Makale

Cumhuriyet Dönemi Aydınlarında Din-Ahlak İlişkisi

Cumhuriyet Dönemi Aydınlarında Din - Ahlak İlişkisi
Hüseyin KARAMAN*

Özet:
XX. yüzyıl, Türkiye için önemli tarihi değişimlerin yaşandığı bir dönem olmuştur. Altı asırdan fazladır varlığını devam ettiren bir cihan devleti, kendini yenileyememesi ve dünyadaki gelişmelere ayak uyduramaması gibi nedenlerle sona ermiş, milletimiz bir zamanlar hâkim olduğu coğrafyanın neredeyse otuzda biri büyüklüğündeki Türkiye sınırları içinde yeni bir yapılanma ile tekrar dirilme çabasına girmiştir.
Siyasi alandaki bu gelişmelere paralel olarak düşünce hayatında da hareketlilikler olmuştur. II. Meşrutiyet döneminin fikri ortamında şekillenmiş ve fikirlerini sistematik hâle getirmiş olan İslamcılık, Türkçülük, Batıcılık ve Anadoluculuk gibi fikir hareketleri Cumhuriyet döneminde de etkinliklerini devam ettirmiştir. Nitekim Cumhuriyet dönemindeki birçok aydın söz konusu akımlar etrafında bir araya gelmiştir.
Makalede, Cumhuriyet dönemindeki aydınların, ahlak felsefesinin temel problemlerinden biri olan din-ahlak ilişkisini nasıl ele aldıklarını, felsefe tarihinde “teolojik ahlak” ve “ahlak teolojisi” şeklinde sistematize edilmiş olan yaklaşımlardan hangisini benimsediklerini, ahlakı nasıl temellendirdiklerini, din-ahlak ilişkisine yaklaşımları ile ilişkilendirildikleri akımlar arasındaki ilişkiyi tespit ederek Cumhuriyet döneminin din ve ahlak anlayışının ortaya konulmasına ve anlaşılmasına katkı sağlamayı amaçladık.


Relationship between Religion and Ethics in the Intellectual’s Thoughts of the Turkish Republic
Abstract:
Twentieth century became a period witnessing to important historical changes for Turkey. A world empire, which had been living for more than six centuries, came to its end because of some reasons like failing to modernize itself and to fall in step with developments in the world. Thereupon our people strove to revival with a new structuring within the border of Turkey state, which reduced to thirtieth percent as geographical area.
In parallel of these political changes there were also some changes or mobilities in the intellectual area. Some movements of thought such like Pan-islamism, Turkism, Anatolianism and Wesnernism, which was shaped in the context of Constitutionalism II, maintained their effects during the Republic period. A great many thinkers who lived in the Republic period came together around mentioned movements or ideologies.
In this article, we tried to determine how thinkers in Republic period evaluated the relationship between religion and ethics, which is one of the main problems of Philosophy of Ethics and, which approach they adopted between “theological ethics” and “ethical theology”, which are the approaches systematized in the history of philosophy in the context of relationship between religion and ethics, and on what they grounded ethics, and finally what kind of relationship was between their approaches and movements, which was attached.

I. Giriş
Cumhuriyet dönemi, aniden ve birden bire ortaya çıkmış bir olay değildir. Onun çok eskilere dayanan düşünsel ve tarihi kökleri vardır. Cumhuriyet döneminde ortaya çıkmış olan fikri ve sosyal değişim ciddi bir hazırlık dönemi geçirmiş ve söz konusu değişiklikler üzerinde önceki dönemde uzun tartışmalar yapılmıştır. Mümtaz Turhan bu durumu şu şekilde ifade etmektedir:
Cumhuriyet’deki inkılâplar: iki yüz seneden beri devam eden bir cehdin emsalsiz bir hayat mücadelesinin ve fikri gelişmenin, o zamanın şartlarına ve içtimai seviyesine göre meydana getirebildiği düşüncelerin mahsulüdür.
Bu düşünceyi destekler mahiyette ve onun bir gereği olarak II. Meşrutiyet’in Cumhuriyet’in “mayalanma” devri olduğu ifade edilmektedir. II. Meşrutiyet’in oluşturmuş olduğu hürriyet ortamı düşünürlerin fikirlerini açık yüreklilikle dile getirmelerine, materyalizm, pozitivizm ve milliyetçilik gibi akımların boy göstermesine imkân tanımıştır. Bu dönemde Osmanlıcılık, milliyetçilik şekline dönüşmüş, Kürtçülük, Arapçılık ve Arnavutçuluk gibi etnik milliyetçilikler ortaya çıkmıştır. Modernleşme, Batılılaşma şeklini almış ve Panislamizm de İslamcılık halinde kendisini ifade etmeye başlamıştır. Hilmi Ziya Ülken 1919 yılında, henüz daha 18 yaşında iken, Anadolu isimli bir dergi çıkarmış ve bu üç siyasi ve fikri cereyana karşı Anadoluculuk hareketini başlatmıştır.
Burada ifade ettiğimiz ve etmediğimiz akımların hepsi “Biz Batı’dan neden geri kaldık?” ve “Bu durumdan nasıl kurtulabiliriz?” sorularına verilen farklı cevaplardan hareketle ortaya çıkmıştır. “Bizi din geri bıraktı.” diyenler Batıcılığı, “Biz İslam’dan uzaklaştığımız için geri kaldık. İslam’a sarılmalıyız.” diyenler İslamcılığı benimsediler. Hem Batı’dan, hem de İslamiyet’ten vazgeçmeksizin milli ruhu canlandırmaya ağırlık verenler de Türkçülüğün taraftarı olmuşlardır.
Söz konusu akımların ve onlarla ilişkilendirilen aydınların üzerinde durdukları konulardan biri de din-ahlak ilişkisidir. Ahlakla din arasındaki ilişki, ahlak-ilim ve ahlak-felsefe ilişkilerine göre daha açık olarak görünmekte ve hayatımızı daha yakından ilgilendirmektedir. İnsanın ahlaki tecrübesi ile din arasında herhangi bir ilişki var mıdır? Eğer varsa bu hangi türden bir ilişkidir? İnsan ahlaki bir varlık olmasını dine mi borçludur? Acaba ahlaki kavram ve ilkelerin iyice kavranıp çözümlenmesi bize Tanrı’nın varlığı hakkında bir ipucu verebilir mi? Veya Tanrı’nın varlığı düşüncesinden hareketle ahlakı temellendirebilir miyiz? Ahlaki erdemler, dinin özel alanına mı giriyor, yoksa dine başvurmadan sırf insan aklına dayanarak bir ahlak sistemi kurmak mümkün müdür? Sayısını çoğaltabileceğimiz bu sorulara verilen cevapları üç gurupta toplamak mümkündür: Ahlakı dine dayandıran görüşler. Ahlak ile dini birbirinden ayıran ve iki ayrı alan olarak gören görüşler. Ahlak ile din arasında sebep sonuç ilişkisi değil de başka türden bağlantının olduğunu iddia eden görüşler. Buna rağmen düşünce tarihinde din-ahlak ilişkisi noktasında özellikle iki yaklaşımın ön plana çıktığı görülmektedir: Ya dinden ahlaka doğru ya da ahlaktan dine doğru giden bir yol takip edilmiştir. Birinci yolu benimseyenler ahlakın dinden ortaya çıktığını ifade ederek dinî yönü ağır basan bir ahlak anlayışına, başka bir ifadeyle ahlakı dine bağlamak suretiyle teolojik ahlaka kapı aralamışlardır. İkinci yolu benimseyenler ise, XVIII. yüzyılın büyük Alman filozofu Kant (1724-1804)’ın “ahlak delili”nde olduğu gibi, insanların ahlakî tecrübesinden hareketle ilâhiyatı temellendirmeye ve bu şekilde ahlakî yönü ağır basan bir ilâhiyata veya ahlak teolojisine kapı açmışlardır. Her iki çaba da insanlık tarihinin en eski devirlerine kadar uzanmakla birlikte teolojiden hareketle din-ahlak ilişkisini açıklamanın tarihi, ahlak teolojisinin tarihine göre çok daha gerilere, felsefenin ilk dönemlerine kadar uzanmaktadır.
Bu şekilde ortaya konulan din-ahlak ilişkisi Cumhuriyet dönemi aydınları tarafından da ele alınıp tartışılmıştır. Burada özellikle ahlakın dinden ortaya çıkıp çıkmadığı sorunu ile ahlaki erdemler, ilahi bilgiye dayanan kutsal kitapların iddia ettikleri gibi, dinin özel alanına mı girmekte, yoksa dine başvurmadan sırf insan aklına dayanarak bir ahlak sistemi kurmak mümkün müdür? sorusu üzerinde durulmuştur.

II. Cumhuriyet Döneminde Din ve Ahlak
Cumhuriyet döneminde din ve ahlak arasında nasıl bir ilişkinin kurulduğunu aydınların yaklaşımları üzerinden ortaya koymaya çalışacağız. Ancak kabul edileceği üzere bu dönemdeki aydınların tamamını bir makalenin sınırları içerisinde ele alıp incelemek mümkün olamayacağı için bir sınırlandırmaya gidilmesi gerekmektedir. Bu bağlamda konuyu, Türkçülük, Batıcılık, İslamcılık ve Anadoluculuk gibi Cumhuriyet döneminde etkili olmuş farklı akım ve anlayışları temsil etme ve bir de ahlak problemiyle yakından ilgilenme ilkesinden hareketle seçtiğimiz Celal Nuri İleri (1882-1936), Ahmet Hamdi Akseki (1887-1951), Ömer Nasuhi Bilmen (1882 -1971), Hilmi Ziya Ülken (1901-1974), Nurettin Topçu (1909-1975) ve Erol Güngör (1938-1983) gibi isimlerden hareketle ele alacağız.
Konuyu açıklamak üzere seçtiğimiz örnek düşünürlerin fikirlerini, tarihsel sınıflandırma ilkesinden hareketle vefat tarihlerine göre her birine ayrı başlık açarak ele alacağız.

1. Celal Nuri İleri (1882-1936)
Celal Nuri İleri, Osmanlı Devleti’ndeki yenileşme çabalarıyla başlamış olmakla birlikte daha ziyade II. Meşrutiyet’ten sonra ortaya çıkmış “çağdaş medeniyet seviyesine erişme hareketi” olarak ifade edilen Batılılaşma içerisinde değerlendirilmektedir. Bu harekete göre geri kalışımızın sebebi, birtakım başka faktörlerin yanı sıra sahip olduğumuz gelenek ve din anlayışı ve dini temsil eden ulemanın cehâleti ve yaygın hâle gelen batıl itikatlardır. Dolayısıyla kurtuluşun sağlanabilmesi için toplumda fikri bir değişiklik yapılmalı, taassup ve cahilane muhafazakârlık terk edilmeli, Batı kültür ve medeniyeti alınıp Batı dünyasıyla birleşilmelidir.
Celal Nuri, İlel-i Ahlakiyyemiz isimli eserinde, bir taraftan toplumda ahlakın kontrolsüz kalışını ve bozulmasını dini hayatın zayıflamasına bağlarken diğer taraftan ahlakın dine bağlı olmadığını ve dinden kaynaklanmadığını ispat etmeye çalışmaktadır. Ona göre ahlak, bir insan ürünü olan dinden daha eskidir ve kaynağının din olmadığı Batılı araştırmacılar tarafından kanıtlanmıştır. Ayrıca Allah’a ve ahiret gününe inanmakla ahlak arasında bir bağlantının bulunmadığı, ahlakın toplumdan topluma değişkenlik göstermesiyle ortaya çıkmıştır. Yine o Hıristiyanlığın ahlaka aykırı bir din olduğunu söyleyerek dinin böyle bir kaynaklığının olamayacağını belirtir ve ilkel kabilelerden garip örnekler de vermek suretiyle ahlakın dayanağının kültür olduğunu iddia eder.
Ahlakın insanın yaratılışından gelen bir özellik olduğunu ileri süren Celal Nuri, ahlaka, kendisine gerekli kaynak olarak dine değil, medeniyet, bilim ve yaygın eğitime başvurmasını öğütler ve ahlakın kaynağını toplumsal ihtiyaçlara bağlar.
Bu noktada şunu da ifade etmek gerekir ki, Celal Nuri, Gustave Le Bon’un “Ahlakı sadece akla istinat ettirmek tehlikeli bir hayaldir, zira dinî bir dayanağı olmayan ahlak, geçici ve zayıftır.” şeklindeki görüşüne atıfta bulunmakla birlikte ona katılmamaktadır. Ancak üstadına tam olarak karşı da çıkamayınca, bu fikri yorumlamaya çalışmıştır. Ona göre bu yaklaşım avam için doğru olmakla birlikte havas için doğru değildir. Zira hiçbir korku altında bulunmadan ahlak sahibi olan birçok seçkin vardır. Gaye, avamı seçkinler seviyesine yükseltmek olduğundan, dinin sadece avam için böyle bir hizmet görebileceğini iddia etmektedir.
Celal Nuri her ne kadar ahlakı din ile temellendirmiyorsa da, İslam dininden ahlak konusunda birinci derecede yararlanılması gerektiğini, İslam dininin ahlaki ilkelerini uygulamanın tahmin edildiğinden kolay olduğunu, sevgi ve Allah korkusuna dayanan İslam ahlakının aile ve millet teşkilatını kurma noktasında, son derece faydalı olacağını da belirtmektedir:
“Diyanet-i İslamiyye’nin feramini ahlakiyyesini harfiyen ve serian icra ettirmek zan olunduğundan pek kolaydır. … Kavanin-i tebdil ile aile esasını, aile ile millet teşkilatını yapmalıyız. Ve bu binayı inşada lazım gelen malzemeyi Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere’den celb etmeliyiz.”
Celal Nuri’nin yukarda yer verdiğimiz görüşleri ile son olarak aktardığımız alıntı birlikte değerlendirildiğinde aralarında bir çelişkinin olduğu dikkatleri çekmektedir. Çünkü o bir taraftan ahlakı din ile temellendirmeyerek dinden başka bir kaynak aramakta iken, diğer taraftan da dini durumun zayıflamasının ahlakı zayıflattığını ve aile ile milleti oluşturmada ihtiyaç duyulan malzemeyi dinden almamız gerektiğini belirtiyor.

2. Ahmet Hamdi Akseki (1887-1951)
Ahmet Hamdi Akseki ve Ömer Nasuhi Bilmen, İslam’ı yeniden hayata hâkim kılmak, Müslümanlar arasında birlik ve dayanışmayı sağlayarak İslam dünyasını Batı sömürüsünden kurtarmak için yapılan modernist ve eklektik yönleri baskın siyasi, fikri ve ilmi çalışmaların hepsini birden içeren bir hareket olan İslamcılık hareketi içerisinde değerlendirilmektedir. İslamcılık hareketi, ittihad-ı İslam adı altında 1870 yılından itibaren içerdeki halkı birleştirmek için Osmanlı Devleti’nin hâkim siyasi düşüncesi olmakla birlikte bir fikir hareketi olarak, bundan yaklaşık 40 yıl sonra Sırat-ı Mustakim, Beyanü’l-Hak ve Volkan gibi dergiler etrafında toplanan kişilerin öncülüğünde ortaya çıkmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin üçüncü Diyanet İşleri Başkanı olan Fatih Dersiamlarından Ahmet Hamdi Akseki, din-ahlak ilişkisini kaynaklık açısından ele almakta ve dinden ahlaka doğru giden bir yol takip etmektedir. O ahlakın dine dayanması gerektiği kanaatindedir. Ona göre din ile ahlak ayrı ayrı şeyler değildir. Ahlaki emirler aynı zamanda dini emirlerdir. Dinden uzak olan ve din ile temellendirilmemiş olan ahlak yok hükmündedir. Aşağıdaki alıntı bu konudaki görüşlerini güzel bir şekilde özetlemektedir:
“... Bir hakikat olarak diyebiliriz ki, insan hayatını tanzim eden muamelelerin usul ve kanunlarını insanlara ilk defa öğreten ‘din’ olduğu gibi, ahlaki kanunları ve insani vecibeleri öğreten de yine dindir. İnsanlık bunları ilahi vahy ile öğrenmiştir. Şekil ne olursa olsun, başlangıcı ne kadar ileri götürülürse götürülsün, herhalde bunun kaynağı ilahi talim ve telkindir. Bu sebepledir ki, bazı düşünürler, dinin dışında hiçbir ahlak tasavvur etmemektedirler. Zaten dinin, temel ve esas rükünlerinden birisi de, ahlaki kaideleri teşkil etmesidir. ...
Bunun içindir ki münevverleri ve halkı hayran eden faziletlerin gelişme devirleri, daima akide ve imanın kuvvetli olduğu zamanlara tesadüf etmiş, aksine olarak kalplerde imanın gevşemeye başladığı devirlerde ise, ahlaki kurallar da etkisini kaybederek, kötülük ve rezaletler insanlara hükmeder olmuştur. Din ile ahlak arasındaki bu kuvvetli rabıta da ispat ediyor ki, ahlak, dinden meydana gelmiştir. Dine dayanmayan ahlak, hakikatte yok demektir.”
Alıntıda görüldüğü üzere Akseki, tarihte ne kadar geriye gidilirse gidilsin, hangi toplum ve döneme bakılırsa bakılsın, ahlaki ilke ve uygulamaları insanlara öğreten kaynağın din olduğu anlayışındadır. Hem felsefe tarihinde, hem de İslam düşüncesinde ahlak dinden ayrı değildir. İslam düşüncesinde ahlakın İslamiyet’ten ayrı olduğunu iddia etmek, ona göre İslam’ın esaslarını bilmemekten başka bir şeyle izah edilemez.
Akseki, din ile temellendirilmeyen ahlak anlayışında menfaatin ön plana çıkacağı ve böyle bir ahlakın her an yıkılmakla karşı karşıya kalacağı görüşündedir:
Dine dayanmayan ahlak, temelsiz bir ev gibidir. Herhangi bir sarsıntı ile yıkılmaya mahkûmdur. Böyle bir ahlakta bütün vazifeler, sonunda menfaate dayanır. Menfaatin kesildiği noktada, vazife de sona erer. Bununla beraber daha önce de beyan edildiği gibi, biz Müslümanlara göre din ile ahlak, ayrı ayrı şeyler değildir. …
Gerçekte dünyevi ve uhrevi, şahsi ve içtimai bütün vazifelerimizi en mükemmel bir surette Kitap ve Sünnet … etraflı olarak tayin ve tespit etmiştir. Buna göre bir Müslüman için, bütün insani vecibe ve vazifeleri, ahlaki vazifelerle reziletleri tespit ve beyan hususunda dinden ve dini hükümlerden başka vasıtalara başvurmaya lüzum yoktur. İktisadi, ameli, kalbi ve ahlaki bütün dini hükümlerin kaynağı, bu iki esastır. Bunların dışında bir hakikat aramak, abes ile imkânsız olan bir şeyle uğraşmaktır.
Akseki din ile ahlakı o derece iç içe görmektedir ki, İslamiyet’te dini emirler ile ahlaki vazifelerin kaynaklarının bir olduğunu, dini emirlerin aynı zamanda ahlaki emirler olduğunu, dolayısıyla da dini bir emir olmayan hiçbir ahlaki hükmün olmadığını belirtmektedir.
Akseki ahlakı din ile temellendirmekle birlikte, ahlak sahasında aklı tamamen devre dışı bırakmış değildir. Ona göre ahlakın kaynağı din olmakla birlikte bu konuda aklın da büyük bir rolü vardır. Bu hususu aşağıdaki ifadelerinde görmek mümkündür:
“Biz Müslümanlara göre ahlak, dine müstenittir, Ahlaki kaideyi yalnız akıldan değil, belki aklın irşadı ile dinden çıkarıyoruz. Ahlaki vazifelerin İslamiyet’te din boyasına boyanması, onun akli mahiyetini hiçbir vakitte zedelememiştir. Çünkü İslam dini, en salim, en sağlam felsefenin ahlaki prensiplerinden hiçbirini ihmal etmemiştir.”
“Ahlaki vazifelerin vahye müstenid olması onun akli mahiyetini hiçbir vakitte zedelememiş ve hiçbir vakit de akıl ile din arasında korkulacak bir cidal ve münazea zuhur etmemiştir. Çünkü bütün emirlerini “Vahy”e istinad ettiren dinimizin mebnası ve temeli mebadii akliyedir. İslam, en salim ve en metin bir felsefenin mebadii ahlakiyesinden hiç birini ihmal, aklı haiz olduğu yüksek mertebeden hiçbir vakitte tenzil etmemiştir. Bundan dolayıdır ki: bizim ahlaki mebdelerimizde aklın kabul etmeyeceği hiçbir şey yoktur.”
“Müslümanlar arasında ahlakî vazifelerin, mesuliyet ve vazife mebdelerinin “din”e, “vahy”e müstenid olması bu mebdelerin aklî mahiyetini hiçbir vakit zedelememiş ve zedelemek ihtimali de yoktur. Müslümanlar nazarında bilumum vazaifi ahlakiye “vahy” e müstenid olmakla beraber aklı yine en yüksek mevkii ihraz etmektedir.”
Alıntılarda görüldüğü üzere Akseki, dinden ahlaka doğru giden yolu takip etmekle birlikte akıldan mahrum olanların hiçbir vazife ile yükümlü olmamaları ve dinin emirlerinin akılla anlaşılması nedeniyle ahlak sahasında aklı da bir otorite olarak kabul etmiştir.

3. Ömer Nasuhi Bilmen (1883 -1971)
Türkiye Cumhuriyeti’nin beşinci Diyanet İşleri Başkanı olan Fatih Dersiamlarından Ömer Nasuhi Bilmen, İslamcılık hareketi içerisinde değerlendirilen bir diğer aydındır. O da, aynen Akseki gibi, din ahlak ilişkisini dinden ahlaka doğru giden bir yol takip ederek ele almıştır. Ona göre insanlar, bütün ilkeleri, emir ve yasakları her şeyin sahibi ve hâkimi olan Tanrı’ya dayanan, vazifeleri hem akıl, hem de kalp tarafından kabul edilen bir ahlak anlayışına muhtaçtır. Bu, dine dayanan veya din ile temellendirilen ahlaktır. Çünkü ancak hak bir din ile temellendirilen ahlak müessesesi, insanların manevi ihtiyaçlarını karşılayarak kemale ermelerini sağlayabilir. O bu durumu şu şekilde ifade etmektedir:
“İşte beşeriyet, böyle âli bir mesleğe ancak dini ilâhî sayesinde nail olabilmiştir. İşte bu kutsi meslektir ki bütün insaniyet âlemini bihakkın tenvir edecek manevî bir kuvvete maliktir, ancak bu semavî meslektir ki bütün kalplere nüfuz edecek ruhanî bir mahiyeti haizdir.”
Bilmen, vazifenin kaynağının din olduğunu ve ahlakın dine dayanması gerektiğini ifade etmekle birlikte, aynen Akseki gibi, ahlak sahasında aklı tamamen devre dışı bırakmamıştır. Çünkü ona göre insanlar ahlaki ilkeleri ancak akıl sayesinde anlayabilirler:
“Şunu da ilave edelim ki vazifenin hakiki menşei, din olmakla aklın kıymeti eksilmiş olmuyor. Çünkü esasen medarı teklif olan akıldır. Akıldan mahrum olanlar hiçbir vazife ile mükellef değildirler. İnsanlar tarafı ilahiden mükellef oldukları vazifelerin hakikatini, ulviyetini kendi akıllarının latif pertevi delaletiyle anlamışlardır.”
Bu noktada şu hususu da vurgulamak gerekir ki Bilmen, dinin mahiyetini tam olarak anlayamayan kimselerin ahlakın din ile temellendirilmesine, dolayısıyla da dine dayanan ahlak anlayışlarına yönelttikleri eleştirileri 5 maddede ele alıp cevaplandırmış tır. Sonuç olarak da “Ahlakın en mükemmel, en hakiki istinatgâhı dini ilahidir. Bunun hilafına olan mütaleat; hiçbir veçhile iltifata şayan olamaz.” diyerek ahlakın esas kaynağının din olduğunu, hiçbir şekilde bunun aksinin düşünülemeyeceğini ifade etmiştir.
Görüldüğü üzere, dini ilimler sahasındaki çalışmalarıyla ön plana çıkmış, Diyanet İşleri Başkanlığı yapmış ve İslamcılık akımıyla ilişkilendirilen iki İslam düşünürü de din-ahlak ilişkisini kaynaklık açısından ele almışlar ve dinden ahlaka doğru giden yolu benimseyerek teolojik ahlak anlayışı çerçevesinde değerlendirmişlerdir.

4. Hilmi Ziya Ülken (1901-1974)
Türkiye’de bir felsefe geleneğinin oluşmasında büyük etkisi olmuş felsefeci ve sosyolog Hilmi Ziya Ülken, I. Dünya Savaşı’nın son yıllarında II. Meşrutiyet yıllarındaki Osmanlıcılık, İslamcılık ve Turancılık ideolojilerinin soyut yapısına tepki olarak ortaya çıkan ve Anadolu’yu esas alan bir görüş olan Anadoluculuk/Memleketçilik akımı içerisinde değerlendirilmektedir. Anadolu’yu Türk kültürünün esas kaynağı olarak alan bu görüşün temsilcileri; Hilmi Ziya Ülken, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Mükrimin Halil Yinanç, Remzi Oğuz Arık ve benzerleridir.
Ülken, henüz 18 yaşında iken “Anadoluculuk” akımını ileri sürmüş ve Anadolu isimli bir dergi çıkarmıştır. Din-ahlak ilişkisi noktasında Giriş’te belirttiğimiz iki yaklaşımı da ele alıp değerlendirmiştir. Ona göre din ile ahlak arasında bazı birleşme noktaları bulunabilir ve bu noktalardan hareket edilmek suretiyle ‘ahlaki din’ veya ‘ahlak teolojisi’ ile ‘dini ahlak’ veya ‘teolojik ahlak’ şekilleri oluşturulabilir. Aslında din ile ahlak arasında söz konusu birleşikliğin varlığı bile, gerçekte onların temellerinin birbirinden ayrı olduğunu göstermektedir. Çünkü bu birleşme her zaman mevcut değildir. Bütün dinler ahlaki olmadığı gibi, bütün ahlaklar da dini değildir. Örneğin Çok Tanrıcılık/Politeism gayri ahlaki bir sistemdir. Çünkü bir Tanrının istediğini diğer Tanrı reddeder ve kullar da Tanrılar arasındaki bu farklılık dolayısıyla istediklerini yapabilir ve her türlü kaçamaklara müracaat edebilirler. Tanrılara karşı kâr pazarlığına ve hileye başvurabilirler.
Ülken’e göre, ifade edildiği üzere, gerçekte din ile ahlak arasında bir ayrışma söz konusu olmasına rağmen, zaman zaman tam bir uzlaşma da olabilir. Özellikle tek Tanrıcı dinlerde toplumsal hayatın düzeniyle insanlar arasında tam bir ahenk olduğu ve Tanrı, toplum vicdanının bekçisi haline geldiği için dini değerlerle ahlaki değerler birbirleriyle daha çok uyuşmaktadırlar. Böyle durumlarda bile dini cemaatlerin birbirleri arasında çeşitli ayrılıkların ortaya çıkması, dini ödevleri yerine getirenlerin üstün bir sınıf olmaları, dolayısıyla toplumda bir baskı vasıtası haline gelmeleri gibi durumlar din ile ahlak arasındaki uyuşmanın sürekli olmadığını göstermektedir. Dolayısıyla da, din ile ahlak arasında uzlaşmanın var olduğu zannedildiği durumda bile gerçekte uzlaşma değil ayrışmanın olduğunu anlaşılmaktadır.
Ülken’e göre bütün bunlar din ile ahlakın ayrı ayrı şeyler olduğunu ve tam anlamıyla uzlaştırılamayacaklarını göstermektedir. Her iki sistemin temelleri arasındaki başlıca ayrılık noktaları şunlardır: Ahlakın temellerinde ahlaki şuurun yani vicdanın kendi prensiplerine sadıklığı, iradenin muhtarlığı, ahlaki eylemi gerçekleştiren sujeye değer verilmesi ve insanın gayretinin bu dünyada etkin olduğuna inanma gibi ilkeler vardır. Dinin temellerinde ise, dünyanın hor görülmesi, bütün saadet ve yetkinliği tabiatüstü bir âlemle ilişkilendirmek, insanın iradesini Tanrı’nın iradesine bağlamak ve Tanrısal prensipleri akıl dışı olarak almak vardır. Bu karşılaştırmadaki en açık ayrılık noktası ahlaki şuurun otonomisi ve dini şuurun heteronomisidir.
Ülken bu şekilde dinden hareketle ahlakın temellendirilemeyeceğini ortaya koyduktan sonra düşünce tarihinde bazı düşünürlerin dini ahlakın kaynağı olarak kabul etmelerinin sebepleri üzerinde durmaktadır. Ona göre bunun birinci nedeni ruhun ölümsüzlüğü fikridir. Din ile temellendirilen ahlaklar, ceza ve mükâfatın müeyyide kuvveti görülen şeylere ait olduğu için, ruhun ölmezliği fikrinden kuvvet almaktadırlar. Kant’ın vicdana yüklediği rolü dinler Tanrıya yüklemektedirler. Dinler ancak insanın, yapmış olduğu hataların cezasını çekecek ve iyiliklerin mükâfatını görecek bir ruhun varlığına inanması suretiyle, ahlakın aradığı müeyyideyi verebilir. Dine dayanan ahlaklar, kendilerine bu dünyada gerçekleşemeyen mükâfat veya cezayı sağlayan bir müeyyide bulabilmek için ruhların ölmezliği fikrine başvurmaktadırlar. Ancak bütün dinler ruhun ölmez olduğunu kabul etmemektedirler. Tek başına ruhun ölmezliği ile ahlaki müeyyide sağlanamaz. Çünkü aynı zamanda ölmeyen ruhun sorguya çekilmesi lazımdır. Onu sorguya çekecek yine ruhlar gibi ölmez bir hâkimin düşünülmesi veya gerekliliği, Tanrı fikrini ruhların ölmezliği anlayışının dayanağı haline getirmektedir. Fakat eğer ruhların ceza ve mükâfatlarını öteki âlemde kendi kendilerine görebilmeleri mümkün olsaydı, yani ahlaki müeyyide bizzat ruhların içlerinden gelmiş olsaydı o zaman Tanrı fikri lüzumsuz olacaktı. Bundan dolayıdır ki metafizik dinlerin bazılarında, Budizm ve Konfüçyanizm gibi, Tanrı fikri ya yoktur ya da her türlü sıfatlarından soyutlandığı için yok denecek bir hâle getirilmiştir.
Ülken, dinden hareketle ahlaka giden yaklaşımı kabul etmediği gibi Kant tarafından sistematize edilmiş olan ahlaktan hareketle dini temellendirme teşebbüsünü de kabul etmemektedir. Ahlak teolojisinin gerçek dindarlar tarafından eleştirildiğini belirtmektedir:
“İnsandan yeni bir Tanrı ve ahlaktan yeni bir din imkânı çıkarıyordu. Fakat gerçek dindarlar böyle bir görüşe büsbütün aleyhtardırlar. Çünkü Kant’ın gözünde ahlaka bağlanmış ve ahlaktan çıkarılmış olan din, insanı metafizik âlemin merkezi haline koymuştur.”
Görüldüğü üzere, Anadoluculuk akımının öncülerinden olan Ülken, din-ahlak ilişkisi noktasında ne dinden ahlaka doğru giden teolojik ahlak anlayışını, ne de ahlaktan dine doğru giden ahlak teolojisini kabul etmektedir. O, ahlakı, “bir hedefte sona ermeyen, tatmin edilemeyen, çıkar ve fayda aramayan arzu” olarak tanımladığı “ihtiras” veya “tutku” ile “ruhun olgunluğu, vuslattan uzak olmak ve âlemi kendinde gören ihtiras” şeklinde tanımladığı “aşk” kavramı ile temellendirmektedir.

6. Nurettin Topçu (1909-1975)
Cumhuriyet dönemi fikir hayatımıza hareket felsefesiyle damgasını vuran ve Türkiye’de ahlak alanında ilk doktora çalışması yapan düşünür olan Nurettin Topçu, “Ferdi ruhun derinliklerinde bulunan ahlak iradesinin din ile ilişkisi var mıdır? Eğer varsa bu ilişkinin mahiyeti nedir? Ahlak dinden mi ortaya çıkmıştır? Yoksa ahlakın dinden ayrı bir kaynağı da var mıdır?” gibi soruları cevaplandırmaya çalışmıştır.
Topçu’ya göre ahlakın dinle ilgisi iki bakımdan göz önünde tutulmalıdır. Bir başka ifadeyle ahlak, doğuşu ve evrimi ile gayesi açısından dinle ilişkilidir. Birincisi, doğuşu ve evrimi bakımından. Ahlak kurumları din kurumlarıyla birlikte evrim geçirmiş ve toplum hayatında ahlak kaideleri, geniş ölçüde dinin emir ve yasaklarıyla birlikte meydana gelmiştir. İlkel toplumlarda din ile ahlak birbirinden ayrılmamıştı. Din ile ahlak ilk insanla birlikte aynı kaynaktan ortaya çıkmış ve yan yana ilerlemiştir. İlkel insanların davranışlarını dinin emir ve yasakları düzenlemiştir. İnsanlığın ahlak tarihiyle dinlerin tarihi aynıdır. Ahlakın dinle ilgisinin ikinci boyutu gayesi açısındandır. Din gibi ahlak da insanın iradeli davranışlarını konu edinir. Her ikisinin gayesi de insanın ruhunu temizlemek, yükseltmek ve sonsuza doğru yöneltmektir. Dinin bizden istediği hem bu dünyada hem de öte dünyada mutlu olmak için bütün sefalet ve ahlaksızlıklarımızın kaynağı olan aşağı istekler, hırslar ve iştihalardan kendimizi kurtarmaya çalışmaktır. Ahlakın bizden istediği de bundan başka bir şey değildir. O da insanı kötü huylardan arındırarak en yüksek iyiliğin barındığı sonsuza doğru yöneltmeye çalışır.
Topçu din-ahlak ilişkisini, aynen ulemadan olan aydınlar gibi, kaynaklık açısından ele almış ve dinden ahlaka doğru giden bir yol takip ederek ahlakı din ile temellendirmiş ve teolojik ahlak anlayışını savunmuştur. Hatta din ile ahlak arasında o derece zorunlu ilişki kurmuştur ki, din ile ahlakı birbirinden ayırmayı insanın iç dünyasını kendisinden ayırmakla eşdeğer görmüştür:
“Ahlakı dinden veya dini ahlaktan ayırmak insanın iç dünyasını yine kendisinden ayırmak demektir. Zira ahlak, esasında dinî olgunluktan ayrı bir şey değildir. Ahlak, hayvanî hayattan insanî hayata geçiştir. … Ahlak prensipleri dinin vahiy olunan esaslarından çıkarılmalıdır. İnsanlığın ahlak tarihi, dinlerin tarihidir. … Halk için din, ahlaktan başka bir şey değildir. Büyük ruhlar içinse yine şüphesiz ahlaktır. … Ahlak insanlaşmaksa, din insanlığımızın da üstüne yükselme iradesidir.”
Topçu dine dayanan ahlakı da iki kısma ayırmaktadır: Birincisi halkın dini ahlakıdır. Buna göre Allah bizi mutlu olmamız için yaratmış olduğu için hem bu dünyada, hem de öte dünyada mutluluk gayesini aramalıyız. Bunun yolu da Allah’ın iradesine uygun bir yaşama sahip olmaktır. İkincisi ise, din kültürü içinde yükselmiş olan ruhların ahlakıdır. Burada ulaşılmak istenen gaye cennet vaadi ve benzeri mutluluklar değil, olgunlaşma yoluyla Allah’a yaklaşmadır. Çünkü gerçek mutluluk ancak böyle bir olgunlaşma içinde elde edilir.

6. Erol Güngör (1938 -1983)
Erol Güngör, Osmanlı Devleti içerisindeki azınlıklar arasında yayılan milliyetçilik hareketlerine tepki olarak doğmuş olan Türkçülük hareketi içerisinde değerlendirilmektedir. “Türk Ocakları” çatısı ve “Türk Yurdu” dergisi etrafında faaliyetlerine devam eden Türkçülük hareketinin fikir öncüsü Ziya Gökalp’tir. Bu hareketin amacı, milliyetçilik duygularını harekete geçirmek suretiyle dini ve devleti kurtarmaktır. Çünkü bağımsızlığın ve ilerlemenin tek yolu milli vicdanı kuvvetlendirmektir.
Kültür değişmeleri ve bunun ortaya çıkardığı sonuçlar ile kültür, kültürün mahiyeti, batılılaşma, modernleşme, laiklik ve milliyetçilik gibi insanımızı ve toplumu yakından ilgilendiren güncel problemler üzerinde duran, bunlara kalıcı çözümler üretmeye çalışan Erol Güngör, ahlak konusunu tecrübî psikoloji ve sosyal psikoloji açısından ele almıştır.
Din-ahlak ilişkisi Erol Güngör’ün özel olarak ele alıp incelediği bir konu olmamakla birlikte Emin Işık, Ahmet Tekin ve Yaşar Erol ile birlikte yazmış oldukları “Ahlak Lise III” isimli eserde ilk insanların hayatlarında ahlak, hukuk ve iktisadın dine dayandığını, dinden ayrı bir varlıklarının bulunmadığını; Eski Yunan’dan Sokrates’e kadarki dönemde felsefenin tabiat ilimleriyle, tabiat ötesi bilgilerle ilgilendiğini, dolayısıyla da ahlakla ilgili görüşlerin felsefenin dışında bulunduğunu; Sokrat’ın ahlakı felsefenin konuları arasına alarak felsefenin insana ve ahlaka yönelmesini sağladığını; Sokrat’tan Kant’a kadarki dönemde ahlakın bir tarafıyla metafiziğe, diğer tarafıyla dine bağlılığını sürdürdüğünü, Kant’ın ise ahlakı ve ondaki mecburiliği pratik akıl dediği vicdana bağladığını ifade etmektedir.
Güngör, Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak isimli eserinde insanın etrafını çeviren ve davranışlarını düzenleyen hukuk, ekonomi, mesleki kuruluşlar ve devlet gibi birçok sosyal kurumdan birinin de din olduğunu, ahlaki davranışın esaslarından pek çoğunun dinden geldiğini belirtmektedir. Bütün dinler ahlakla ilgili emir ve yasaklar ortaya koymuş ve hiçbir din ahlakla ilgili görevlerin yerine getirilmesine ilgisiz kalmamıştır. Din, ahlaki hayatımızın en önemli ve en büyük kaynağıdır, ancak yegâne kaynağı değildir. Kaynağını Tanrı’dan alan bir ahlak sisteminden ibaret olan dinin hemen her sahada ahlaki buyrukları vardır. Hemen her sahada ahlaki buyruklara sahip olan dinde günümüzde bütün insanlar için geçerli sayabileceğimiz ahlak kaidelerinin hepsini bulmamız mümkündür. Zaten “din, kaynağını Tanrı’dan alan bir ahlak sisteminden ibarettir.” Ahlakın dinden başka kaynakları da vardır. İnsanların gündelik tavır, hareket ve usulleri ile yaşama metotlarını düzenleyen kaideler olan örf ve adetler bu kaynaklardan bazılarıdır.
Güngör’e göre, bizim için hangi değerlerin önemli olduğu hususunda değişmez hükümler verecek bir kaynağa ihtiyaç vardır. İslam’ın Bugünkü Meseleleri isimli eserinde söz konusu kaynağın din olduğunu şu sözleriyle belirtmektedir:
“Dinin getirdikleri dışında hiçbir değişmez kıymet yoktur, insanlığın diğer bütün kıymetleri yer ve zamanla sınırlı olmuştur ve objektif bilgi vermek itibariyle en sağlam görünen ilim de hep birbirinin yerine geçen teorik şemalardan ibarettir. Bu şemalar muhakkak ki git gide mükemmele yaklaşma istikametindedir, ama onlarda esas olan yine değişmedir. Şu halde insanoğlu bugün doğru sayılanın yarın yanlış çıktığı, bugün güzel görünenin yarın çirkin ilan edildiği bir dünyada, kendisini bu sonsuz dalgalanmalardan kurtaracak değişmez değerlere sarılmak zorundadır; dinin başlıca fonksiyonlarından biri ise bu türlü ezeli ve ebedi değerleri getirmektir.”
Eserlerinde, ahlak ile din arasındaki ilişki konusunda ahlakı din ile değil de, Alman filozof Kant örneğinde olduğu gibi, dini, ahlak ile temellendirdiği intibaını veren ifadelerinin olduğu da görülmektedir:
“Ahlak bir inanç ve düşünce sistemidir; üzerimizdeki elbise ve başımızdaki şapka gibi maddî bir varlığı yoktur. Belki de bu yüzdendir ki, bazı kimseler elle tutulur gözle görülür varlıklar ve cisimler dururken, böyle inançlara önem vermenin doğru olmadığını söylerler. Fakat unutmamalıyız ki, insanları bir arada tutan şeyler maddî menfaatler veya pazarlıklardan çok manevi bağlardır. Anlaşma vasıtası olarak kullandığımız dil, tamamıyla manevi bir sistemdir. Maddi menfaatin en büyük örneği diye bilinen para bile, maddi varlığı dolayısıyla değil, ancak insanların ona verdikleri kıymet sayesinde geçerli olmaktadır…
… İşte ahlaki değerler, manevi değerlerin en önemlileri oldukları için, onları daima ön planda tutuyoruz. Manevi sistemlerin en ilerisi olan dinler bile, büyük ölçüde birer ahlak sistemidirler: İnsanların Tanrı ile ve öbür insanlarla ilişkilerini düzenleyen, bu ilişkilerde neyin iyi neyin kötü olduğunu anlatan bir sistem. İnsan topluluklarında dinin çok büyük etkilerinin görülmesi daha çok bu yüzden, yani dinlerin ahlak hayatını düzenleyişi yüzündendir. Hiçbir cemiyet, ahlaktan uzak yaşayamayacağına göre, dinden uzak yaşaması da düşünülemezdi. Fakat dinlerin tabiat-üstü inançlarını kendine göre yanlış bulan veya dinin sadece tek tek fertleri ilgilendiren bir vicdan meselesi olduğunu söyleyenler bile ahlakın önemini ve gerekliliğini inkâr edemezler.”
Alıntıdan anlaşıldığı üzere Güngör, din ile ahlak arasında karşılıklı bir ilişki kurmaktadır. Ona göre insanoğlu, sahip olduğu sosyolojik ve psikolojik yapısı dolayısıyla ahlaki bir varlık olarak dine ihtiyaç duymaktadır. Bu noktada dinin varlık sebebi ahlak ile temellendirilmektedir. Diğer taraftan din de ahlaka kaynaklık etmekte, ona evrensel ahlak ilkeleri kazandırmakta ve manevi bir yaptırım gücü sağlamaktadır.

III. Sonuç ve Değerlendirme
Cumhuriyet dönemi aydınlarından İslamcılık hareketi ile ilişkilendirilen ulemadan Ahmet Hamdi Akseki ile Ömer Nasuhi Bilmen, ahlak felsefecisi Nurettin Topçu ve Türkçülük akımı içerisinde ele alınan sosyal psikolog Erol Güngör din-ahlak ilişkisini kaynaklık açısından ele almış ve dinden ahlaka doğru giden bir yol takip ederek ahlakı din ile temellendirmişlerdir. Her ne kadar ahlakı din ile temellendiren görüşlerin büyük çoğunluğu, ahlaklılıkla aklilik arasında gizli bir soğukluk olduğu kanaatini taşıyorlarsa da, Akseki, Bilmen, Topçu ve Güngör örneğinde görüldüğü üzere, teolojik ahlak anlayışına sahip olan Cumhuriyet dönemi aydınları için bu durum söz konusu değildir.
Batıcılık hareketi ile ilişkilendirilen Celal Nuri İleri ile Anadoluculuk hareketinin kurucularından felsefeci ve sosyolog Hilmi Ziya Ülken ise, din-ahlak ilişkisi noktasında ahlakı din ile temellendirmeyerek teolojik ahlak anlayışını kabul etmemişlerdir. Ahlakı dinin dışında herhangi bir kaynakla temellendirme teşebbüsünde karşılaşılan esas problem ahlaki rölativizm ile şüpheciliktir.
Aklı yadsıyan dindarlık modeli ile dini yadsıyan ahlaki görüş, birbiriyle keskin bir yol ayırımına girmektedir. Hangisinin haklı ya da doğru olduğunu delillendirmeye çalışmak yerine, daha yoğun dindarlık uğruna aklı dışlayıp, akliliği ve insaniliği yadsıyan görüş ile daha fazla profanlık adına, dini ve din temelli ahlakı dışlayan görüş ve bakış açılarının, oldukça uç noktalarda yer aldıkları tespitini yapmak gerekir. Çünkü akıl, ahlak ve din, nihai çözümlemede, değişmez değer ve ilkelerin kalıcılığını sağlamada birliktedir. İlahilik, aklilik, dinilik ve insanilik, ahlak felsefesinde aynı temel ilkeleri savunmaktadırlar. Ahlaki hayatta, ilahilik ile akliliğin birbirlerine rakip olarak görülmesi, insancıllığı ortadan kaldırıcı sonuçlara yol açar. Akıl ve din insanın ahlaki yaşamında birbirinden ayrı düşünülemeyecek temel unsurlardır. Zaten Cumhuriyet dönemi aydınlarından Diyanet İşleri Başkanlığı yapmış Ömer Nasuhi Bilmen ve Ahmet Hamdi Akseki ile ahlak felsefecisi Nurettin Topçu da vahiy ve aklı birbirinin karşısında değil yanında ve destekçisi olarak değerlendirmişlerdir.