Makale

Metin Neşri/ İbn Hazm’ın Usul ile İlgili Bir Kasidesi ve Usûlu’d-din Yönünden Öne Çıkan Görüşler

İbn Hazm’ın Usul ile İlgili Bir Kasidesi ve Usûlu’d-din Yönünden Öne Çıkan Görüşler

Doç. Dr. Murat Serdar
Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
mserdar@erciyes.edu.tr

Özet :
İbn Hazm, Zâhiriliğin kendisine nisbet edildiği Davud ez- Zâhiri’den sonra mezhebin en büyük imamı olarak kabul edilir. O fıkhî konularda takip ettiği usûlü, sadece fürû’ ile sınırlandırmayıp, usûlu’d-din konularına da tatbik etmeyi düşünmüş ve her iki alanda da bir tek usûl projesini hayata geçirmiştir. Onun Usul ile ilgili yazdığı eserlerden bugün elimizde olanları bilinmektedir. Ancak daha sonraları araştırmacılar tarafından onun usûl ile ilgili bir kasidesinin olduğu keşfedilmiştir. Bu kasidede İbn Hazm usul ile ilgili görüşlerini 60 beyit halinde veciz bir şekilde şiire dökmüştür. Kasidede öne çıkan konular: taklit, zan, gerçek bilgi, edille-i şer’iyye, sahih sünnetin bilgi değeri, nasların zâhir yöntemiyle anlaşılması gerekliliği, makbul içtihadın nasıl yapılması gerektiği, makbul olmayan istinbat yöntemleri, meratib-i şerî’a, tevil, nesh gibi hususlar göze çarpmaktadır.
Anahtar Kelimeler : İbn Hazm, Usulu’d-dîn, İbn Hazm’ın Usûle Dair Kasidesi, Zâhirilik, Te’vîl.
A Poem Of Ibn Hazm About Al- Usul And Featured Opinions Regarding Usul Al-Deen
Abstract :
İbn Hazm considered to be the biggest imam of Dhahirite sect which was attributed to Davud al- Dhahire. İbn Hazm followed an usûl (method) that used in fıkh and usûl al- din. In this article, we have translated his poem about method of the usûl. The poem is written with rhythm of arûz in 60 couplets In this poem he has touched on the following topics: İmitation, suspicion, true knowledge, adella al- Sharia, knowledge value of the Sunnah, the necessity of dhahir methods, ijtihad, non- acceptable methods of istinbat, the ranges of al- sharia (marateb al- sharia), interpretion (tawil).
Key Words : Ibn Hazm, Usul al- deen, A poem of Ibn Hazm about al- usul, al- Zahereyya, Ta’weel.

I- Kaside Hakkında
İbn Hazm’ın usul ile ilgili görüşlerini ifade ettiği bir kasidesi bulunmuş ve Muhammed İbrahim el- Kettâni tarafından 1975 yılında “Mecelletu Ma’hedi’l- Mahtûtâti’l- Arabiyye”’nin 21. cildin ilk cüzünde ss. 148-151 arasında neşredilmiştir. Kaside Ebu Abdurrahman b. Akîl ez- Zâhirî tarafından neşredilen “Nevâdiru’l- İmam İbn Hazm” isimli eser içinde ss. 112-117 arasında ve yine “Mecmû’atu’r- Resâili’l- Kulliye”’nin 16. sayısında ss. 257-263 arasında basılmıştır. Bunun yanında Baci’nin el- İşare’si ve usûl-i fıkha dair başka metinleri de tazammun eden bir mecmua içinde Mustafa el- Vâdifi ve Mustafa Nâci’nin çalışması olarak Ribat’ta “Merkezu İhyai’t- Turasi’l- Mağribi”’de ss. 32-35 arasında da yayınlanmıştır.
Ebû Abdurrahman b. Akîl ez- Zâhirî bu kasidenin İbn Hazm’a ait olduğunun keşfedilme hikayesini M. İbrahim el- Kettânî’nin ağzından şöyle nakleder :
“Kasideyi ilk defa İbrahim el- Kettânî neşretmiştir. Ben de h. 25.08.1395 tarihinde “ed-Da’ve” Dergisi’nin 517. sayısında neşrettim. Kettânî kasideye yazdığı mukaddimede şöyle demiştir: ‘Merakeş’teki İbn Yusuf kütüphanesinin yazmaları içindeki 524 numara ile kayıtlı İbn Hazm’ın el- İhkam fi usûli’l- ahkâm isimli kitabının ikinci cildinin sonunda 458-462. sayfalar arasında bu manzumeye rastladım. Kasidenin sonunda yazan şey: (Bu kasideyi bize ulaştıran Ebu’l- Velîd Sa’d es- Su’ûdî (Keza) Ahmed b. Ömer, bu şiiri el- fakih el- İmam’ın inşad ettiğini söyledi.) şeklinde bir cümle idi. Ancak bu cümle sayfanın en son satırıydı, sonraki varak da kaybolmuştu bu yüzden cümlenin devamını okuyamadım. Kaynaklarda bu kaside ile ilgili her hangi bir bilgi gelmediği gibi, hiçbir müellif de bu kasideyi İbn Hazm’a nisbet etmemişti. Aynı şekilde başka bir yerde diğer bir nüsha olup olmadığını da bilmiyoruz. Bu yüzden İbn Hazm’ın eserlerine önem verenlere faydalı olmak için kasideyi “Ma’hedi’l- Mahtûtât”Dergisi’nde neşretmeye karar verdim. ”
Ebu Abdurrahman, el- Kettânî’nin verdiği bu bilgilerin ardından kendi bulgularını şöyle belirtir.
« Ben kasidenin içinde bulunduğu İhkâm’ın ikinci cüzünün fotoğraflarını aldım. Orada ibarenin doğru şeklinin şöyle olduğunu gördüm. (Bu kasideyi Ebu’l- Velîd Sa’d es-Su’ûdi Ahmet b. Afîr (veya Ufeyr) rivayet etmiştir. O, bu kasideyi el- fakih’in yazdığını söyledi.) Daha sonra dördüncü cildin bakiyesinde zeyl ve tekemmül kısmında 19. sayfada (Ebu’l- Velîd Sa’d es-Su’ûdi (513-588) b. Ahmed b. Hişam b. İdris b. Muhammed b. Afîr (veya Ufeyr) zâhir görüşünü savunan bir Zâhiri…) ibaresinin olduğunu söz konusu kasideyi, İbn Hazm’ın torunlarından veya öğrencilerinden birinden rivayet ettiğini buldum. »

Kaside elif-i maksûre ile nihayetlenen kâfiyelerle 60 beyit halinde aruz vezni üzere tavîl bahrinde (feûlun-mefâîlun-feûlun-mefâîlun) yazılmıştır. İçerisinde taklit ve mukallitliğin eleştirisi, Allah’ın dininde taklide ve zanna yer olmadığı, Allah’tan ve Resülü’nden gelen nasların zâhir anlamları üzere anlaşılmasının zorunluluğu, tevilden kaçınmak gerektiği, helal ve haramın belli olduğu, bunların dışındaki şeylerin mübahlığı, içtihadın nasıl olması gerektiği, Allah’ın kullarına güç yetiremeyecekleri şeyleri yüklemediği, hidayete ermek için Hz. Peygamber’in getirdiği hidayet nuruna tabi olmaktan başka yol olmadığı, Hz. Muhammed’in sözlü ve takrîrî sünnetinin müsnet şekilde bize ulaşması halinde, zan değil bilgi ifade edeceği gibi birçok husus konu edinilmiştir.
Biz bu makalede çevirimize esas olarak, Mustafa el-Vâdifi ve Mustafa Nâci’nin yayınladığı şekli aldık. Bunun sebebi, bu çalışmanın el- Kettânî ve Ebu Abdurrahman b. Akîl ez-Zâhirî’nin neşirlerini görmüş olmaları ve ondaki bir kısım hataları düzelterek neşretmeleridir. Bununla birlikte onların da hata yaptıklarını düşündüğümüz yerlerde diğer araştırmacıların neşirlerine referansta bulunarak onları da kullandık.

II- Kaside ve Çevirisi
تَعدَّى سبيلَ الرُشْدِ مَنْ جَار واعْتَدى
وضَاءَ لَهُ نُورُ الهُدى فَتَبلَّدا

1-
Haddi aşan ve zulmeden kimse, hidayet nuru onun için ışık olmuşken taklide yönelerek, rüşd yolundan aşırılığa sapmıştır.
وخَابَ امرؤٌ وافاهُ حُكْمُ مُحمّدٍ
فَقَالَ بِآراءِ الرِّجالِ وقَلَّدا

2-
Muhammed’in (s.a.s.) hükmü kendisine ulaştığı halde insanların görüşlerini benimseyip taklit eden kişi kaybetmiştir.
نَبِيٌّ أَتَى بالنُورِ مِنْ عِنْدِ ربِّهِ
وما جاءَ مِنْ عِنْدَ الإلهِ هُو الهُدى

3-
Muhammed (s.a.s.) ki, Rabbinin katından hidayet nurunu getirmiş bir peygamberdir. Allah (el- ilah) katından gelen ise hidayetin ta kendisidir.
أَرَى النَّاسَ أَحْزاباً وَكُلٌ يَرَىَ الَّذِي
يجيء بِهِ المُنْجِي وسائِرُهُ الردى

4-
İnsanların bölük bölük gruplaştıklarını ve herbirinin kendi söylediği şeyin kurtarıcı olduğunu ve diğerlerinin ise helâke götüreceklerini düşünüyor olduklarını görüyorum.
وألْقوا كِتَابَ اللهِ خَلْفَ ظُهُورِهِم
وقَول رَسُولِ اللهِ ويْلَهُمُ غَدَا

5-
Bunlar Allah’ın kitabını ve Resûllullah’ın sözünü arkalarına atmışlar. Vay onların haline yarın !
وقَالُوا : بأَنِّ الدِّينَ لَيْسَ بِكَاملٍ
وكَذَّبَ مَا قَالُوا الإلهُ وَفَنِّدَا

6-
Onlar İslam Dini’nin kâmil olmadığını söylemektedirler. Oysaki, Allah onların dediklerini yalanlamış ve hatalı olduklarını ortaya koymuştur.
وَماَ فَرَّطَ الْرَحْمَنُ شَيْئًا وَلَمْ يَكُنْ
نَسِيًّا وَلَمْ يَتْرُكْ بَرِيَّتَهُ سُدَا

7-
Rahman hiçbir şeyi eksik bırakmadı. O, unutucu olmadığı gibi yarattıklarını da kendi başlarına sahipsizliğe terk etmemiştir.
وَقَدْ فَصَّلَ التَحْرِيمَ والحلَّ كُلَّه
وَبَيَّنَ أَحْكَامَ العَبادِ وَسَدَّدَا

8-
Haramı, helali hepsini açıkladı, Kulları ilgilendiren hükümleri açıkladı ve kesinliğe bağladı.
وَعَلَّمَ وَجْهَ الحُكْمِ فيمَا اعْتَدَوْا بِهِ
وَنَصَّ عَلَيْهِ الحُكْمَ نَصًّا وَرَدَّدَا

9-
Haddi aştıkları konuda hükmün ne olduğunu öğretti, buna dair hükmünü apaçık bir şekilde tekrar tekrar bildirdi.
وَلَمْ يَتَعَبَّدْنَا بِعَنتٍ وَلَمْ يُرِدْ
يُكَلفنا مَا لا نُطيقُ تَعَبُّدَا

10-
Bizi zorluk ve sıkıntı ile yükümlü tutmadı. Gücümüzün yetmediği şeylerle bizi mükellef kılmayı da istemedi.
وَحَرَّمَ قَوْلَ الظَّنِّ في غَيْرِ مَوْضِعٍ
وَأَنْ تَقْتَفِي مَا لَسْتَ تَعْلَمُ مَوْعِداَ !

11-
Bir çok yerde zanda bulunmayı ve bilmediğin şeyin peşine düşmeyi korkutarak haram kılıp yasakladı.
أَخِي عد عَنْ سُبْلِ الضَلالِ ! فَإنَّنِي
رَأَيْتُ الهُدَى أَهْدَى دَلِيلاً وَأَرْشَدَا

12-
Kardeşim, dalâlet yollarından vaz geç! Çünkü ben hidayet yolunu en doğru rehber olarak gördüm.
وَدَعْ عَنْكَ آراءَ الرِجَالِ وَقَوْلَهُمْ
وخُذْ بِكِتَابِ اللهِ نَفْسِي لَكَ الفِدَا!

13-

Kişilerin sözlerini ve görüşlerini bir kenara bırak. Allah’ın kitabına sarıl canım sana feda olsun!
وقُلْ لِرَسُولِ اللهِ : سَمْعًا وطَاعَةً
إذَا قالَ قَوْلاً أَوْ تَيمّمَ مَقْصِدَا

14-
Ve Allah Resûlü bir söz söylediği veya birşey kastettiği zaman; ona, işittim ve itaat ettim, de.
أَوَامِرُهُ حَتْمُ عَلَيْنَا وَ نَهْيُهُ
تُلافِيهِ بالإقْلاع عَنْهُ مُجَرَّدَا

15-
O’nun emirleri ve yasakları bizim için kesindir. Mücerred olarak onları başka manalara çekmekten sakın.
حَرَامٌ وَفَرْضٌ طَاعَةٌ قَدْ تَيَقَّنَتْ
وَمَنْ تَرَكَ التَخْيِيرَ وَالوَقف َ سَدَّدا

16-
Haram ve farz kesin taatlerdir. Kim bu hususlarda muhayyer olmayı ve duraksamayı terk ederse sağlam yol tutmuş olur.
فإنْ يبد بُرْهَانٌ يُبَيِّنُ أَنَّهُ
عَلَى غَيرِ ذَا صِرْنَا مَعًا لِلَّذِي بَدَا

17-
Eğer bizim sahip olduğumuz bilginin yanlış olduğunu açık bir şekilde gösteren bir burhan ortaya çıkarsa, hep birlikte ortaya çıkan o delile döneriz.
وأَفْعَالُهُ اللائِي تُبَيَّنُ وَاجِبًا
مِنَ اللهِ فَاحْمِلْهَا عَلَيْهِ وَماَ عَدَا

18-
Hz. Peygamber’in Allah’tan gelen bir vacibi açıklayan fiillerini vücuba hamlet. Bunun dışındakilere gelince ;
على أُسْوة لا زِلْتُ مَؤْتَسياً بِهِ
وَلَيْسَتْ بِفَرْضٍ وَالسَعيدُ مَن اقْتَدَا

19-
Güzel bir örnek olması içindir. Ben farz olmadığı halde daima onlara uyuyorum. Kurtulaşa eren ona uyan kimsedir.
وَإِقْرَارُهُ الأَفْعَالَ مِنْهُ إِبَاحةٌ
لَهاَ فَمُحَالٌ أَنْ يُقِّرَ مَنْ أَفْسَدَا

20-
Fiilleri ikrar etmesi, onların mübah olduğunu gösterir. Hz. Peygamber’in müfsit olan birini ikrar etmesi ise muhaldir.
وَمَا صَحَّ عَنْهُ مُسْنَدًا قُلْ بِنَصِّهِ
وَإِيَّاكَ لا تَحْفَلْ بِمَا لَيْسَ مُسْنَدَا

21-
O’ndan müsnet olarak geldiği sahih olan hadisi geldiği gibi kabul et. O’ndan müsnet olarak gelmeyen şeyi kabul etme, sakın.
وَسَوِّ كِتَابَ اللهِ بِالسُنَّةِ الَّتي
أَتَتْ عَنْ رَسُولِ اللهِ تَنْجُو مِنَ الرَّدَى

22-
Allah’ın kitabını, Resûlullah’tan gelen sünnet ile bir tut. Böylece helak olmaktan kurtulursun.
سَوَاءٌ أَتَتْ نَقْلَ التَوَاتُرِ أَوْ أَتَتْ
بِمَا قَدْ رَوَى الآحَادُ مَثْنَى وَمَوْحِدا

23-
İster mütevatir nakille gelsin, ister bir iki kişinin âhad bir şekilde rivayet ettiği sünnet olsun birdir.
وَقُلْ : إنَّهُ عِلْمٌ وَلا تَقُلْ إِنَّهُ
مِنَ الظَّنِ لَيْسَ الظَّنُّ مِنْ دِينِ أَحْمَدَا

24-
Sen ondan gelen şeylerin gerçek bir bilgi olduğunu söyle. Sakın zan ifade ettiklerini söyleme. Zira zan Ahmed’in (s.a.s.) dininden değildir.
فَكُلٌّ مِنَ الوَحْيِ المُنزَّلِ قَدْ أَتَى
عن اللهِ إِنَّ الذِكْرَ يُحْفَظُ سَرْمَدَا

25-
Bunların hepsi indirilmiş vahiydir, Allah katından gelmiştir. Çünkü zikr ebediyen muhafaza edilecektir.
وخُذْ ظَاهِرَ الأَلْفَاظِ لا تَتَعَدَّها
إِلَى غَايَةِ التَأْوِيل تَبْقَ مُؤَيَّدا

26-
Kur’an ve sünnetin lafızlarının zahirlerine yapış tevile giderek bunların zahirlerini aşma. Böylece her zaman desteklenirsin.
فَتَأْويلُها تَحْرِيفُها عَنْ مَكَانِهَا
وَمَنْ حَرَّفَ الالْفَاظَ حَادَ عَنِ الهُدَى

27-
Nasları tevil etmek, onları yerlerinden oynatarak tahrif etmek demektir. Lafızları tevil eden kimse, hidayetten sapmıştır.
فَإنْ جَاءَ بُرْهَانٌ بِتَأْوِيلِ بَعْضِهَا
فَأَلْقِ إِلَى الحَقِّ الَّذِي جَاءَ مِقْلَدَا

28-
Şayet nasların bir kısmının tevil edilmesini gerektirecek bir delil gelirse, kendini anahtar olarak gelen hakikatin eline bırak, hakka teslim ol.
وَكُلُّ عُمُومٍ جَاءَ فَالْحَقُّ حَمْلُهُ
على مُقْتَضَاه دُونَ أَنْ تَتَرَدّدا

29-
Allah’tan ve Peygamber’inden gelen her umumi ifadede doğru olan, tereddüt göstermeksizin muktezasına hamledilmesidir.
وَإِنْ جَاءَ بالتخصيصِ نَصٌّ فُخُصَّه
بِهِ وَحْدَهُ واحْذَرْ بِأَنْ تَتَزَيَّدا !

30-
Şayet umumi ifadenin tahsisine ilişkin bir nas gelirse, onu sadece bununla tahsis et. Buna ilavede bulunmaktan kaçın.
وأَخْرِجْ قَلِيلاً مِنْ كَثِيرٍ وَإِنْ بَدَتْ
مُعَارَضَةٌ فَاشْدُدْ عَلَى الزَّائِدِ الْيَدَا

31-
Naslar arasında bir teâruz, çatışma görünürse, az olanı çok olandan çıkar, ziyadesi olana yapış. (Umum ve husus çatışırsa, hususu çıkar, umumdan geri kalanı kullan.)
وَإِنْ صَحَّ مَا بَيْنَ النُّصُوصِ تَعَارُضٌ
فَمَنْسُوخُهَا مَا جَاءَ مِنْهُنَّ مُبْتَدَا

32-
Eğer naslar arasında sahih bir teâruz ortaya çıkarsa, bunların mensuh olanı, daha önce gelenidir.
وَإِنْ عدم التَّارِيخُ فِيهَا فَخُذْ بمَا
يَزِيدُ عَلى المَعْهُودِ في الأَصْلِ تَرْشُدَا

33-
Eğer tarihleri bilinmiyorsa, o zaman bunlar içinde, asıl olarak en çok bilinenine tutun ki, doğruyu bulasın.
تَكُنْ مُوقِنًا أَنْ قَدْ أَطَعْتَ وَتَارِكًا
لِكُلِّ مَقَالٍ قِيلَ بِالظَّنِّ مُبْعَدَا

34-
Kesin bir şekilde biliyor olarak itaat et, zanla ifade edilmiş her sözü de uzak durarak terk et.
وَكُلُّ مُبَاحٍ في الكِتابِ سِوى الَّذِي
يُفَصِّلُ بالتَّحْريم مِنْهُ مُعَدَّدا

35-
Haramlığı tek tek sayılarak açıklanan şeylerin dışında her mübah kitapta mevcuttur.
وَإِنْ لَمْ يَرِدْ نصٌّ بِإِلْزامِ طَاعَةٍ
مِنَ اللهِ لَمْ يَلْزَمْكَ أَنْ تَتَعَبَّدَا

36-
Allah tarafından itaat edilmesinin gerekliliğine ilişkin bir nas gelmemişse, bununla amel etmen lazım gelmez.
وَعِنْدَ اخْتِلافِ النَّاسِ فَالحُكْمُ رَاجعٌ
إِلَيْهِ وَبِالْإِجْمَاع مِنْ بَعْد يُهْتَدَى

37-
İnsanların ihtilaf etmesi durumunda, hüküm Resûl’e râcidir. Ondan sonra ancak icmâ ile doğru yol bulunur.
وَذَاكَ سَبيلُ المُؤْمِنينَ وَمَنْ يُرِدْ
خِلافَ سَبِيلِ المُؤْمِنِينَ فَمَا اهْتَدَى

38-
İşte bu (icmâ) müminlerin yoludur. Kim müminlerin yoluna muhalefet etmeye kalkışırsa, doğru yolu bulamaz.
وَلا تَدعِ الإِجْمَاعَ فِيمَا جَهِلْتَهُ
وَلَمْ تَعْلَم التَّحْقِيقَ جَمْعًا وَمُفْرَدا

39-
Cahili olduğun ve toplu olarak ve tek tek (icmalen ve tafsilen) hakikatini bilmediğin bir konuda icmâ olduğunu iddia etme.
وإِنْ امرُؤٌ في الدِّينِ حَكَّمَ نَفْسَه
قِيَاسًا أَوْ اسْتِحْسَانَ رَأْيٍ لذو اعتدا

40-
Eğer bir kişi, din alanında kıyasta veya rey istihsanında bulunarak kendi nefsini hakem kılarsa, haddi aşmış olur.
فتلك حدود الله لا تعتدنها
و من قال بالتعليل فيه قد اعتدى

41-

Bunlar Allah’ın hadleridirler. Onları sakın aşma. Allah hakkında kim ta’lili (illet ve sebep göstermeyi) kabul ederse haddi aşar.
وَجَاءَ بِدَعْوَى لا دَليلَ يُقِيمُهَا
وأَسْرَفَ في دِينِ الإلهِ وأَلحَدَا

42-
Bu kimse, ispatında delil getiremeyeceği bir iddiada bulunmuş olur. Allah’ın dininde aşırılığa kaçmış ve ilhada düşmüş olur.
ومَنْ قَالَ مُحْتَاطًا بِردْعِ ذَرِيعَةٍ
بِرأْيٍ رآهُ قَدْ أتَى اللَّهوَ وَالردى

43-
Kim kendi görüşü ile red-i zeri’a (sedd-i zeri’a) ile ihtiyata dayanarak görüş bildirirse, lehviyyata dalmış ve helake düşmüş olur.
مُحِلَّ حَرَامٍ أَوْ مُحَرِّمَ مَا أَتَى
بِتَحْلِيلهِ مخطي الكِتَابِ تَعَمُّدَا

44-
Bir haramı helal kılan yahut helal olduğu konusunda nas gelen bir şeyi haram kılan, kasıtlı olarak Kur’an’a (el- kitap) karşı hata işlemiş olur.
وَمَنْ يَدَّع نَسْخًا على الحُكْم لَمْ يَجِىءْ
على ذاكَ بالبُرْهَانِ لَيس مُفَنِّدَا

45-
Bir delil (burhan) getirmeden hükmün neshedildiğini iddia eden kimse, o hükmün neshedildiğini ispatlamış olmaz.
ولا تَنْتَقِلْ عَنْ حَالِ حُكْمٍ عَلِمْتَه
لِقَوْلٍ عَنِ الإِجْمَاع والنَّصِّ جُرِّدَا

46-
İcmâ ve nassa dayanmayan bir görüşten dolayı bildiğin hükmün durumundan ayrılma.
مِنَ الْحِلِّ والتَّحْرِيمِ أَوْ مِنْ لَوازِمٍ
عَلَيْكَ فلا تَعْدُ السِّبِيلَ المُمَهَّدَا

47-
Helale, harama ve bunların lazımı olan hususlara yapış. Bu konuda engebesiz düzgün yoldan şaşma.
ولا تلتفت حُكْمَ البلادِ وَجَرْيَهَا
عَلَى عَمَلٍ مِمَّنْ أَغَارَ وَأَنْجَدَا

48-
Beldelerin hükmüne ve onların muhaliflerinden veya yandaşlarından gelen bir amel üzere cari olan uygulamalarına iltifat etme.
وَإِنْ لَمْ تَجِدْ نَصًّا على الحُكْمِ فَالْتَمِسْ
إِلى قَصْدِهِ جَمْعَ النُّصُوصِ لِتَرْشُدَا

49-
Eğer hükme dair bir nas bulamamışsan, doğruyu bulmak için nasları toplayarak hükmün maksadını bulmaya çalış.
فَتمْنَحَ حُكْمًا بينها قَدْ قد جهلته
وَتَجْمَعَ شَمْلاً كَانَ مِنْهَا مُبَدَّدَا

50-
Onlar arasında bilmediğin hükme ulaşır ve dağınık nasları da toplamış olursun.
وَذَاكَ عَلَى مَعْنَاهُ نَصٌّ وَإِنَّهُ
لَحَقٌّ كَمَا لَوْ كَانَ نَصًّا مُجَرَّدَا

51-
Bu, ifade ettiği anlam konusunda nas gibidir ve tıpkı bu konuda müstakil bir nas olması gibi haktır.
وَهَذَا الذي يُدْعَى اجتهادًا ولَيْسَ ما
تَقُولُ أُلو الآراءِ مِنْهَا تَلَدُّدَا

52-
İşte bu içtihat denen şeydir. Görüş sahiplerinin üzerinde inat ederek söylediği görüşler değildir.
وَأَثْقَلَهُمْ جَمْعُ النُصُوصِ فَاَظْهَرُوا
عَلَى الدِينِ نُقْصَانَ النُصوصِ تَبَلُّدا

53-
Nasları toplamak onlara ağır gelmiş ve bu yüzden, aptallık ederek, din konusunda nasların yetersizliğini (noksan olduğunu) iddia etmişlerdir.
وَقَالُوا : لَنَا إِكْمَالُهُ وَتَمَامُهُ !
تَبَارَكْتَ رَبِّي أَنْ تَكُونَ مُفَنَّدَا !

54-
Onlar « dini ikmal etmek, tamamlamak bize aittir.» dediler. Oysaki Rabbim, sen çürütülüp tekzip edilmekten münezzehsin !
وَقَدْ قُلْتَ : إِنَّ الدِّينَ أَكْمَلْتَهُ لَنَا
وَفصَّلْتَهُ والحَقُّ ما قُلتَ أَمْجَدَا

55-
Ey Rabbim! Sen, dini bizim için tamamladığını ve açıkladığını söyledin. Gerçek olan senin şerefli sözündür.
ولا تَلْتَفِتْ عِنْدَ الخِطَابِ دَلِيلَهُ
ولا تَلْتَزِمْ شَرْعًا سِوَى شَرْع أَحْمَدَا

56-
Hitap konusunda hitabın mefhum-u muhalifine iltifat etme. Ahmed’in dininden başka bir dine yapışma.
فَكُلُّ نَبِيًّ خُصَّ إِنْذَارَ قَوْمِهِ
وَأَحْمَدُ عم النَّاسَ أَدْنَى وَأَبْعَدَا

57-
Her peygamber sadece kendi kavmini uyarmakla görevlendirilmiştir. Ahmed ise uzak yakın bütün insanlığa gönderilmiştir.
وأَخْلِصْ لَدَى الأَعْمَالِ نِيَّتَكَ الَّتي
بِهَا تَرْتَقِي الأَعْمَالُ للهِ مُصعِدَا

58-
Ameller konusunda niyetin samimi olsun ki ameller bu niyet sayesinde Allah’a yükselir.
وَصَلِّ عَلَى الزَاكي المُجِيرِ مِنَ العمى
نَبيِّ الهُدَى خَيْرِ الأَنَامِ مُحَمَّدا

59-Temizleyen, körlükten kurtaran hidayet peygamberi, yaratılmışların en hayırlısı olan Muhammed’e salat ve dua et.
وَ لِلَّهِ حَمْدي سَرْمَدًا غيرَ مُنْقَضٍ
عَلَى مَا هَدَى حَمْدًا كَثيرًا مُرَدَّدَا

60-
Hidayete erdirdiği için Allah’a tükenmeksizin ebediyyen defaatle hamt olsun.

III- İbn Hazm’ın Usûlü’nün Genel Karakteristikleri
İbn Hazm’ın kasidesinde usul ve özellikle de usûlu’d-din açısından öne çıkan görüşlere geçmeden önce onun usûlünün temel özellikleri üzerinde bazı düşüncelerimizi, görüşlerini ve problemlere bakışını anlamamıza yardım edebileceği düşüncesiyle paylaşmak istedik. Onun usûlünün genel karakteristiklerini maddeler halinde şöyle tespit edebiliriz :
1- Dinin alanı ile eşya ve tabiat bilimlerinin alanını birbirinden ayırmak gerekir. Bu alanlar, birbiri ile ilişkide oldukları konular veya ortak noktalar bulunsa da, aynı karakterde değillerdir. Din, kaynak itibariyle vahye dayanır. Dolayısıyla dine ait bilgiler ve hükümler, vahye istinat ederler. Vahiy ile Allah tarafından gönderilen bilgiler, bir peygamberin insanlara tebliğ etmesiyle öğrenilir. Bu iki kaynak, din konusunda tüm bilgilerin alındığı, tüm hükümlerin çıkarıldığı aslî temeller olarak değerlendirilir. Dayanağını bunlardan almayan başka asıllar ve yöntemler, din konusunda geçerli yöntemler olamazlar.
2- Eşyanın hakikatı sabittir. Varlıklar, Allah’ın kendilerini yarattığı bir hakikate ve tabiata sahiptirler. Aksi yöndeki düşünceler, delilsiz ve yanlış düşüncelerdir. Eşya yani yaratılmış varlıklar, dış alemde gerçekleşmiş, hakiki birer varlık olup, mümkin varlık kategorisine dahildirler. İnsan, eşya ve hakikatler hakkında duyu organları, akıl ve haber ile bilgi sahibi olabilir. Bunlar, objektif insanî bilginin vasıtalarıdır.
3- İnançla ilgili dinî hükümlerin çıkarılacağı dört asıl kaynak vardır. Bunlar, İbn Hazm tarafından “Kur’an, Sünnet, İcmâ ve Delil” şeklinde ifade edilir. Onun icmâ ve delilin dayanağının da naslar olması gerektiğini düşündüğü de göz önünde bulundurulduğunda, Kitap ve Sünnet, iki ana aslî kaynak olarak karşımıza çıkar.
4- İbn Hazm, mantık ilmine büyük önem vermiş ve Gazâlî’den daha önce Müslümanların mantığı öğrenmeleri ve doğru bir şekilde kullanmalarının zorunluluğunu ifade etmiştir.
5- Kıyas ve re’y, inançla ilgili hükümlerin tespitinde kullanılamazlar. Allah ile ilgili konular başta olmak üzere, hiçbir imanî ve dinî meselede kıyas ile hüküm verilemez.
6- Nasların anlaşılması ancak zahirleri üzere olmalıdır. Nasların gizli anlamları, bâtın manaları yoktur. Allah demek istediği şeyi, o cümlelerle söylemiştir. Bu itibarla insanlar cümleleri ve cümleleri oluşturan lafızları zâhiri üzere, Arap dilinin kuralları içinde anlamaya çalışmalı, bunların anlamlarını kaydıracak tevil, teşbih, mecaz ve yorumlardan kaçınmalıdır.
7- Îtikatla ilgili hükümler tespit edilirken hadislere de dayanılabilir. Mütevatir veya âhad olmalarına bakılmaz. Hz. Peygamber’e müsnet yolla ulaşmaları yeterlidir
8- İbn Hazm’ın yönteminde her ne kadar nasların zâhirini esas alıp, naslara dayalı bir istidlâli öngörülmekte ise de, akılcılık ve akla dayanmak önemlidir. Hatta bazı araştırmacılar, onun yönteminin akılcılık olduğunu ifade ederler. İbn Hazm, İslam inancını temellendirirken, “aklî delillerle Allah’ın varlık ve birliğini, Muhammedî nübüvveti ve onun risaletini kanıtlamaktadır. Bunu yaptığında Kur’an ve sünnetin doğruluğu da sübut bulmuş olmaktadır.” Ancak onun yöntemine salt akılcılık demek yanlış olur. O, akla büyük önem vermiş olması itibariyle, akılcı olarak görülebilir.
9- İbn Hazm’ın usûlünde objektiflilik ve sistematik yöntem de önemlidir. O, problemi ortaya koyar, problemle ilgili olarak karşı tarafın görüşlerini, anlayışlarını ve delillerini objektif bir biçimde belirtir. Sonra tek tek bu görüşleri ve delilleri değerlendirir ve yanlışlarını gösterir. Sonra da kendi görüşünü delilleriyle birlikte ortaya koyar. İbn Hazm, delillerini öncelikle ayetlerden ve hadislerden seçer, sonra icmâya dayanan deliller kullanır. Tabi ki aklî, bedîhiyyâta ve müşahedelere dayanan delili de ihmal etmez. İbn Hazm, bir konuda birilerinden görüş naklederken de çok dikkatli ve ilim ahlakının gerektirdiği ölçülere uygun davranır. Görüşleri metin içerisinde verir ve bunları söyleyen kişinin ismiyle birlikte zikreder. Bazen görüş sahibinin eserinin ismini verir.
IV- Manzumede Öne Çıkan Görüşler
a. İslam’dan Başka Din Yoktur ve Hz. Muhammed’in Daveti Umûmîdir
İbn Hazm kasidesinde, dini Allah’a nisbet ederek , İslam’ın Allah katında tek geçerli din olduğu bundan başka bir din aranmayacağı , Hz. Muhammed’in bize bu dini tebliğ eden bir peygamber olup , risaleti ve davetinin tüm insanlığı şamil olduğunu dile getirmiştir. Allah katında geçerli olan dinin İslam olduğu Kur’an ile sabittir. Allah kulları için İslam’ı din olarak seçmiştir. Allah’ın dini olan İslam’ı insanların duyu organları veya akıllarıyla bilme imkânları yoktur. Bunun için peygamber gelmesine olan ihtiyaç zorunludur. Hz. Muhammed, Allah tarafından görevlendirilmiş bir elçi ve hidayet rehberi olup mahlûkatın en hayırlısıdır. Ondan getirdiği ve bize tebliğ ettiği her şey vahiy mahsulüdür.
b. Din Tamamlanmıştır
İbn Hazm eserlerinin birçok yerinde dinin tamamlandığı, hiçbir noksan ve eksiğinin bırakılmadığı hususunu dile getirir. Böylece kıyas, tevil, makbul olmayan içtihat, istihsan-ı re’y gibi yöntemlerle Kur’an’da belirtilmemiş, Hz. Peygamber’in de hakkında bir söz söylemediği görüşleri kabul etmeye karşı çıkmak istemiştir. Dolayısıyla bu zikrettiğimiz yöntemlerle yeni bir şey ihdas etmek, onun düşüncesine göre, Allah’ın dininde eksik olan bir şeyi tamamlamak iddiası ve cüretinden başka bir şey olmayıp, aynı zamanda Allah’ı yalanlamak anlamına da gelir. Kim bu aşırılığa saparak böyle bir şey yaparsa, ahmaklık etmiş ve dinden de çıkmış olur. Zira Allah Kur’an’da dinin tamamlandığını açık bir şekilde ifade etmiştir. İbn Hazm, bu görüşlerini kasidesinin 6-9, 52, 54-55. beyitlerinde de vurgulamıştır.
c. Edille-i Şer’iyye
İbn Hazm, dinde ahkâmın kendilerinden çıkarıldığı asılların genellikle üç tane olduğunu kaydeder. Bunlar Kitap, Sünnet ve icmâdır. Bunların dışında dördüncü bir aslın olmadığını net bir şekilde ifade eder. Örneğin ed-Durre isimli eserinde bu görüşünü şu sözleriyle ortaya koyar. “Allah’ın muradını bize gösteren asıllar üç tanedir dördüncüsü yoktur: Bunlar Kur’an, ister bir topluluk tarafından, isterse sika ravilerin yine sika ravilerden nakletmesi sûretiyle olsun peygambere ulaşan hadisler ve icmâdır.” Ancak birkaç yerde bunların sayısını dörde çıkartır ve medlûlüne kesin olarak delalet eden burhan/ delil diye isimlendirdiği dördüncü bir asıldan bahseder. Kasidedeki ibarelerine baktığımızda, Kitap , Sünnet , icmâ ve burhan/delil şeklinde bunların açık bir biçimde zikredildiğini görmekteyiz. Onun edille-i şeriyyeyi çoğu zaman üç, kimi zaman da dört olarak ifade etmesi bir çelişki olarak görülebilir. Ancak biz bunun bir çelişki olduğu kanaatinde değiliz. Çünkü onun düşünce sisteminde, dördüncü asıl olarak kabul ettiği burhan, kendinden önceki üç asla dönen ve onlarda olanı çıkarmaya çalışan yöntemden farklı bir şey değildir. Dolayısıyla dördüncü asıl olan burhan, zaten ilk üç asla dönen bir delil olmaktan öte bir şey değildir. Bu husus üzerinde daha sonra tekrar duracağız.
İbn Hazm, dinî bir hükmü bilmenin ancak zikrettiğimiz bu dört şeyden birisi ile mümkün olacağını düşünür. Ancak bunların hepsi de nassa râcidirler. Nas ise sübûtu bilenen ve manası anlaşılan şeydir. İbn Hazm, bu dört aslın kesinlikle birbiriyle çelişmeyeceğini ve birbirine muhalefet edemeyeceğini kabul eder. Ona göre sünnet, Kur’an’a kesinlikle ters düşemez. Aksine onu şerh edip tanımlar, icmâ da sünneti şerh eden ve tamamlayan bir temel olduğuna göre, onun da Kur’an’a ters düşmesi mümkün değildir. Akıl da böyledir, Kur’an’la çelişmediği gibi, Kur’an da akılla çelişmez. İbn Hazm, bunu şöyle ifade etmiştir. “Allah’ın buyurduğu her söz hak olup, hiçbiri aklî olana aykırı değildir. Aksine Allah’ın sözlerinin hepsi mâkuldür. Allah’ın haber vermesinden önce bizim için mümkün olan bu bilgiler, Onun haberiyle vacip, hak ve kesin olurlar.” Usul âlimlerinin genelinin kabul ettiği dört asıldan farklı olarak, İbn Hazm’ın kabul ettiği dört asıl içerisinde kıyas yoktur. O, kıyasa olan karşıtlığı ile tanınmıştır. Onun edille-i şer’iyye olarak ifade ettiği asıllar üzerinde kısa açıklamalar yapmanın faydalı olacağını düşünmekteyiz.
c. 1. Kitap
İbn Hazm, Allah tarafından inzal edilmiş ve tevatüren bize kadar gelmiş, lafzı Arapça olan Kur’an’ın şer’i hükümlerin çıkarıldığı ilk ve asıl kaynak olduğunun altını çizer. Onun bu konuda diğer usulcülerden ayrıldığı bir husus yoktur. O Kur’an’ın beyanının üçe ayrıldığını ifade eder :
Birinci kısım, kitabın her hangi bir açıklamaya ihtiyaç duymayan, anlamı açık olan kısmıdır. Kıssalar, çocukların ve eşlerin miras payları, iftira ile ilgili ayetler gibi konular bu kısma dahildir. İkinci kısım, Kur’an’ın mücmel olan kısmıdır. Ancak bunlar başka yerlerde beyan edilmiştir. Mesela talak ile ilgili bazı ayetler, talak süresinde açıklanmıştır. Üçüncü kısım, Kur’an’ın sünnetle beyan edilen kısmıdır. Bunlara örnek olarak da nikah, zekat ve namazla ilgili ayetler zikredilebilir. Hz. Peygamber namazın nasıl kılınacağı ile ilgili olarak “Benden gördüğünüz gibi namaz kılınız.” buyurmuş ve böylece kitabın namaz kılın emrinin nasıl ifa edileceğini belirtmiştir.
Bununla birlikte İbn Hazm, Kur’an’ın manasını açıklamadığı veya daha fazla bir bilgi vermediği, peygamberin de bir izahta bulunmadığı bir takım ayetlerin olmasını reddetmez. Sözgelimi huruf-u mukatta tabir edilen ve bazı sürelerin başlarında bulunan “ حم, الم” gibi harfler bundan başka “ والشمس, والمرسلات, والتين” gibi yeminler konusunda bu harflerin ne anlama geldiği, niçin bu varlıklara yemin edildiği gibi konularda ne kitapta, ne de hadislerde bir bilgi verilmemiştir.
Yine Kur’an’ın kendi ifadesine göre, bir kısım ayetler müteşabihtirler. İbn Hazm, bunların teviliyle uğraşmayı bidat ve haram olarak değerlendirir. O bu konudaki görüşlerini şu sözleriyle ifade etmiştir: “Allah, müteşabihatı tevil etmek isteyenlerin kalplerinin bozulmuş olduğunu, fitne çıkarmak istediklerini haber vermiştir. Biz bu sıfattan Allah’a sığınırız. Naslarla sabit olmuştur ki, müteşabihatın tevilini ancak Allah bilir, başkası bilmez. Dolayısıyla müteşabihatı bilmeyi arzulamak haramdır.”
c. 2. Sünnet
İbn Hazm da diğer usulcülerin yaptığı gibi, sünneti üç kısma ayırır. Bunlar peygamberin, söz, fiil ve takrirleridir. Peygamberin söz ve fiilleri, İbn Hazm’a göre kesinlikle hüccet olarak kabul edilir. Bunlarla amel etmek farzdır. Ancak peygamberin takrirleri genel anlamda mendubiyet ifade ederler. Şayet bir emir lafzı söz konusu olursa ve takriren sabit olan bir hükmü bizim uygulamamız gerektiğine dair bir karine bulunursa; o zaman, takrir de hüccet olur ve bununla amel etmek farz olur. Bu görüşleri kasidesinde 14 ve 15. beyitlerde de görülmektedir.
İbn Hazm mütevatir hadislerin hem bilgi hem de amel konusunda bir vücûbiyet gerektirdiği konusunda diğer usulcülerle aynı görüşü benimser. Onun mütevatir hadisler konusunda diğerlerinden ayrıldığı hususların başında, bazen bir haberin iki ravi tarafından rivayet edilmesinin de tevatür ifade edebileceğini düşünerek, mütevatir haberin her zaman topluluktan gelen haber olmayacağını iddia etmiş olmasıdır.
İbn Hazm’ın âhad haber ile zorunlu bilginin husûle gelmesi ve bu haberlerle amel edilmesi konusundaki görüşleri de kısmen diğer usulcülerinkiyle uyuşur. Cumhura göre âhad hadisler zaruri bilgi gerektirmezler ve zann-ı galip ifade ederler. Ancak kendileri ile amel edilebilir. Bu durumu Âmidî, şöyle izah etmiştir: “Muhaddislerin bazı haberleri reddedip bazıları üzerinde tevakkuf etmeleri, haberlerde böyle davranmayı gerektiren bir halin bulunuşu veya aranan bir şartın bulunmayışı gibi sebepler nedeniyledir. Yoksa o haberlerle amel etmek hususunda hemfikir olup da, sıhhat derecesi bakımından ihticaca elverişli olmadıklarından değildir.” Cumhurdan farklı olarak, âhad hadislerin amelle birlikte ilmi de gerektireceğini kabul eden İbn Hazm, bu konuyla ilişkili görüşleri şöyle ifade eder: “Eğer adûl olanın rivayetiyle, Hz. Peygambere kadar ulaşıyorsa, âhad haber ile amel etmek vaciptir. Yine onun doğruluğunu bilmek de vaciptir” “Resûlullah’a muttasıl, âdil bir haber-i vâhid, kesin bilgi bildirir. Bunda yalan ve tevehhümün olması caiz olmaz. Böyle bir haber Allah katındandır. Allah Resûlü’nün bütün sözleri vahiydir.” İbn Hazm, aynı görüşünü kasidesinde 14, 21-25. beyitlerde de ifade etmiştir.
İbn Hazm bazı hadislerin, sırf mütevatir şartlarını haiz olmadığı için gözardı edilmesinin doğru olmayacağını şöyle ifade etmektedir: “Bir sahabi, diğerlerinin dikkatinden kaçmış veya duymadıkları bir hadisi nakledebilir. Sahabenin çoğunluğu bunu kaçırmış olabilir. Bu yönden bu hadis tek başına gerçeği ifade edebilir. Ayrıca bu dünyada, âlim ve salih insanların sayısı, her zaman cahil ve fasık insanların sayısından daha azdır. Bu konuda Allah’ın şu sözü delil olarak yeterlidir: “Ancak iman edip salih ameller işleyenler hariç, ama onlar da çok azdır.” İbn Hazm daha sonra “Bu din garip başladı ve garip bitecektir. Ne mutlu o gariplere!” şeklinde bir hadis rivayet ederek şöyle der: “Eğer insanların çoğuna tabi olursan ve onlar zanlarından başka bir şeye tabi değillerse, seni doğrudan saptırırlar. Kur’an ve sünnete uyanlar azdır. Bunlar az olan gariplerdir.” Buna ilaveten İbn Hazm, bu konudaki görüşünü savunmak için “İnananların hepsinin birden savaşa çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminden bir grubun dinde derin bilgiler edinmek ve sefere çıkanlar geri döndüğünde, onları uyarmak için arkada kalmaları doğru olur?” ayetini delil olarak getirir. İbn Hazm’a göre ayette geçen “taifetun” kelimesi genel anlamda, bir topluluk içinde bir kişiden başlayarak, daha fazlasını da içine alan bir sayısal çokluğu, ifade eder. Bu demek oluyor ki, taifenin en asgarisi bir kişi olabilmektedir. Bu durumda bir kişi tarafından rivayet edilen hadislerin makbul olması gerekir. Ayrıca peygamberden nakledilen haberin bir veya birkaç ravi ile rivayet edilmiş olması, onların şüpheyle karşılanmasını gerektirmemelidir. Zira o zamanda Arabistan’da mevcut olan yaşam şartları, insanların maişet sıkıntıları, her birinin bir işle yaşamını idame ettirmeye çalışıyor olması, herkesin her zaman peygamberin dizinin dibinde olmasını mümkün kılmıyordu. Kimileri tarlasında bağında, kimileri ticaretinde, kervanında işinde gücünde idiler. Bu yüzden peygamber, tebliğini yerine göre karşılaştığı bir kişiye yapıyordu. Bu şartlar göz önünde bulundurulursa, çoğu sahabenin bilmediği bir rivayeti Ebû Hüreyre gibi şahısların birinin veya bir kaçının biliyor olması akıldan uzak görülmez. İbn Hazm, bu konuda Hz. Ömer’in kadınların mescide alınmamasını bildiren bir haberi kendi oğlundan öğrenmiş olmasını örnek vererek görüşünü tekit etmeye çalışır.
İbn Hazm’ın hadisleri delil olarak kabul ederken dikkat ettiği bir başka husus da, hadisi rivayet eden sahabinin, “Allah Resûlü dedi” şeklinde kesin bir ifadesinin olmasıdır. O, böyle olmayan hadislerin, peygambere nispetini kabul etmez. Zira o, peygamberin söylediği kesin olarak metinde ifade edilmeyen sözün, sahabe sözü olma ihtimalini taşıyabileceğini düşünür. Sahabe sözü ise asla peygamberin sözü olmadığı gibi, zorunlu olarak kesin bilgi husûle getirmez.
İbn Hazm’ın, hadisleri ve âhad haberleri kullanmasının altında yatan temel düşünce, onun Kur’an ve sünneti aynı derecede birer asıl olarak kabul etmiş olmasıdır. O, Kur’an’da geçen “zikir” lafzını Kur’an ve Sünnet olarak anlar ve bu konuda ısrar eder. Halbuki âlimlerin çoğu buradaki zikrin, Kur’an olduğunu kabul etmişlerdir. Onun hadise yaklaşımı, tıpkı Kur’an’a yaklaşımı gibidir. Dolayısıyla hadisin, kelâmî konularda da kullanılmasını doğal ve doğru bulur. Nitekim onun bu düşüncelerini 22, 25. beyitlerde ifade ettiği görülmektedir.
c. 3. İcmâ
İbn Hazm, icmâyı, “Peygamber’den gelen bir haber üzerinde sahabenin icmâ etmesinden başka bir şey değildir.” şeklinde tanımlar. İbn Hazm, bu tarifi farklı cümleler halinde tekrarlar. Örneğin başka bir yerde şöyle bir ifade kullanır: “İcmâ, sahabenin Peygamber’den naklettiği ve bütün ümmetin de asırdan asıra onlardan naklettiği şeydir; iman, namazlar ve oruç gibi.” O, icmânın Hz. Peygamber’in tevkîfine raci olduğunu, dini bir konuda Allah’tan ve peygamberden gelen bir nassa dayanmayan icmânın bir geçerliliğinin olamayacağını ifade ederek bu asla verdiği değer ve önemi şöyle anlatır: “İcmâ, Hanif dinine mensup olanların prensibidir. Onlar icmâ’ın yanındadırlar ve icmâya sığınırlar. İcmânın sahih olduğuna dair bir delil bulunduğunda, kim icmâdan ayrılırsa, kafir olur.” Yaptığı tanımdan da anlaşılacağı üzere o, icmâyı sahabenin icmâsı ile sınırlandırmaktadır. Sahabenin icmâsını da, ancak peygamberden nakledildiği sabit haberler üzerinde olduğunda kabul etmektedir. Dolayısıyla sahabenin kendi içtihatları ile ittifak ettikleri herhangi bir hüküm, eğer kitap veya sünnette var olan her hangi bir nassa dayanmıyor, sadece sahabe içtihadı olarak kalıyorsa, bu da icmâ olmaz. İbn Teymiyye’nin de belirttiği gibi , bu görüşleriyle İbn Hazm, icmâ konusunda kelamcıların ve fıkıhçıların yollarından ayrılmaktadır.
İbn Hazm, sahabenin icmâsının, sahih icmâ olmasını temellendirirken, sahabenin sayısının belli olduğu, Kur’an’ın indiği devirde hepsinin mümin olduğu, ayetlerde geçen müminler lafızlarının onlar için kullanıldığı gibi gerekçelere dayanır. “İcmâ, ancak nebiden bir tâlim veya tevkif sonucunda olur. Sahabiler sınırlı sayıda idiler. İcmâlarının akdi, ve görüşlerinin hasrı mümkündü. Ayrıca onların hepsi Hz. Peygamber zamanında mümindiler. Dönemlerinde Sahabe, Müslümanların hepsidir. Onlardan başka herkes kafir idiler. Onlardan sonraki asırlardaki müminler, Müslümanların hepsini değil, bir kısmını oluştururlar.”
İbn Hazm özel bir şehrin, özel bir beldenin icmâ’ının delil olarak kabul edilmesini de reddeder. Bu itibarla, Mâlikilerin Medine halkının icmâ’ını sahih icmâ kabul etmesini doğru bulmaz. O, bu konuda çeşitli itirazlarda bulunurak, “Bir kere Medine’nin en üstün belde olduğunu nereden çıkarıyorsunuz, bunun delili nedir?” diye sorar. Sonra Medine’de münafıkların ve diğer belde halklarında olduğu gibi, şarap içen, zina eden, yalan söyleyen, günahkâr, fasıkların bulunduğunu belirtir. Dolayısıyla coğrafî bir bölgenin icmâ’ının, sahih icmâ olması fikrine karşı çıkar. Kasidede 47. beyitte bir belde halkının uygulamasının nassa dayanmıyorsa kabul edilmemesi gerektiğini belirten ifadelerinin olduğunu görmekteyiz.
c. 4. Burhan
“Aklî Burhan” , “Aklın delillerinin gerektirdiği” “Medlûlüne kesin olarak delalet eden burhan” şeklinde isimlendirdiği delili kabul eder . Onun dördüncü asıl olarak kabul ettiği bu delil, nastan hariç değildir. Bilakis ilk üç kaynaktan (Kur’an, Sünnet, İcmâ) çıkarılan ve bunlarda bulunan bir şeydir. Dolayısıyla delil; ne kıyastır, ne de sadece aklî istidlâlden ibaret olan bir şeydir. İbn Hazm’ın kabul ettiği delil, mantıkî zorunluluklar şeklinde olup, illet üzere kaim olan fıkhî kıyastan başkadır.
İbn Hazm, illet ile delili de birbirinden ayırarak, bunların farklı şeyler olduklarını ifade eder. Onun düşüncesine göre, her ne olursa olsun delil yani burhan ile sıhhat bulan her şey Kur’an’da ve Resûlullah’ın kelamında veya icmâda bulunur. İyi araştıran ve Allah’ın kendisini anlayışlı kılmak suretiyle desteklediği herkes bunları bilir. Bunların dışında kalan şeyler ise kanaat veya saçmalık olup, Kur’an da, Allah Resûlü’nün kelamı da bunlardan beridirler.
İbn Hazm nastan alınan delilleri yedi kısma, icmâdan alınan delilleri ise dört kısma ayırır. Nastan alınan yedi kısım delil şunlardır:
1- Herhangi birinde açıkça belirtilmeyen bir sonuca birlikte götüren iki mukaddime. Örnek vermek gerekirse: “Her sarhoş edici içecek, hamrdır.” ve “Her hamr, haramdır.” Naslardan alınmış olan bu iki öncülün zorunlu sonucu, “Her sarhoş edici içecek haramdır.” şeklinde olacaktır. Bu bir kıyas değil, naslardan çıkarılmış bir burhandır.
2- Bir hükmün kendisine bağlandığı şart. Hükmün kendisine bağlandığı şart gerçekleşince ona bağlanan hüküm de gerçekleşir. Buna örnek olarak “Eğer vaz geçerlerse, önceki yaptıkları bağışlanır.” ayeti zikredilebilir.
3- Kendisinden dolaylı bir anlamın çıkarılması mümkün olan lafız. Örneğin, “Şu bir gerçek ki, İbrahim başkaları için gamlanıp ah eden ince yürekli, yumuşak bir insandı.” ayetindeki ifadeden İbrahim (a.s.)’ın sefih ve gamsız biri olmadığı sonucu zorunlu olarak çıkarılır.
4- Birkaç şıktan biri hariç diğerlerinin batıl olduğunun gösterilmesiyle elde edilen zorunlu netice. Literatürde aklî taksim veya sebr ve taksim olarak adlandırılan bu hususu İbn Hazm bazen “zarûretü’l-akl” olarakda isimlendirir. Mesela bir şey ya haramdır, ya farzdır veya mübahtır. Haram ve farz olmadığı ispatlanırsa, onun mübah olduğu hükmü zorunlu olarak ulaşılan bir hüküm olmuş olur.
5- Üst dereceye ait bir hükmün altında toplanan önermeler. Mesela Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer’den üstündür. Hz. Ömer, Hz. Osman’dan üstündür. Buna göre Hz. Ebu Bekir’in, Hz. Osman’dan üstün olması kaçınılmazdır.
6- Mantıkçıların “aksu’l-kazaya” dedikleri türden olan hükümler. Mesela “Sarhoşluk veren her içecek haramdır.” hükmünden, haram olan bazı şeylerin, içki türünden olduğu zorunlu olarak çıkarılır.
7- Lafzın barındırdığı birkaç anlamdan çıkarılan hükümler. Mesela “Zeyd yazıyor.” denildiğinde, onun hayatta olduğu, yazı yazmayı bildiği, kaleminin olduğu gibi anlamlar zorunlu olarak anlaşılır.
İcmâdan alınan deliller ise dört tanedir.
1- İstishâb-ı Hâl: Fakihlerin dilinde “değişikliğine dair bir delil ikame edene kadar, bir şeyin geçmişteki durumunu koruduğuna hükmetmek” demektir. İbn Hazm’a göre naslar ile sabit bir hüküm bulunduktan sonra, bir delil getirmeksizin hiç kimse bu hükmün değiştiğini iddia edemez. Var olan bir hükmü değiştirmeye teşebbüs edemez. Böyle bir iddia, dini değiştirmek anlamına gelir. İbn Hazm’a göre, din tamamlanmıştır, artık dinde belli bir meseleye ait olarak belirtilmiş olan hüküm kıyamete kadar geçerlidir. Bunu kimse değiştiremez. Değiştiğini iddia edenlerin delilini getirmeleri gereklidir.
2- Ekallu mâ Kîle: Söylenen şeyin en azı demek olan bu delil türü zekât, diyet gibi meselelerde ihtilaf edildiğinde çalıştırılır. Bir topluluk daha az miktarı farz sayar, başka bir gurup da bundan fazlasını farz sayarsa, en az miktarda icmâ edilmiş olur. İbn Hazm bunu, farklı rivayetler söz konusu olduğunda, en az miktar üzerinde karar kılmak olarak değerlendirir.
3- Bir Görüşün Terki Üzere Oluşan İcmâ: İbn Hazm’a göre Müslümanlar herhangi bir konudaki bir görüşü terk etmek konusunda icmâ ederlerse bu da icmâdan çıkan bir delil olur.
4- Hükümler Karşısında Müslümanların Eşitliği: İbn Hazm’a göre din bütün Müslümanları muhatab olarak kabul etmiştir. Aksi bir tahsis, bir sınırlandırma söz konusu değilse, hükümler mukayyed olmayıp, mutlak bırakılmışsa, bütün Müslümanlar bu hükümler karşısında eşit konumdadırlar. Dini bir hükmün teklifi doğurmasında, bu sorumluluk bütün Müslümanları kuşatır. Eğer bir hükmün belli bir şahsa veya şahıslara şamil olduğu, tahsis edildiği gibi iddialarda bulunulursa, bu iddiaları ortaya atanların, bu görüşlerinin delillerini getirmeleri gereklidir.
İşte naslardan alınan mezkur yedi kısım delil, nasların manası ve mefhumu olup, hepsi nasların şumulü içerisindedir. Aynı şekilde icmâdan alınan dört kısım delil de, icmâın dışında olmayıp, tamamen icmâ’a dahildir.
d. Merâtibu’ş- Şerî’a
Bu konu, ağırlık ve detayları yönünden fürû’u ilgilendirdiğinden biz üzerinde çok durmak istemiyoruz. Bu konuda Prof. Dr. H. Yunus Apaydın’ın ve Yrd. Doç. Dr. Ayhan Ak’ın makalelerini tavsiye ederek kasidedeki ibareleri değerlendirmekle yetineceğiz.
İbn Hazm, kasidesinde haramın, helalin ve kulları ilgilendiren hükümlerin açıklandığı ve kesin hükme bağlandığını, insanların ihtilafa düştükleri konularda hükmün ne olduğunun mükerreren bildirildiğini, haram olduğu tek tek belirtilen ve sınırlı sayıda bulunan şeylerin dışında kalanların mübah olduğunu ifade eder. Eğer Allah tarafından itaat etmemizi emreden bir nas gelmişse bununla amel etmenin vacip olduğu, böyle bir emir yoksa o zaman bununla amel etmenin gerekmeyeceğini belirten İbn Hazm, nas ve icmâ’dan bir delilden yoksun olan bir takım indi görüşlerle, bilinen hükümden ayrılmamak gerektiğinin altını çizer.
e. Teklîf-i Mâlâ Yutak Yoktur
Kasidede her ne kadar kelami bir tartışma olan teklîf-i mâlâ yutak, yani güç yetirilemeyen işlerle kulların mükellef tutulup tutulamayacağı tartışması bağlamında bir cümle olmasa da İbn Hazm, Allah ve Resulü’nün bir hükmü bildirip açıklaması olmadan, dinin hükümlerinin insanlar tarafından bilinmesinin, insan açısından mümkün olmadığı yönünden konuya bakarak, Allah’ın insanlara güç yetiremeyecekleri bir iş yüklemediği ve böyle bir şeyi irade etmediğini ifade etmiştir. Helal ve haram olduğu konusunda açık hüküm bulunan meseleler bellidir. Bunun dışındakiler ise mübah olarak değerlendirilmelidir görüşünde olan İbn Hazm, bir peygamberin bildirmesi olmaksızın dini hükümlerin bilinmesinin insanın takat ve gücünü aşan bir iş olduğu kanaatindedir. Zira insana verilen duyular ve akıl, din alanında bilgi sağlayamazlar ve hüküm koyamazlar. Ancak kendilerine bildirileni algılayıp, anlamakla sınırlıdırlar. Dinî hükümlerin kaynağı ise vahiydir. Dolayısıyla insanın vahiy ve vahyi bildiren bir nebi olmadan , dinî ahkâmı bilmekten aciz olduğu açıktır.
f. Nasları Zâhirine Göre Anlamak ve Tevil
İbn Hazm, hem fürûu’d-din yani fıkıh hem de usûlü’d-din yani akaid ve kelam ile ilgili konularda aynı zâhiri yöntemi benimsemiştir. O, zâhirilik prensibini akide konularına da tatbik etmek ve böylece kelam ile fıkhı, bir tek fikri esas altında birleştirmek istemiştir. R. Arnaldez tarafından İbn Hazm üzerinde yapılan bir araştırmada da gösterildiği gibi, gramer de bu muhtevaya dahildir. Bunun başlıca gayesi, bütün insan hayatını sadece objektif ilahî vahye dayandırmak ve sübjektif olan her şeyi dışarıda bırakmak olduğu söylenebilir. Onun dayandığı zâhiri yöntem iki esasa dayanır: Birinci esas, Kur’an ile Sünnet’in zâhirini ve icmâyı kabul etmek. İkinci esas ise kıyası, re’yi, istihsan ve taklîdi reddetmek . Birinci asıl, nas ile gelen şeye yapışmaya, Allah’ın kitabı ile Hz. Peygamberin sünnetinin zâhirini almaya, sahabenin icmâsını kabul etmeye dayanır. İbn Hazm, bu konudaki düşüncelerini şöyle açıklar: “Biliniz ki Allah’ın dini, bâtını olmayan zâhirdir; o açıktır, gizli sırları yoktur. Bir bütün olarak din, kendisinde kapalılık olmayan delil ile sübut bulur. Delili olmadığı halde, görüşüne uymaya çağıran kim olursa olsun, kötü gözle bakın. Dinin sırları ve bâtını olduğunu ileri süren kim olursa olsun, bunlar boş iddialar ve yalanlardır. Biliniz ki Allah’ın elçisi, dinin ne bir kelimesini, ne de daha fazlasını gizlemiştir. Eşlerine, kızına, amcasına, amcaoğluna veya sahabesine bildirip de kızıla, zenciye ve koyun çobanına bildirmediği, sakladığı dinî bir bilgi yoktur. Hz. Peygamberin indinde ne gizli bir bilgi, ne bir işaret, ne bir bâtın ne de bir takım insanların yakıştırdıkları bilgiler vardır. Eğer Allah’ın elçisi onlardan bir şeyi gizlemiş olsaydı; emredildiği gibi tebliğde bulunmamış olurdu. Kim böyle derse, kuşkusuz kafir olur. Size tavsiyem şudur ki: Nasıl olduğu açıklanmayan, delili izah edilmeyen bir sözü kabul etmeyin. Peygamberinizin ve ashabının imza ettiği şeyden ayrılmayın.”
İbn Hazm her zaman dinin vahiy kaynaklı olduğuna dikkat çekerek, bu alanda aklın tek başına bilgi edinemeyeceğinin altını çizer. İnsanlar Allah katında dinin ne olduğunu, neyin haram, neyin helal, neyin ibadet olduğunu kendi başlarına bilemezler. Bunlar ancak Allah tarafından teşri edilir ve ancak vahiy alan bir peygamberin tebliği ile bilinebilecek hususlardır. İnsanlar, Allah’ın sözlerini yani kitabı ve peygamberin sünnetini zâhiri üzere anlamalı ve dini hükümleri bu şekilde tespit etmeye çalışmalıdır. “Dinî hakikatları, zâhirinden ayırmadan kabul etmek gereklidir.”
İbn Hazm, zâhiri metodun doğruluğuna dinin vahiy kaynaklı ve tamamlanmış, hiçbir eksiğinin bırakılmamış olmamasını delil getirir. Çevirisini verdiğimiz kasidede de bunu açık bir şekilde ifade etmektedir. Ayrıca “Biz, Kur’an’ı apaçık bir Arapça olarak indirdik” , “Allah’ın emirlerini onlara iyice açıklasın diye her peygamberi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik.” ayetlerini gerekçe göstererek, Kur’an ve Sünnet’in zâhirlerine ve mevzularına hamledilmesi gerektiğini ifade eder. Ona göre kim bu yolda yüz çevirir ve bir nas ve icmâ olmaksızın tevile yönelirse, Allah’a ve Rasûlüne iftira etmiş olur, Kur’an’a ters düşer ve kelimeleri anlamlarından saptırır.” Kasidede 27. beyitte söylediği gibi tevil, tahriftir.
İbn Hazm, dinî metinlerin yorumu için, zâhiri bir gramer ortaya koymuş, bu gramerde özellikle eş anlamlılık üzerinde durmuştur. O, dilin muhteviyatını anlamak için gerekli olan her şeyi, yine bizzât dilin kendisinin sağladığını düşünür. Sonuç olarak Kur’an’ı açık bir Arapça ile vahyeden Allah, ne kastettiğini tamamen söylemek için dili kullandı. Her bir ayet gramer açısından, direkt ve genel anlamı içinde anlaşılır. Allah, özel bir manayı bir ayete yüklemek isterse bir işaret sağlar. Ya aynı ayet içinde veya başka bir yerde bu işareti belirtir. Arapça olan ve vahye müstenit olan Kur’an ve Hadis, Arapça’nın gramer, sentaks, stilistik formu içerisinde anlaşılmalıdır. İbn Hazm açısından, lafzın muktezasını, konulduğu anlamdan başka bir anlama nakletmek doğru değildir. Fikirler ve özellikle dinî hakikatler ile bunların lügavî senetlerini birbirinden ayırmak mümkün değildir. Şer’î hükümlerde bulunmak işinde beyânî esaslar gereklidir. Bunlardan müstağni kalınamaz. Lafızların, zâhirlerinden başka bir anlama geldiğine dair bir nas veya icmâ veya bir zaruret bulunmadıkça, başka anlamlara çekmek doğru olmaz. Eğer lafızların başka manaya delalet ettiklerine dair belirtilen özelliklerde bir delil var ise, bunlara boyun eğmemiz zorunludur. Çünkü Allah’ın kelamı, haberleri ve emirleri değişmez. İcmâ ise ancak hakikatı ortaya koyar. Allah da ancak hakikati söyler.
İbn Hazm haberi sıfatlar veya müteşabih sıfatlar olarak bilinen, Allah’ın eli, yüzü, gelmesi, inmesi, gülmesi, ayağı, topuğu gibi konularda bazı ayet ve hadisleri tevil etmiştir. Bu yüzden bazı araştırmacılar tarafından kendisiyle çelişmekle itham edilmiştir. Oysaki İbn Hazm, kasidesinde 17 ve 28. beyitlerde ifade ettiği gibi tevili gerektiren bir bürhan olması durumunda tevil yapmayı kabul etmektedir. Yed, vech, ayn, ricl, nüzul gibi kelimelerin, Allah hakkında mahlukat ile ilişkilendirildikleri zâhir anlamlarda anlaşılamayacağına dair nastan gelen açık bir delil vardır. Bu delil Allah’ın hiçbir şeye benzemediğini ifade eden ayetin nassıdır.
g. Kıyas, Re’y İstihsânı, Ta’lîl, Sedd-i Zerî’a, Bir Beldenin Görüşü ile Amel Etmek, Mefhum-u Muhalif Yöntemleri
İbn Hazm, kasidede 41-44. beyitlerde kıyas yaparak, ta’lîl yani bir illetin varlığını iddia ederek, istihsan-ı re’yde bulunarak veya seddi- zeri’a ve hitapta mefhum-u muhalifi kabul etmek gibi bir yönteme dayanarak hüküm vermeyi nefsi hakem kılmak olarak değerlendirir. Ona göre bu şekilde davrananlar Allah’ın sınırlarını çiğneyerek haddi aşmakta ve Allah’ın dininde aşırılığa giderek ilhada düşmektedirler. Bu yöntemlerle bir görüş iddiasında bulunmak, İbn Hazm’a göre ispatsız ve delilsiz boş sözlerdir. Kim din konusunda boş söz ederse lehviyyata dalmış ve helake sürüklenmiş olur. Haram veya helal olduğu konusunda nas bulunan bir şey hakkında, makbul ve geçerli olmayan farklı yöntemlerle aksi yönde bir hükme sahip olanlar, Allah’ın kitabına karşı kasıtlı olarak hata işlemiş olurlar. Dolayısıyla hakkında nas veya nassa dönen bir icmâ olmayan bir hükmü kabul etmek doğru olmadığı gibi, böyle bir dayanığı olan bir hükmü, mesnetsiz indî görüşlerin ortaya attığı hükümlerle değiştirmek de doğru değildir. Aynı şekilde özellikle Malikilerin görüşü olan Medine halkının ameliyle amel etmek şeklindeki bir beldenin uygulamalarını esas almak da nassa veya nassa dönen bir icmâ’a dayanmadığı için kabul edilemez. Herhangi bir beldenin uygulamasının, diğer beldelerin uygulamasından bir ayrıcalığı ve üstünlüğü olmadığı gibi şer’i hükümlerin bilineceği bir kaynak da değildir .
İbn Hazm’a göre kıyas, “heva ile hükmetmektir.” O, kıyasta kendisine dayanılan gerekçelerden biri olan “Ta’lil” nazariyyesine açık şekilde itiraz ederek şöyle der : “Allah veya Resûlü falanca bir işe, falanca bir sebepten veya gerekten dolayı hükmettiği zaman, illet kabul edilir. Çünkü hüküm budur, bunun içindir. Allah o sebebi, haklarında nassın geldiği durumdaki eşyalar için sebep yapmıştır. Elbette ki bu sebepler bu yerlerden başka bir durumda hiçbir hüküm gerektirmezler.” “İllete delil denmez. Delile de illet ismi verilmez. İllet, bir hüküm vermeyi gerektiren şeydir... Kıyası savunanlar delili illetle, illeti delille karıştırmaktadırlar.”
İbn Hazm, lafızları tevil ederek, kıyas, ta’lil ve istihsan ile hüküm çıkarmayı kabul edenlerin söylediklerinin, Hz. Muhammed’in şeriatından farklı olduğunu, gerçek şeriatın Hz. Ahmet’in (s.a.s.) şeriatı olduğunu ima ve ifade etmektedir. Ona göre Müslümanlar arasındaki fikir ayrılıklarının ana sebebi, kıyas ile hükmetmektir.
İbn Hazm kıyası redderken , onu kabul edenlere çok ağır ithamlarda bulunarak şöyle der: “Kıyası ilk defa kullanan şeytandır. O, Allah’ın Adem’e secde edin emrine karşı gelmiştir. Bunu da kıyas yoluyla vardığı bir hükümden dolayı yapmıştır. Kendisinin Adem’den daha hayırlı olduğunu zannetmiştir.”
İbn Hazm’ın usûlünde ana prensip şeriatta bir hükmün ancak nas ile sabit olacağıdır. Bu Allah’ın yapmamızı istediği şeydir. Biz haram kılamayız, helal de kılamayız, şeriatta bir artırma veya eksiltmede de bulunamayız. Ancak Allah’ın ve peygamberin dediklerini söyleriz. Bu ikisinin sözlerinin dışına çıkmayız. Ondan bir şeyi terk edemeyiz. Bu, hiç kimsenin karşı çıkamayacağı ve kendisinden başkasını seçemeyeceği mutlak dinin kendisidir. Fıkıh ve şeriatı, ta’lil ve kıyas üzerine tesis etmek yanlıştır. Çünkü cüz’ün cüz’e veya fer’in asla kıyası üzerine hüküm bina etmek, yanlıştır. Bilakis mantıkî, dakik kaideler üzere hüküm bina etmek gerekir. Bunlar arasında, iki mukaddimeden zannî bir netice çıkarmak yoktur. Cüz’ün cüz’e, fer’in asla ya da aslın fer’e kıyası olmaz. Bu, ancak mantiki kıyasla olur. Gaibi şahide kıyas etmek bâtıldır. Çünkü mahlûkât için sahih ve doğru olan bir şey, Allah için doğru olmaz. Zira tabiat alemi ile metafizik alemin arasını birleştirmek imkansız bir iştir. Çünkü bunlar aynı seviye ve standartta değillerdir.
h. Taklit
İbn Hazm, kasidesine insanların dinin asli kaynaklarını bir kenara bırakarak taklide yöneldikleri ve bu yüzden de fikir ayrılıklarına düşüp, herkesin kendi fikrini doğru bulduğu eleştirisiyle başlamıştır. İbn Hazm, taklidi, Hz. Muhammed’in getirdiği ve vahiy kaynaklı olan hidayet nurunun bir kenara bırakılması ve aşırılık olarak nitelendirirek, bunu benimseyenlerin doğruluk yolundan ayrılıp, aşırılığa saparak kaybedenlerden olacağını ifade etmektedir.
İbn Hazm’ın usûlü açısından meseleye bakıldığında onun her zaman taklide karşı olduğunu görmekteyiz. O, mezhep taassubu ve taklitçiliğin, ihtilafları ve kavgaları beslediğini, bir mezhebi körü körüne taklit eden insanların, kendi mezhebinde olanlara sevgi, diğer görüşlerde olanlara karşı ise bir düşmanlık beslediğini görmüş ve bunun yanlış olduğunu düşünüyordu. Bu yüzden hiçbir mezhep imamını taklit etmeyi kabul etmiyordu. Sahabenin ve tabiînin yolunun, içtihat etmek ve Hz. Peygamber’in sünnetini araştırmak olduğunu, eğer taklit caiz olacaksa sahabenin taklit edilmesinin, Mâlik’i taklit etmekten daha evlâ olduğunu ifade ediyordu. 11-14. beyitlerde kişilerin görüşlerini benimsemek ve taklit etmenin zanna tabi olmak ve dalalet olduğunu ifade eden İbn Hazm, Allah’ın bu konuda korkutarak yasaklamasının bulunduğunu, doğru yolun ise Kur’an ve Sünnet’e tabi olmak olduğunu dile getirir.
İbn Hazm, taklidi “Kişinin, peygamber dışında, Allah’ın kendisine uyulmasını emretmediği herhangi birinden görüş alması ve buna uymasıdır.” şeklinde tanımlayarak haram olduğunu ifade eder. Ona göre, taklit gerçek bilgi sağlayan bir yöntem değildir. Taklit ile kabul edilen hususlar zandan öteye geçemezler. Zannın bir geçerliliğinin olmadığını kasidesinde de 24. beyitte “Zan Ahmed’in dininden değildir.” şeklinde net bir biçimde ifade etmiştir. İbn Hazm, zannın uzak durulması gereken bir yöntem olduğunu kasidesinde 11,12 ve 34. beyitlerde yinelemiştir.
Peygamber’in taklit edilmesinin ise nas ile emredilmiş bir vücubiyet olduğunu belirterek, bunun yasaklanan taklit içerisinde değerlendirilemeyeceğinin altını çizmiştir. Kelam ilminde mukalidin imanı problemi açısından taklit konusundaki bu görüşleri önemlidir. İbn Hazm, mukallidin imanını sahih bulduğunu el- Fasl isimli eserinde ifade etmiştir.
i. İçtihat ve İstinbat
Konunun fıkhî boyutuna girmeden İbn Hazm’ın içtihat ile ilgili görüşlerini kasidede nasıl ifade ettiği konusuna da bir iki cümleyle işaret etmek istiyoruz. İbn Hazm, taklide karşı ve onu caiz görmeyen birisi olunca, herhangi bir mezhebin veya müçtehidin taklit edilmesini kabul etmesi de düşünülemez. O esas olarak içtihat etmek gerektiği üzerinde önemle durur. Ancak onun içtihat dediği şey, akla dayalı yöntemlerle kıyas ve re’y de bulunarak ya da bir bölgenin örfüne dayanılarak hüküm iddiasında bulunmak değildir. Ona göre içtihat, 49-53. beyitlerde ifade ettiğine göre, hakkında bir açık bir nas olan bir meselede doğru hükme ulaşmak için yapılması gereken bir ameliyedir. Bu da bu konudaki tüm nasları toplayarak hükmün maksadını bulmaya çalışmaktır. Daha önce hamrın haramlığı ve sarhoşluk veren her şeyin hamr olduğu naslarından zorunlu olarak sarhoşluk veren her şeyin haram olacağı hükmünün çıkarılması örneği, onun ne demek istediğini anlamamız için bir örnek olarak tekrarlanabilir.

Kaynakça
Ak, Ayhan, İbn Hazm’ın Teklifi Hüküm Anlayışı, Din Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi, 2012, c. XII. ss. 23-44.
Apaydın, H. Yunus, “ İbn Hazm” Maddesi, DİA, c. 20, T.D.V. Yayınları, İstanbul 1999.
---------- Kurtubalı Zahiri Fakih İbn Hazm’ın Şer’î Hükümleri Tasnifi : Merâtibu’ş- Şerîa, İSTEM : İslam Sanat, Tarih, Edebiyat ve Musikisi Dergisi, c.7, sayı : 14 ss. 107-119.
Chejne, G.Anwar, Muslim Spain, Minneapolis, 1974.
el- Âmidî, Seyfuddin Ebu Hasen Ali b. Muhammed, el- ihkam fi usûli’l- ahkam, Matbaatu’l- Meârif, 1332/1914.
el-Câbirî, Muhammed Abid, Arap-İslam Aklının Oluşumu, (Çev. İbrahim Akbaba), Kitabevi, İstanbul 2000.
el- Kettânî, Muhammed İbrahim, “Manzûmetu İbn Hazm fî kavâ’idi usûli fıkhu’z-Zahiriyye”, Mecelletu Ma’hedi’l- Mahtûtâti’l- Arabiyye, Kahire 1975.
el- Vadihî, Mustafa ; NÂCÎ, Mustafa, “Kasîde fi usûli fıkhu’z-Zâhiriyye”, Merkezu İhyai’t- Turasi’l- Mağribî, Ribat ty.
ez- Zu’bî, Enver Halid, Zahiriyyetu İbn Hazm, Amman 1995.
İbn Akîl, Ebû Abdurrahman ez- Zâhirî, Nevâdiru’l-imâm İbn Hazm, yy., ty. .
İbn Hazm, Ebû Muhammed b. Ahmed b. Saîd el-Endelüsî (ö.456/1064), el- Muhallâ bi’l-âsâr, I-XIII, Beyrut ty..
---------- el-Fasl (el-Fisal) fi’l-milel ve’l-ahva ve’n-nihal (1-3), Tahşiye : Ahmet Şemsuddin, Daru’l- Kutubi’l- İlmiyye, 2. Baskı, Beyrut 1420-1999
---------- El-Usûl ve’l-fürû’, Beyrut 1404/ 1984.
---------- el-İhkam fi usûli’l-ahkâm, (Tahkik : Ahmed Muhammed Şakir), Mısır 1347/ 1928- 1970.
---------- en-Nebzetu’l-kafiye fi usûli’l-fıkhi’z- Zâhirî (Tahkik: Muhammed Zâhid el- Kevserî) Matba’atu’l- Envâr, y.y., 1359/1940.
---------- Kitabu’t-durre fîmâ yecibu itikâduh, (Tahkik: Ahmed b. Nasır b. Muhammed el- Hamed, Said b. Abdurrahman b. Mûsa el- Kazakî), Kahire 1408/ 1988.
---------- Meratibu’l-icmâ fi’l-ibâdat ve’l-muâmelât ve’l-i’tikâdât, y.y., t.y.
---------- Usûlu’d-din, (Çev. İbrahim Aydın), İnsan Yayınları, İstanbul 1991.
İbn Teymiyye, Ebu’l-Abbas Takiyyüddin Ahmed b. Abdülhalim, Meratibu’l-icmâ’ ve nakdu meratibi’l-icmâ’, Darü’l-Afaki’l-Cedide, Beyrut 1982.
Tan, Oğuzhan, “İbn Hazm’ın Usûl Anlayışında Delil Kavramı ve Delil- Kıyas İlişkisi ”, İbn Hazm Sempozyumu, 26-28 Ekim 2007, Bursa/Türkiye Bildiri ve Müzakere Metinleri Kitabı, İstanbul 2010,
Watt, W. Montgomery, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, (Çev. Ethem Ruhi Fığlalı) Ankara 1981.
Yefut, Sâlim, “İbn Hazm el- Endelûsî”, Mevsû’atu’l- Hadârâti’l- İslâmiyye, Amman 1993.
---------- İbn Hazm ve’l-fikrü’l-felsefî bi’l-Maġrib ve’l-Endelüs, Dârülbeyzâ 1986.
Zeydan, Abdulkerim, İslam Hukuna Giriş, (Çev. Ali Şafak), 2. Baskı, İstanbul 1985.
Zeyyab, Edip Nayif, “el- Menhec inde İbni Hazm ve mekifuhu mine’l-kıyas”, Dırâsât, c. 14, Sayı : 7, Amman 1987.