıza, ihtiyarladığımızı anladığımızda korkularımız iyice fazlalaştı.
Düşlerimizi körükleyen yabanî arzularımızın sığ sularından kurtulmaya artık mecalimiz kalmadı. Haykırışlarla meydanlara saldığımız basit isteklerimizin onulmaz gibi görünen yaralarını dudaklarımızın narin kıpırdanışları ile sarmaya çabaladık. Kalabalık ellerin üzerinde önümüzden gidenleri seyretmekten ders almadık. Toprak sanki doydu ve doldu da, geride bıraktığımız arzularımızın aç gözünü doyuramadık. Susuz bahçelerdeki güller kadar yalnızlaştık ve karanlıklara bırakılmış aydınlık çiçeklerin tomurcukları gibi kurumaya yüz tuttuk; tükendik, kaldık.
Su gibi aktığını düşündüğümüz yılların geçmesi ile yüreklerimizde oluşan bu korkularımız neden, ürpermelerimiz neden, iç geçirmelerimiz neden, hayıflanmalarımız neden?
Neden bahçelerden derlediğimiz gülleri koklama zamanımız bu kadar karamsarlıklarla dolu?
Bütün hırslardan arındığımız, emeğimizin meyvesini yeme zamanımızı bağ bozumuna benzetmemiz neden?
Ölüm mü bizi korkutan, yalnız kalmak mı, başkalarına daha fazla muhtaç olmak mı bizi hüzne boğan?
Sabahları daha erken kalkmalarımız neden, gece olmadan yatmalarımız neden?
Aynalardan kaçmamız neden?
Eşine ender rastlanan mücevherden yapılmış nadide bir armağana da benzeyen hayatımızın oldukça kıymetli olduğunu biliyoruz. Belki de bu yüzden kimi zaman kuş tüyü hafifliğinde yüreklerimizdeki özlemle, ürpermeden, yılların geçmesine öfkelenmeden, gülün dalında güzel olduğunu düşünerek gençliğe yakışan düşünceleri orada bırakıp, ardından gülümsüyoruz. Bu zamanlarda dudaklarımızda muhabbetin tılsımlı izleri tebessümler şaha kalkıyor, ruhlarımızda özümüzün gölgeye çekilmiş sıcak yüzleri, fırtınalı günlerin serin anıları ile teselli buluyor.
Bir gülücük salıvermek istiyoruz göklere, yaşantımızın her anını baharla beraber yaşatsın diye; öylesine içten, öylesine samimi bir eda ile kederlerimizi, acılarımızı bile sevince dönüştürmesini bekliyoruz.
Biliyoruz, acılarımızın sevince dönüştüğü an, göz bebeklerimiz bile gülümseyecek ve ruhumuz şenlenecek.
Korkularımız çekilecek rüyalarımızdan, hüzünlerimiz alıp başını gidecek.
Ey gücümüzü kıran, kanımızı sulandıran, saçlarımızı ağartan, bedenimizi zayıflatan ömrümüzün kış mevsimi! Aslında seni iş, güç ve yükselme arzularımızın söndüğü, heveslerimizin esiri olmaktan kurtulduğumuz hayatımızın özgürlük çağı olarak nitelemek isterdik. Seni yeniden yaşadığımız çocukluk dönemi olarak da adlandırabilirdik. Biliyoruz sende eğlenceler az ama zahmetler de az. Emek harcayacağımız bir zaman da değilsin, lâkin harcadığımız emeğin meyvelerini yemeye başladığımız mevsimsin.
Sen, insan olarak aczimizin bir ifadesisin. Dünya hayatının geçici, ölümün muhakkak, Yüce Yaratıcı’mızın bâki ve kudretinin de sonsuz olduğunun açık bir delilisin.
İhtiyarlık, sen ne yaman şeysin...