Makale

İslami İlimlerde Birleştirici Yorum “Tenevvü İhtilafı”

İSLAMİ İLİMLERDE BİRLEŞTİRİCİ YORUM
“TENEVVÜ İHTİLAFI”

M. Rahmi TELKENAROĞLU*

Özet:
“Farklı görüşlerden birisini benimseme” manası taşıyan ihtilaf terimi, ilk duyulduğunda olumsuz anlamlar çağrıştırsa da, ictihad söz konusu olduğunda, bu ihtilaflara kaynaklık eden teoriler adına olumlu sayılabilecek bir olgudur. Diğer taraftan bilimsel ihtilafların hepsini, birbirini nakzeden tartışmalar olduğu yargısıyla aynı kefeye koymamak gerekir.
Bu makale, ihtilafın “Tenevvü” ve “Tezat” şeklinde yapılan ikili tasnifinden yola çıkarak, bir kısım görüş ayrılıklarının zıtlık/çelişki olmayıp, çeşitlilik kabilinden varsayıldığını ortaya koymaktadır. Buna göre Tenevvü İhtilafının alanlarını şöyle sıralayabiliriz: Mezheplerin sahih sünnete dayanan farklı uygulamaları, fıkıh usulcülerin kendi aralarında yaptıkları lafzî (sözde) münakaşalar, aynı anlama gelen tefsir farklılıkları ve Kur’an-ı Kerim’in tilavetinde ortaya çıkan kıraat vecihleri. Bu saydığımız hususlarda bütün taraflar kendisini hak/musîb kabul etmekle birlikte başkalarını ret ve inkâr yoluna gidemezler.
Anahtar Kelimeler: İslam Hukuku, İctihad, İhtilaf, Tenevvü İhtilafı.

Unifying Gloss in Islamic Sciences: The Difference of Diversity
Abstract:
The term of difference is means to accept one of the different ideas. Although it evokes of negative meanings, as regards juridical cases, it is regarded as an positive fact on behalf of the theories that lead to the differences. On the other hand, all technical differences cannot be regarded the same because they have argumentations that overrule each other.
This article displays that some differences are not opposition, but they are diversities. We did that from the difference that has two kinds; diversity and oppositeness. According to this, the field of difference of diversity as follow: the different applications of islamic schools that depend on authentic tradition, the literal argumentations that scholars of the islamic law methodology make between them, the exegesis differences that has same meaning and the reading points that appear at the reading of Quran. At the points we mentioned above, although all supporter accept that he is right, he cannot reject others.
Key Words: Islamic Law, Ijtihad, Difference, The Difference of Diversity.

Giriş
İhtilafın Tanımı, Sınırı ve Çeşitleri
İnsanlığın bir blok halinde aynı görüş üzerinde birleşmeleri, Allah’ın kâinata koyduğu evrensel kanunlara aykırıdır. Dinî mezhepler, felsefî ekoller, doktrinler, ilim ve sanat alanındaki muhtelif yöntem ve yorumlar da farklı eğilimlere sahip insan tabiatının somut ifadeleridir. İnsanlar tarih boyu psikolojik, siyasi, sosyal, ideolojik, coğrafi ve sayabileceğimiz pek çok etken nedeniyle görüş ayrılığına düşmüşler, hatta aynı felsefi ekolün temsilcileri bile pek çok konuda birbirleriyle yollarını ayırmak zorunda kalmışlardır. İnsana bahşedilen hür düşünce kabiliyeti söz konusu olduğunda bu, o kadar da yerilecek bir durum değildir. Zira İslam Hukuk bilimini ele alırsak, bu alandaki ilmî ihtilaflar, sanıldığı gibi, fıkhı statik hale getirmemiş, tam aksine dinamik bir yapıya kavuşturmuştur. Asırlar boyu fukahanın ortaya attığı ictihadi görüşleri içeren kütüphaneler dolusu ilmi birikim bunun en kuvvetli delilidir.
Half (خلف) kökünden türeyen “ihtilâf” kelimesi masdar olarak "bir şeyin diğer bir şeyin peşinden gelmesi, gidip gelmek, ayrı görüşe sahip olmak, çekişmek, karşı gelmek, eşit olmamak, anlaşmazlık" gibi manalara gelmektedir.
Fıkıh ilminde ihtilâf, icmâ ve ittifakın mukabili bir terim olarak kullanılmakta, Kur’an ve sünnetin temel ilkelerinde birleşen ilim adamlarının, "müctehedün fîh" denilen ictihada açık konularda muhtelif sebeplerle ayrı kanaatler benimsemesini ifade etmektedir.
Hz. Peygamber (s.a.s.) ihtilâfla ilgili olarak “İnsanların en bilgilisi, insanlar ihtilâfa düştüğünde hakkı en iyi görebilendir.” buyurmaktadır.
Katâde “İhtilâfı bilmeyen kişi fıkhın kokusunu alamaz.” , Atâ ise “Âlimlerin ihtilafını bilmeyen kişinin fetva vermesi uygun değildir.” demektedir.
İhtilâf kelimesi ilk duyulduğunda insanların zihninde olumsuz anlamlar çağrıştırmaktadır. Aslında bu, “ihtilâf” ve “zıt” kavramlarının mana muhtevasını birbirine karıştırmaktan kaynaklanmaktadır. Birbirine zıt şeyler birbiriyle ihtilâf etmekte iken, ihtilâf eden her şey birbirine zıt değildir.
“İhtilafın sınırı” ifadesi ile kastedilen şey vakıa olarak insan aklının kabul veya reddettiği bütün konular değil, insanların ayrı düşünce ve görüşlere sahip olmasında dinen sakınca görülmeyen sahadır. Neticede kendisine insan denilen ve bağımsız bir hür düşünce yetisi bahşedilen varlık, Yüce Yaratıcı’nın varlığı-yokluğu, birliği-çokluğu gibi konularda bile fikir ayrılığına düşebilmiştir. Dolayısıyla bu tür konuları ihtilaf alanı olarak sunmak doğru bir yaklaşım olamaz. Burada “ihtilafın sınırı” ile amaçlanan şey olsa olsa fukahanın “müctehedün fîh” dediği düşünsel çerçevedir.
İmam Şâfiî (v. 204/819) meşruiyeti açısından ihtilâfı "haram ihtilâf" ve "caiz ihtilâf" olmak üzere ikiye ayırırken aynı zamanda ihtilafın sınırını da çizmiş olmaktadır. Buna göre Kitap ve sünnette hükmü açıkça bildirilmiş (mensûs) bir hükümde ya da İslam âlimlerinin üzerinde icmâsının bulunduğu konularda görüş ayrılığına düşmek caiz görülmez. Bu üç delilin bulunmadığı veya nassın başka bir manaya muhtemel olduğu konularda müctehidlerin birbirine aykırı şeyler söylemesi doğaldır; aynı zamanda meşrudur.
İmam Şâfiî’nin ihtilafı, meşruiyeti açısından haram ve caiz olmak üzere iki sınıfa ayırmasına ilaveten Ebu Süleyman el-Hattâbî (v. 388/998) konusu bakımından ele almak suretiyle üç kısımda değerlendirmektedir:
1. Yaratıcının varlığı ve birliği konusunda ihtilâf etmek küfürdür.
2. Yaratıcının sıfatları ve iradesi konusunda ihtilaf bidattir.
3. Fer‘î/fıkhî hükümlerde ihtilafa düşmeyi ise Allah (c.c.) âlimler için bir onur vesilesi yapmıştır, "Ümmetimin ihtilâfı rahmettir." hadisinden maksat da budur.
Şâfiî usulcü Tâcuddîn es-Sübkî (v. 771/1369) de ihtilâfı üç başlıkta ele almaktadır:
1. Usulde ihtilâf; dalâlete ve fitneye götürür.
2. Kamu yararını ilgilendiren dinî-dünyevî işlerde ihtilâf; İslam’da yerilmiştir.
3. Furu‘âttaki ihtilâf; bu alanda asıl olan ve arzulanan şey insanların fikir birliğine varmalarıdır. Fakat ihtilafın rahmet olması durumunu göz önüne alarak kişi ihtiyaç durumunda -mezheplerdeki ruhsatları araştırmaksızın- farklı görüşlerden istifade edebilir.
Meşhur Eş‘arî kelamcı Ebu Bekr el-Bâkıllânî (v. 403/1013) ise ihtilafı başka bir bakış açısıyla "birbirine zıt olan" ve "birbirine zıt olmayan" şeklinde ikiye ayırmaktadır. Kefâretlerde olduğu gibi; örneğin yemin bozma kefareti olarak öngörülen köle azat etmek (ıtk), fakirlere yemek yedirmek (it‘âm), oruç tutmak (sıyâm) seçenekleri arasında ihtilaf vardır ama bunlar birbirine zıt değildir. Bu tasnife göre Bâkıllânî ihtilaflar arasında “suri ihtilaf” ve “hakiki ihtilaf” şeklinde yapılan kategorik ayırıma işaret etmiş bulunmaktadır.
Sûrî ihtilaftan bahseden diğer bir müellif de Ebu İshak eş-Şâtıbî’dir (v. 790/1388). Onun üzerinde durduğu nokta daha çok tefsir ihtilaflarındaki şeklî ihtilaflardır. Seleften rivayet olunan Kur’an açıklamaları dikkatlice tetkik edilirse hepsinin aynı anlam üzerinde birbiriyle buluştuğu alenen görülür.
Bilindiği üzere naslardan yahut Şâri’in hukuk düzeniyle amaçladığı ilkelerden yola çıkarak bir sonuca varmayı görev edinen müctehidlerin ulaştığı sonuçların ne derece doğruluğu ve ne derece yanlışlığı noktasındaki hararetli tartışmalar (tasvîbu’l-müctehidîn meselesi) günümüze kadar süregelmiştir. İctihadi çözümlerin içinde doğru/musîb olanın tek olduğu yönündeki genel eğilim (Muhattıe görüşü), beraberinde “Peki bütün görüşlerin isabetli olduğu bir saha yok mudur? Fıkhın tamamı Allah nezdindeki hakikate tekabül edip etmediği meşkuk olan ve daima birbiriyle çelişki içinde bulunan ictihadlar yığınından mı ibarettir? Mezheplerin ve müctehidlerin, üzerinde fikir birliği ve hedef birliği sağladıkları, hepsine ‘aynı anda haktır’ diyebileceğimiz bir alan ve bütün bu yorumları birleştiren bir yöntem var mıdır?” tarzında soruları gündeme getirmektedir.
Bu soruların cevabını merak eden araştırmacı, İslam kültür mirası içindeki bir kısım ilmî ihtilafların, zıt kutupları temsil eden muhalefetler değil, sadece birden fazla renk anlamına gelen birden fazla farklılık olduğunu görebilir. İhtilaf türleri içinde değerlendirilen ve “Tenevvü (Çeşitlilik) İhtilafı” şeklinde terimleşen bu tür görüş ve uygulama farklılıkları, genel olarak tüm İslami bilimlerde yorumları birleştirici bir fonksiyona sahip olması özelliğiyle, bir taraftan mutlak doğruyu tekeline aldığını zanneden mezhep mutaassıplarına bu hastalıktan kurtulmanın etkin yolunu göstermekte, diğer taraftan da ihtilafların, üzerine kurulduğu alt yapıya vakıf olmaya yardımcı olmaktadır.
Şimdi ayrı bir başlık altında, makalenin esasını teşkil eden ve evvelemirde teorisyenliğini Takiyyüddîn b. Teymiyye’nin (v.728/1327) yaptığı “tenevvü ihtilafı” ve “tezat ihtilafı” denilen tabirlerin kavramsal içeriği hakkında örnekli malumat sunulacaktır.
I. Tenevvü ve Tezat İhtilafı
Bu tasnif esasen Bâkıllânî’nin “zıt olan” ve “zıt olmayan” şeklinde sunduğu ihtilaf türlerine benzemektedir. Diğer taraftan usulcüler içinde İbn Teymiyye’den önce, temelde görüş ayrılığı olmadığı halde görünürde var olduğu zannedilen ve “surî/lafzî” kelimeleriyle karşılanan bir ihtilaf türüne satır aralarında temas eden müelliflerin bulunduğu da bir gerçektir. Ancak İbn Teymiyye bu teorinin soyut muhtevasını detaylarıyla işlemiş ve örneklendirmede çok büyük başarı sergilemiştir.
İbn Teymiyye’ye göre İslam bilim tarihinde âlimler arasında cereyan eden görüş ayrılıkları genel olarak tenevvü ihtilafı ve tezat ihtilafı olmak üzere iki ana grupta toplanmaktadır.
Tenevvü ihtilafı kısaca “Bir grubun inkâr etmediği şeyi diğer grubun kabullenmesi; kabullenmediği şeyi de inkâr etmeleridir.” Bu tür bir ihtilaf aynı eşyaya farklı lisanlarda farklı isimler verilmesine benzeyen bir durumdur. Kullanılan lafızlar değişik olmasına rağmen aynı müsemmaya delalet etmektedir. Yüce Yaratıcı’ya Arapça’da Allah, Farsça’da Hüdâ, Türkçe’de ise Tanrı denilmesi böyledir. Her ne kadar bütün milletler Allah’ın bir sıfatını göz önünde tutarak O’nu bir isimle çağırsa da ve bu isimler anlamca her yönüyle birbiriyle örtüşmese de özetle aynı zattan bahsettikleri bilinmektedir.
Bazı tarif ve tasniflerde olduğu gibi lafızlar farklı, mana ve müsemma aynı olan ihtilaflar da tenevvü ihtilafındandır.
Tenevvü ihtilafı kapsamına giren fikir ayrılıkları mübayin/birbirinden farklı olabilir, fakat birbirine uyumsuz değildir. Bu durum mantık bilimine ait "karşıt" ve "çelişik" terimlerine benzetilebilir. Karşıt olan iki şey birbiriyle çelişik olmayabilir. Beyaz siyaha karşıttır lakin çelişik değildir. İki renk arasında grinin birçok tonu bulunmaktadır. Çelişik olan "beyaz" ile "beyaz olmayan" dır.
Tenevvü ihtilafında taraflar hiç gereği yokken ve farkında olmadan kendisini üstün, karşısındakini aşağı görmekte, bazen karşıt görüşü taraftarlarına sakıncalı gibi gösterebilmektedir. Farklı eğilimlerde olan görüşlerden hepsi doğru ve musîb olmasına rağmen gurur, kibir ve husumet gibi nefsani saiklerle hakikati tekeline almakta, kendisini doğruluğun mutlak temsilcisi görmekte, muhalifinin görüşlerini ise tamamen batıl olarak sunabilmektedir.
İbn Teymiyye “Müfessirler, hadiste “Kim, Kur’an hakkında re’y ile konuşursa cehennemdeki yerini hazırlasın!” buyurulmasına rağmen tek bir ayeti açıklarken bile pek çok farklı görüş dile getirmektedirler. Bu durumda müfessirler Kur’an’ı rey ile tefsir etmiş oluyorlar. Zira ihtilafın sebebi reydir; rey olmasaydı ihtilaf da ortaya çıkmazdı. Ayrıca doğrunun iki zıt görüşte bulunması imkânsızdır?” şeklindeki itiraz içerikli soruya da tenevvü ihtilafıyla cevap vermektedir. Ona göre sahâbe ve tâbiînin tefsirdeki ihtilaflarının tamamı tenevvü ihtilafıdır. Mezkûr ihtilaflar ilk dönem İslam bilginlerinin çelişkili yorum farkından kaynaklanmayıp sadece şeklî ve zahirîdir. Müfessirler tarafından kullanılan muhtelif tabirler arasında aslında tam bir uyum bulunmaktadır.
“Tezat ihtilafı” ise birbirini nakzeden ve çelişik görüşler ihtiva eden ihtilaf türüdür. Bu tür ihtilaflar daha çok usûlü’d-dîn ve inanç konularında söz konusudur. Aynı zamanda “İhtilaf halinde doğruya isabet eden tektir” diyen ve cumhur ulemanın temsil ettiği Muhattıe’ye göre furû (fıkhî) konularda ortaya çıkmaktadır. “Bütün müctehidler musîbtir” diyen Musavvibe’ye göre ise furuattaki ictihad farklılıkları da tenevvü ihtilafı olarak kabul edilmektedir.
Kur’an-ı Kerim’de ihtiras ve kıskançlığın ihtilafı doğuran sebepler arasında zikredilmesi dikkate değer bir husustur. Böyle negatif duyguların ortaya çıkardığı fikir ayrılıklarının tezat ihtilafı olduğu izaha gerek duymayacak ölçüde açıktır.
Tenevvü ihtilafına atfen “Bu nevi ihtilafları bilmenin ne fıkıh bilimini, ne usulünü, ne de İslam inancını geliştirici yönde kayda değer bir etkisi bulunmamaktadır. Peki, o zaman bu alanda araştırma yapmanın ilim ve fikir dünyasına ne gibi katkısı olabilir?” şeklinde bir soru ilk etapta herkesin aklına gelebilir. Tenevvü ihtilafının alt başlığı olan lafzî (suri) ihtilaflar hakkında müstakil bir eser kaleme alan Abdulkerim en-Nemle bu soruya cevap vermek için şu dört maddeye okuyucunun dikkatini çekmektedir:
a. Lafzî ihtilafları ortaya koymak, “İslam denilen din, Müslümanların dinî hükümlerde yaptıkları tartışmalardan başka bir şey değildir.” şeklinde eleştiri yönelten islam aleyhtarlarını susturmanın en güzel yoludur. Zira ulema arasındaki ihtilafların lafzî olduğunun anlaşılmasıyla bu münakaşaların hakiki ve manevi değil, şekilsel ve terimsel olduğu ortaya çıkmış olur.
b. Bu tür ihtilaflı konularda serdedilen farklı görüşlerin ayrıntılarını ve delillerini mütalaa etmek ilim taliplerine, delil takrir etme yöntemleri üzerinde meleke kazandıracak ve taassuba gitmeden hasmını ikna etmenin kuralları noktasında kabiliyetlerini geliştirecektir. Şu bir gerçek ki, âlimlerin münakaşaları, kişiye münâzara ve cedel ilmi açısından ufuk açıcı veriler sunmaktadır.
c. İhtilafların lafzî olduğunu öğrenmek, bu ihtilafların kaynağına inmeye, üzerine kurulduğu bilimsel alt yapıya vakıf olmaya ve bilginlerin bir görüş ortaya koyarken hedefledikleri şeyi anlamaya yardımcı olacaktır.
d. Lafzî ihtilaflar üzerinde çalışma yapmak, fıkhî ekollere ait terimlerin kurumsallaşmasını, muhalif görüşteki insanların birbirlerinin diliyle konuşmasını ve ortak bir zeminde tartışmalarını sağlayacaktır.
II. Tenevvü (Çeşitlilik) İhtilafı Olarak Değerlendirilen Konular
A. Mezheblerin Sünnete Dayanan Farklı Uygulamaları
Mezheb önderleri ve müctehid imamları yöntemleri farklı olsa da Şâri Teâlâ’nın insanlardan istediği fiilleri tespit etmeye çalışmışlardır. İctihadî meselelerdeki muhtelif görüş ve uygulamalara bu açıdan baktığımızda esasen bunların muhtelif değil müttefik olduğunu görürüz. Bu durum değişik ibadetlerle Allah’a yakınlaşmaya çalışan müminlerin haline benzer. Kimisi namaz, kimisi oruç, bazıları da mali yardımlarla kulluğunu yerine getirmektedir. Şekiller farklı olsa da hepsi birer ubudiyet göstergesidir. Bu durumda iyi niyet, ictihadda isabet ve hata tartışmalarının bir boyutunu temsil etmektedir. Müctehid vasıflı kişilerin hükmen musîb sayılacağı ve uhrevî açıdan mükâfat kazanacaklarına dair genel kanının doğruluğu yanında, sahih sünnete dayanan ve daha çok ibadetlerdeki uygulama şekilleriyle alakalı konularda bu uygulama şekillerinin hepsine hakikaten musîb denilip denilmeyeceği söz konusu tartışmanın diğer boyutudur. Bu noktada, üzerinde mezheplerin ve müctehid imamların ihtilaf ettiği ve güvenilir ravilerin muttasıl senedle Hz. Peygamber’e dayandırdığı ibadet şekilleri hakkında “Bunların hepsi musîb/hak/doğru mudur, yoksa aralarından birisi doğru diğerleri muhtî/batıl/yanlış mıdır?” suali araştırmamızın ana temasını belirlemesi açısından önemlidir.
Şu anda elimizde bulunan ilk usul kitabının sahibi olan İmam Şâfiî (v. 204/819) bu suale cevap ararken söze “Bu mesele ayan beyan ortada!” diyerek başlamakta ve kendisinden bu konuda açıklama yapması istenince şöyle devam etmektedir:
“Bu rivayetlerin hepsi, yüce Allah’ı tazim etmek için ashâba Hz. Peygamber tarafından öğretilen dualardır; herbirisine ayrı zamanlarda öğretmiş, onlar da bunu ezberlemiştir. Ezber yoluyla edinilen bu tür bilgilerde dikkat edilmesi gereken husus mananın değiştirilmiş olmasıdır. Eğer cümlede manayı bozacak derecede fazlalık, eksiklik veya çelişki bulunmuyorsa mananın değiştirilmiş olduğuna hükmedilemez. Diğer taraftan Peygamber (s.a.s.) onlardan herbirisine ezberlediği şekliyle okumasına izin vermiş de olabilir. Çünkü hükmü değiştirecek ölçüde bir mana söz konusu değildir. Ayrıca muhtelif rivayetlerin sahibi olan ve teşehhüd şekilleri farklı farklı olan kişiler bu konuda geniş bir alan açmışlardır. Ezberinde kaldığı ve hatırladıkları şekliyle okumuşlar, onlara bu konuda izin de verilmiştir.”
Veliyyullâh ed-Dehlevî’ye (v. 1176/1762) göre fakihler –özellikle de sahâbîler- arasındaki görüş ayrılığının pek çoğu Rasûlullâh’ın aynı konudaki farklı uygulamalarına dayanmaktadır. Hatta ona göre ilk dönem İslam alimleri bu görüş ve uygulamalardan her birinin meşrû olduğu noktasında fikir birliği etmektedir.
İbn Teymiyye, bu konuyu eserlerinde değişik münasabetlerle ve sıklıkla gündeme getirmiş ve “tenevvü ihtilafı” terimi altında bu teorisini sistematize etmiştir. Ona göre Hz. Peygamber’den sadır olan her uygulama caizdir ve bu uygulamalardan doğan her farklı görüş de şüphesiz musîbtir.
Mezheplerin sahih sünnete dayanan farklı uygulamalarına örnekler:
1. İstiftah (Namazda Başlangıç Tekbirinden Sonra, Fatihadan Önce Okunan Dua) Şekilleri
Bu konuda Rasûlullah’ın birkaç farklı duası nakledilmektedir. Bunlardan sened bakımından en kuvvetli ve yaygınlık kazanmış olanları şöyledir:
Birincisi: Hz. Ömer’in namazda istiftahın nasıl yapılacağını öğretmek amacıyla müslümanlara namaz kıldırırken cehren okuduğu ve hadislerde
سُبْحَانَكَ اللَّهُمَّ وَبِحَمْدِكَ وَتَبَارَكَ اسْمُكَ وَتَعَالَى جَدُّكَ وَلَا إِلَهَ غَيْرُك
“Allah’ım! Sen bütün eksikliklerden münezzehsin. Hamd sana aittir. Şanın çok yüce, zenginliğin pek yüksektir; senden başka da ilah yoktur.” şeklinde varit olan ve Hanefî fukahânın esas aldığı duadır.
İkincisi: Hz. Alî’nin uygulaması olan “tevcih” duası ki şöyledir:
وَجَّهْتُ وَجْهِيَ لِلَّذِي فَطَرَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ حَنِيفًا وَمَا أَنَا مِنْ الْمُشْرِكِينَ إِنَّ صَلَاتِي وَنُسُكِي وَمَحْيَايَ وَمَمَاتِي لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ لَا شَرِيكَ لَهُ وَبِذَلِكَ أُمِرْتُ وَأَنَا مِنْ الْمُسْلِمِين
“Yüzümü hanîf olarak gökleri ve yeri yaratana çevirdim ve ben müşriklerden değilim. Muhakkak benim namazım, ibadetim, yaşantım ve ölümüm âlemlerin rabbi olan Allah içindir; onun şeriki yoktur. İşte ben bununla emrolundum ve ben (Allah’a) teslim olanlardanım.” duasıdır. Şafiî mezhebinin tercihi de bu yöndedir.
Üçüncüsü: Ebu Hureyre’nin rivayeti olan duadır.
اللَّهُمَّ بَاعِدْ بَيْنِي وَبَيْنَ خَطَايَايَ كَمَا بَاعَدْتَ بَيْنَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ اللَّهُمَّ نَقِّنِي مِنْ الْخَطَايَا كَمَا يُنَقَّى الثَّوْبُ الْأَبْيَضُ مِنْ الدَّنَسِ اللَّهُمَّ اغْسِلْ خَطَايَايَ بِالْمَاءِ وَالثَّلْجِ وَالْبَرَدِ
“Allah’ım! Doğuyu ve batıyı birbirinden uzaklaştırdığın gibi hatalarımı benden uzaklaştır; beyaz kumaş kirden nasıl arındırılıyor ise beni de hatalarımdan öyle arındır; hatalarımı kar, su ve soğuk ile yıka!” anlamındaki duadır. Hanbelîler yukarıdaki iki dua ile beraber bu duanın da namaz başlangıcında okunabileceğini söylemektedirler.
2. Namaz Sonunda Okunan Dualar
Hadis kitaplarında, farz namazların akabinde ve selam verdikten sonra söylenmesi tavsiye edilen birçok zikir şekli bulunmaktadır. Bu namaz ister cemaatle ister münferiden kılınsın değişmez. Aşağıda sıralayacağımız rivayetlerin tamamı başta Sahîh-i Buhârî ve Sahîh-i Müslim olmak üzere güvenilir kaynaklarda geçmektedir. Bir Müslüman namazını bitirince söz konusu dualardan biri veya birkaçı ile dua edebilir. Mezheb imamları da bunların içinde muhtelif tariklerle kendilerine ulaşanları tercih etmişlerdir.
Üç sefer “estağfirullâh” dedikten sonra şu duayı okumak rivayet edilen sünnetler arasındadır:
اللَّهُمَّ أَنْتَ السَّلَامُ وَمِنْكَ السَّلَامُ تَبَارَكْتَ يَا ذَا الْجَلَالِ وَالْإِكْرَام
“Allah’ım sen selamsın; selam da sendendir. Ey celal ve ikram sahibi! Sen çok yücesin.”
Namaz sonrasında okunan diğer dualar, şekilleri, kaynakları ilgili dipnotta gösterilmek suretiyle şu şekilde sıralanabilir:
لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ وَحْدَهُ لَا شَرِيكَ لَهُ لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ اللَّهُمَّ لَا مَانِعَ لِمَا أَعْطَيْتَ وَلَا مُعْطِيَ لِمَا مَنَعْتَ وَلَا يَنْفَعُ ذَا الْجَدِّ مِنْكَ الْجَدُّ
“Allah’tan başka ilah yoktur, O tektir ve ortağı yoktur. Egemenlik ona aittir, övgü de ona mahsustur. O her şeye kadîrdir. Allah’ım senin verdiğini engelleyecek, engellediğini de verecek kimse yoktur. Zenginlik sahibinin zenginliği fayda vermez; zenginlik ancak sendendir.”
لاَ إِلَهَ إِلا اللَّهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ لَا حَوْلَ وَلَا قُوَّةَ إِلَّا بِاللَّهِ لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ وَلَا نَعْبُدُ إِلَّا إِيَّاهُ لَهُ النِّعْمَةُ وَلَهُ الْفَضْلُ وَلَهُ الثَّنَاءُ الْحَسَنُ لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ
“Allah’tan başka ilah yoktur, O tektir ve ortağı yoktur. Egemenlik O’na aittir, övgü de ona mahsustur. O her şeye kadirdir. Havl ve kuvvet sadece Allah sayesindedir. Allah’tan başka ilah yoktur. Biz sadece ona ibadet ederiz. Nimet, fazl, yâd-ı cemil O’nundur. Allah’tan başka ilah yoktur. Dini sadece O’na özgü kılarak (bunu söylüyoruz), kâfirler bundan hoşlanmasa da..”
Namaz akabinde otuz üçer defa “Sübhanallah”, “Elhamdülillah” ve “Allahu ekber” dedikten sonra لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ وَحْدَهُ لَا شَرِيكَ لَهُ لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ diyenin, denizköpüğü kadar da olsa günahlarının affolacağını bildiren hadisler bulunmaktadır.
Hz. Peygamber her namazın arkasında İhlâs, Felak ve Nas surelerini okumayı tavsiye etmiştir.
Bir hadiste ise “Kim Ayete’l-kürsî’yi farz namazlarının arkasından okursa onun cennete girmesine ölümden başka bir şey engel olmaz.” buyurulmaktadır.
3. Rukû ve Secdede Okunan Zikirler
Namazın edasına çok önem veren Hz. Peygamber’in bu ibadetin rükünlerinde her zaman aynı şeyleri tekrar etmediği, farklı zamanlarda muhtelif duaları tercih ettiği bilinen bir husustur. Hz. Peygamber’in her halini yakından izleyen sahabe-i kiram ondan işittikleri kadarıyla bu duaları namazlarına taşımışlar ve etraflarında bulunan insanlara öğretmişlerdir. Üstelik namazın gerek şekli boyutu, gerekse namaz esnasında söylenen zikirler konusunda birbirlerini eleştirmekten geri durmuşlardır. Herkes ondan gördüğü şekliyle bu ibadeti yerine getirmiştir. Dolayısıyla tarih boyu özellikle namazın fizikî yönü Müslümanlar arasında tek bir kavil ve haraket ile icra edilen stabil bir ritüel haline getirilmemiştir.
İbn Teymiyye’nin rukû ve secde halindeyken söylenmesi sünnet olan cümlelerde Tenevvü (Çeşitlilik) ihtilafının ortaya çıktığını ifade ederken kastettiği anlam da bu minval üzeredir.
İbn Abdilber’e göre Süfyânü’s-Sevrî, Ebu Hanîfe, Şâfiî, Evzâî, Ebu Sevr ve Ahmed b. Hanbel gibi âlimlerin de namaz kılan kişinin rukûda üç defa “Sübhâne Rabbiye’l-azîm”, secde de üç defa “Sübhâne Rabbiye’l-a‘lâ” demesi gerektiğiyle ilgili kastettikleri şey, bunun secde ve rukûun tamam olmasının asgari sınırı olduğudur.
4. Ezan ve Kamet Kelimeleri
Câmi‘ ve sünen türü eserlerde ezanın okunuş tarzıyla ilgili iki farklı şekil söz konusudur. Bunların ilki; ezan kelimelerinin evvelindeki “Allahu ekber” cümlesinin dört defa tekrar edildiği (terbî‘) rivayetlerdir. İkincisinde ise; iki defa söylenmekle (tesniye) yetinilen ezan şeklidir.
Ezan başlangıcındaki tekbir cümlesini dört defa (terbî‘ ile) okuyan âlimler; Ebu Hanîfe, Şâfiî, Ahmed b. Hanbel’in de içinde bulunduğu cumhur ulemadır. İki defa (tesniye ile) okuyanlar ise; İmam Mâlik, Ebu Yûsuf ve Zeyd b. Alî gibi azınlık âlimlerce tercih edilmiştir.
Kamet ile ilgili olarak ise Şâfiî , Mâlik ve Ahmed b. Hanbel şehadet kelimeleri, “Hayye ‘ale’s-salât” ve “Hayye ‘ale’l-felâh” nidasının tekli (vitr ile) okunmasını tercih etmişlerdir. Ebu Hanîfe ve Kûfeli âlimler çifter (şef‘ ile) okumayı tercih etmektedir.
Çifter (şef ile) okumayı tercih edenlerin delilleri “Bilal, ezan ve kameti ikişer ikişer okurdu.” , “Bilal, ezanı ikişer ikişer okudu, kameti de öyle (okudu).” tarzındaki sahabi uygulamalarıdır.
Diğer taraftan Rasûlullah’ın müezzini Bilal’in kamet getirirken sözü edilen cümleleri tek tek okuduğuna tanıklık eden “Bilal, ezanı ikişer ikişer, kameti ise ikamet (kad kâmeti’s-salâh lafzı) hariç teker teker okumakla emir olundu.” gibi hadisler de mevcuttur.
Muhammed es-San‘ânî (v. 1186/1772) fıkhî hadisleri ele aldığı meşhur eseri “Sübülü’s-selâm”da, ilk bakışta birbiriyle çelişki halinde olduğu düşünülen bu rivayetlerin tamamını değerlendirdikten sonra, hadislerde rivayet edilen ezan ve kamet şekillerinden hepsinin sünnet sayılması ve amel edilebilir olmasına bir engel yoktur, kanaatine ulaşmıştır.
5. Teşehhüd Şekilleri
Bilindiği üzere her iki rekâtte bir ve namaz sonlarında belli bir duayı okumak için iki diz üzerine oturmak namazın önemli bir parçasıdır. Bu duaya, ilk kelimesi “et-tahiyyâtü” olması sebebiyle “selam, egemenlik, ibadet, namaz, dua” anlamlarına gelen ve tahiyye kelimesinin çoğulu olan tahiyyat denildiği gibi, içinde kelime-i şehadet geçmesi nedeniyle teşehhüd de denilmektedir.
Muhyiddîn en-Nevevî’nin (v. 676/1277) naklettiğine göre Hz. Peygamber’den varid olan bütün tahiyyat duası şekilleriyle teşehhüdde bulunmak caizdir. İhtilaf edilen nokta hangisinin daha faziletli olduğudur. Şâfiî mezhebi ve Mâlik b. Enes’in bazı öğrencileri “el-Mübârekât” lafzındaki ziyade sebebiyle ve Kur’an’da geçen “mübâreketen tayyibe” ifadesiyle örtüştüğü için İbn Abbâs’ın teşehhüdünü tercih etmektedirler. Ebu Hanîfe, Ahmed b. Hanbel, fukahâ ve hadisçilerin cumhuru ise hadis rivayet tekniği bakımından sıhhat durumunu ön plana çıkararak İbn Mesûd’un teşehhüdünü tercih etmektedirler.
Mâlik b. Enes’e göre ise senedi Hz. Peygamber’e kadar ulaşan (merfû‘) bir teşehhüd şekli yoktur. Bu yüzden İmam Mâlik, Hz. Ömer’in insanlara minberden öğrettiği aşağıdaki mevkuf hadisi yani sahâbî sünnetini tercih etmektedir:
التَّحِيَّاتُ لِلَّهِ الزَّاكِيَاتُ لِلَّهِ الطَّيِّبَاتُ الصَّلَوَاتُ لِلَّهِ السَّلَامُ عَلَيْكَ أَيُّهَا النَّبِيُّ وَرَحْمَةُ اللَّهِ وَبَرَكَاتُهُ السَّلَامُ عَلَيْنَا وَعَلَى عِبَادِ اللَّهِ الصَّالِحِينَ أَشْهَدُ أَنْ لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ وَأَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُه
“Selamlar (bedenî ibadetler), tertemiz ibadetler (malî ibadetler), dualar yalnızca Allah’a aittir. Ey Peygamber! Selam, Allah’ın rahmeti ve bereketi üzerine olsun. Selam bizim ve salih kulların da üzerine olsun. Allah’tan başka tanrı olmadığına, Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna şehadet ederim.”
Hanefî ve Hanbelîler’in yaptığı teşehhüd duası;
التَّحِيَّاتُ لِلَّهِ وَالصَّلَوَاتُ وَالطَّيِّبَاتُ السَّلَامُ عَلَيْكَ أَيُّهَا النَّبِيُّ وَرَحْمَةُ اللَّهِ وَبَرَكَاتُهُ السَّلَامُ عَلَيْنَا وَعَلَى عِبَادِ اللَّهِ الصَّالِحِينَ أَشْهَدُ أَنْ لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ وَأَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ
şeklinde iken Şâfiîler’in teşehhüdü şöyledir:
التَّحِيَّاتُ الْمُبَارَكَاتُ الصَّلَوَاتُ الطَّيِّبَاتُ لِلَّهِ السَّلَامُ عَلَيْكَ أَيُّهَا النَّبِيُّ وَرَحْمَةُ اللَّهِ وَبَرَكَاتُهُ السَّلَامُ عَلَيْنَا وَعَلَى عِبَادِ اللَّهِ الصَّالِحِينَ أَشْهَدُ أَنْ لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ وَأَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللَّه ِ
Görüldüğü gibi her üç dua da hem lafız hem de mana itibariyle birbirine çok yakındır. Aralarındaki farklar önemsenmeyecek kadar küçüktür ve teşehhüd ile amaçlanan, tüm yönleriyle kulluğun sadece Allah’a yapılması gerektiğini (ihlas) çağrıştıran külli anlam içeriğine asla halel getirmemektedir.
Konuyla ilgili olarak İmam Şâfiî tâbiînden bazı kişilerle karşılaştığını ve bu kişilerin teşehhüd lafızlarında ihtilaf ettiklerini ve bunu onlara hatırlatınca, manayı bozmadıkça bu duaların herhangi biriyle teşehhüdde bulunmanın bir mahsuru olmadığı kanaatini ifade ettiklerini söylemektedir. Şâfiî’nin kendisi de teşehhüd lafızlarının Hz. Ömer, Ebu Mûsâ el-Eş‘arî, Abdullah b. Mesûd, Câbir b. Abdullah gibi sahâbîlerden değişik şekillerde mervi olmasına rağmen, hem anlamındaki genişlik hem de kelime sayısının fazlalığı sebebiyle Abdullah b. Abbas’ın rivayetini tercih ettiğini belirtmektedir.
6. Bayram Namazının Kılınışı
Bayram namazının hutbeden önce, ezansız ve kametsiz kılınacağına dair ittifak vardır. Ancak iki rekâtlık normal namaza ilaveten yapılan zaid tekbirlerin kaç adet ve ne zaman yapılacağı konusunda mezhepler arasında ihtilaf bulunmaktadır.
Şâfiîlere göre her iki rekâtta de kıraatten önce olmak üzere birinci rekâtta yedi, ikinci rekâtta beş tekbir alınır. Bu konudaki delilleri Hz. Peygamber’in birinci rekâtta yedi, ikinci rekâtta beş tekbir getirdiğini haber veren rivayetlerdir.
Mâlikî ve Hanbelîlere göre birinci rekâtta altı, ikinci rekâtta beş zâid tekbir alınır ve her iki rekâtta de bu tekbirler kıraatten öncedir. Bu konuda onların da delilleri Şâfiîler’in uygulamasına mesned teşkil eden yukarıdaki hadisin aynısı olmakla birlikte onlar tekbîratü’l-ihrâmı birinci rekâtta getirilen yedi tekbirin içinde sayarlar. Dolayısıyla zait tekbirler toplamda altı kabul edilir.
Hanefîler ise asli tekbirlerin dışında birinci rekâtta kıraatten önce üç, ikinci rekâtta kıraatten sonra yine üç tekbir ile bayram namazını eda ederler. Onların bu konudaki delilleri Ebu Mûsâ el-Eşarî’nin, Rasulullah’ın kıldırdığı bayram namazı hakkında verdiği bilgidir. Hanefîler’den Ebu Yûsuf’un birinci rekâtta beş, ikinci rekâtta dört, üç de asli tekbirler olmak üzere toplam on iki tekbir ile bayram namazını kıldırdığı da bilinmektedir. İbrahim en-Nehaî ise bazı sahabilerden mervi olan rivayetlere dayanarak her iki rekâtta dokuz tekbir alınması gerektiğini öne sürmüştür.
Bayram namazının kılınışı ile ilgili zikri geçen bilgiler ışığında bütün bu şekillerden herhangi birisi ile bayram namazı kılınabilir. Buradaki ihtilaf öze ilişkin olmayıp sadece çeşitlilik kabilinden uygulama farklılıklarıdır.
7. Vitir Namazının Vasl ve Fasl ile Kılınması
Hadislerde günün en son namazı olarak kılınması tavsiye edilen ve “rekât sayısını tekli rakam haline getirme” anlamı taşıyan vitir namazının kılınışı ile ilgili olarak iki farklı uygulama göze çarpmaktadır. İlk şekli İmam Şâfiî ve İmam Mâlik’in tercih ettiği vitir namazının bir rekâtten fazla (3,5,7,9 rekât gibi) kılınması halinde arada selam vererek fasl ile (2+1 şeklinde) kılmaktırlar. Ebu Hanîfe ve Hanefîler ise arada selam vermeden blok halinde vasl ile kılmaktadır. Süfyânü’s-Sevrî gibi bazı önde gelen İslam bilginlerinin vitri beş rekât olarak vasl ile kıldıkları da rivayetler içinde bulunmaktadır.
Vitir namazının vasl ve fasl halinde kılınmasını öngören her iki grubun da kendisine göre itimada şayan delilleri vardır.
B. Usulcülerin Sözde İhtilafları
Usulcüler pek çok konuda birbirleriyle münakaşaya girer, her ekol kendi görüşünü ispatlamak, hasmının iddiasını çürütmek, karşı taraftan gelen itirazları haksız çıkarmak için bir yığın delil getirirler. Ne var ki, usûl-i fıkıh müelliflerince problem olduğu düşünülen bazı meselelerde, tartışmanın taraflarına ait fikirler tetkik edildiğinde, bunları aynı kanaate irca etmenin mümkün olduğu görülür. Yüzeysel bir bakışta aykırı şeyler söyledikleri zannedilse de esasen aynı anlamı dolaylı da olsa farklı ifade ve yorumlarla kabullendikleri anlaşılır.
Sözde (lafzî) ihtilafı “Bir kelimenin anlamca başka bir kelime ile örtüşmesi” yani aynı anlamı karşılamak üzere farklı lafızlar kullanılması olarak niteleyen Takıyyüddîn b. Teymiyye (v.728/1327), İslam âlimlerinin usûl ve furû konularındaki pek çok ihtilafın aslında aynı anlama gelen fakat görünürde birbirine aykırı şeyler söyledikleri zannedilen sözde ihtilaflardan ibaret olduğunu belirtmektedir.
Muasır İslam hukuku bilginlerinden AbdulKerim en-Nemle, “el-Hılâfu’l-lafzî ‘ınde’l-usûliyyîn” adlı eserinde usul-i fıkıh müdevvenatında tartışmaya konu olmuş pek çok problemin manaya ilişkin olmadığı ve sadece lafızda kaldığını belirtmektedir. en-Nemle, “Fıkıh usûlü, bilim olarak şer‘î delillerin kendisi midir yoksa bu delilleri bilmek midir? Konularının tamamı kati midir, yoksa bir kısmı katî diğer kısmı zannî midir? Âlemin hudûsuna (sonradan yaratılmış olduğuna) dair bir delil ortaya koyulduğunda, medlûl olan şey âlemin hudusu mudur, hudusunu bilmek midir? Akıl tefâvüt eder mi? Şer‘î hüküm mükellefin fiilleriyle ilgili hitabın kendisi midir, yoksa hitab ile sabit olan sonuç mudur?” gibi pek çok konuyu sözde ihtilaf başlığı altına dahil etmektedir.
Yine klasik dönem usulcülerden Fahruddîn er-Râzî (v. 606/1209) “el-Mahsûl fî ‘ilmi’l-usûl” adlı eserinde Mutezile ile Ehl-i Sünnet fakihleri arasındaki, “Birden fazla müeyyideyi (yemin kefaretinde olduğu gibi) seçim hakkı vererek emretmek” diye bilinen tartışmayı hakiki değil sûrî bir ihtilaf olarak değerlendirmektedir. Buna göre Mutezile “Bu alternatiflerden tamamını vacip fakat içlerinden birisini seçmekte serbest olduğu” görüşünü destekler iken, Ehl-i Sünnet usulcüler vacip olan şeyin tek olduğunu, ancak tek olan bu vacipin belirsiz olduğunu iddia etmektedirler. Mana olarak iki görüş arasında bir çelişki söz konusu değildir. Zira Mutezile’nin “Muhayyer olmak kaydıyla hepsi vaciptir.” sözünden maksat “Mükellefin hepsini terk etmesi caiz olmadığı gibi hepsini birden yapması da gerekmez; içlerinden birisini seçme özgürlüğü kişinin kendisine bırakılmıştır” anlamıdır. Bu anlam, Ehl-i Sünnet usulcülerin “Vacip olan şey belirsiz olmak kaydıyla bir tanedir” sözüyle kastettikleri anlamın ta kendisidir. Dolayısıyla bu konuda İslam âlimleri arasında bir ihtilafın bulunduğunu nakletmek doğru olamaz.
İslam Hukuku metodolojisinde durum böyle olduğu gibi ehl-i sünnet kelamının iki büyük damarı sayılan Eşarîler ve Mâturîdîler de pek çok zaman aynı şeyi düşünmekte, fakat fikirlerini değişik terimlerle anlatmaktadırlar. Kelam ilminin ana konuları olan (makâsıd ve mesâil) hususunda ittifak eden her iki mezhep arasındaki pek çok tali görüş, aslında müntesipleri açısından fiili hayatla ilgisi bulunmayan, tatbikatta insanlar arasında herhangi bir karışıklığa sebebiyet vermeyen kanaatlerdir. Eşarî kelamcı ve büyük fıkıh âlimi Ebu Nasr Tâcuddîn es-Sübkî (v. 771-1370) “Tabakâtü’ş-Şâfi‘iyyeti’l-kübrâ” satırları arasında Mâturîdîler ile Eşarîler arasındaki söz konusu ihtilaflardan şöyle bahsetmektedir: “Hanefîlerin kitaplarını karıştırdım ve sonuçta aramızdaki ihtilafların toplamda on üç kadar olduğunu gördüm. Bu on üç meselenin sadece altı tanesi mana ile ilgili, geri kalanı lafzî ihtilaflardır. Aramızda tartışmaya sebep olan söz konusu altı mesele de küfür isnadını ya da birbirimizi dışlamayı gerektirecek konular değildir.”
C. Aynı Anlama Gelen Tefsir Farklılıkları
Yüce Allah ve O’nun elçisine ait beyanlardan sonra Kur’an’ı tefsir etme görevinde en önemli kaynak olma özelliği taşıyan ashâb-ı kirâm, ayetleri açıklarken her ayetin tefsirinde ittifak halinde olmayıp, bazen ayetin lafzında, bazen kıraatinde, bazen de manasında ayrı ayrı görüşler serdetmişlerdir.
Ancak ilk dönem İslam bilginlerinin ayetleri açıklarken kendi aralarında ortaya çıkan ihtilafların daha çok tenevvü ihtilafıyla ilgili olduğu göz ardı edilmemelidir. Her görüşün doğru olduğu ve hiçbirinin yanlışlanamayacağı bu tür ihtilaflar da temelde iki sınıf halinde belirmektedir:
Birincisi: Selef-i sâlihîn bahse konu şey (müsemma) aynı olmakla birlikte bu şeyin farklı yönlerine ve özelliklerine vurgu yapan isimler kullanmaktadır. Bu tür isimlere kategorik olarak müterâdif ve mütebâyin isimler arasında yer alan mütekâfi isimler denilmektedir. Kılıca aynı zamanda sârim ve mühenned denilmektedir. Allah’ın (c.c.) isimleri, Hz. Peygamber’in ve Kur’an’ın isimleri de böyledir. Esmâ-i hüsnâ’dan alîm ismi ilimle beraber zata, kadîr ismi kudret ile beraber zata, rahîm ismi rahmet ile beraber zata delalet etmektedir. Mezkûr isimler aynı zatın isimleri olmakla birlikte farklı sıfatlar içermektedir. Aynı şekilde Hz. Peygamber’in Muhammed, Ahmed, Mâhî, Hâşir, Âkıb ; Kur’an-ı Kerim’in de Furkân, Hüdâ, Şifâ, Beyân, Kitâb, Zikr gibi pek çok ismi bulunmaktadır. Söz konusu düşünceyi Kur’an’ı açıklarken ortaya çıkan farklı yaklaşımlara uygulayacak olursak örneğin; Fâtiha sûresinde geçen
اهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيم ayetindeki sözlük anlamı “eğriliği olmayan apaçık yol” olan sırât-ı müstakîm ifadesini sahâbe ve tabiînin başını çektiği selef alimleri çok farklı şekillerde izah etme yoluna gitmişlerdir. Kimisi sırât-ı müstakîmden maksat Allah’ın kitabıdır , kimisi İslam dinidir , kimisi ise Rasûlullah’ın ve kendisinden sonra gelen iki halifenin sünnetidir demişlerdir. Bazıları ise sünnet ve cemaatin yolu , cennete giden yol , Allah’a kulluk yolu, Allah’ın emirlerini yerine getirmek, nehiylerinden sakınmak, Kitap ve Sünnet’in yolunu izlemek gibi kelimelerle açıklama getirmişlerdir. Sonuçta aynı kapıya çıkan çok sayıdaki bu yorumların hepsi doğrudur.
İkincisi: Müfessirler çoğu zaman ayetlere tanımlama ve sınırlama şeklinde değil de örnekleme amacıyla açıklama getirmektedirler. Arapça “hubz” kelimesinin anlamını bilmeyen bir kişiye çöreğin işaret edilerek bu kelimeyi anlatmaya çalışmak örneğinde olduğu gibi bir şeyi misal ile akla yaklaştırma çoğu zaman aynı şeyi tanımlama yoluyla anlatmaktan daha kolay ve faydalıdır.
ثُمَّ أَوْرَثْنَا الْكِتَابَ الَّذِينَ اصْطَفَيْنَا مِنْ عِبَادِنَا فَمِنْهُمْ ظَالِمٌ لِنَفْسِهِ وَمِنْهُمْ مُقْتَصِدٌ وَمِنْهُمْ سَابِقٌ بِالْخَيْرَاتِ بِإِذْنِ اللَّهِ ذَلِكَ هُوَ الْفَضْلُ الْكَبِير جَنَّاتُ عَدْنٍ يَدْخُلُونَهَا يُحَلَّوْنَ فِيهَا مِنْ أَسَاوِرَ مِنْ ذَهَبٍ وَلُؤْلُؤًا وَلِبَاسُهُمْ فِيهَا حَرِير
“Sonra bu Kitap’ı kullarımızdan seçtiğimiz kimselere miras bırakmışızdır. Onlardan kimi kendine yazık eder (zalim), kimi orta davranır (muktesıd), kimi de, Allah’ın izniyle, iyiliklere koşar (sâbık). İşte büyük lütuf budur. Bunlar, Adn cennetlerine girerler. Orada altın bilezikler ve incilerle süslenirler, oradaki elbiseleri de ipektir.” ayetinin anlamı hakkında yapılan tefsirler bu kısmın en klasik örneğidir. İbn Abbas ve İbn Mesud “Allah’ın inzal buyurduğu kitaba varis kıldığı kimseler işte bu ümmettir ki, zalim olanları, (hesaba çekildikten sonra) mağfirete uğrayacak olanlardır; muktesıd olanları, kolay bir hesaptan sonra cennete girecek olanlardır; sâbıkûndan olanları da hesaba çekilmeden cennete girecek olanlardır” tefsiriyle Ümmet-i Muhammed’in dünyadaki amellerine göre ahiretteki tasnifi esas almış , Ebu Saîd el-Hudrî ise “Onların zalim olanları günah irtikâp edip Allah’a karşı gelme suçunu işleyen ve israfa düşen kişilerdir. Muktesıd olanları büyük günahlardan sakınmakla birlikte küçük günahlar konusunda aynı hassasiyeti göstermeyen kişilerdir; sâbıkûn ise gerek büyük gerek küçük bütün günahlardan geri duran müminlerdir.” şeklinde yine amele göre fakat bu amellerin dünyadaki tezahürlerini göz önünde tutan bir tasnifi tercih etmiştir. Bu iki yorum yahut “Zalim, farzları yapmayan, haramları yapan kimse iken muktesıd, farzları yapan ve haramları terk eden kimse, sâbık ise farzları yapmaktan öte nafile ibadetleri de ihmal etmeyen kimsedir.” şeklindeki tefsirler tanımlama yoluyla yapılan açıklamalardır.
Fakat bu soruya, soruyu soranın durumunu nazara alarak örnekleme yöntemiyle cevap veren bir müfessir “zalim, cahil olan kişi; muktesıd, henüz ilim öğrenmekte olan kişi; sâbık ise âlim kişidir.” , “zalim, namazlarını kılmayan; muktesıd, namazın sadece farzlarını ve rükünlerini yerine getiren; sâbık ise farzları ve rükünleriyle beraber nafile ve müstehaplarını da eda eden kişidir” ya da “sâbık, namazını vaktin evvelinde, muktesıd vakti içinde, zalim ise ikindi namazını kerahet vaktinde kılan kişinin yaptığı gibi erteleyen kişidir” şeklinde cevap vermiş olsa yanlış bir tutum sergilemiş olmaz. Anlamı çok geniş olan bu tür kelimelerin bütün yönleriyle bir anda kavranması çok zordur ve söz konusu ayetin ve kelimelerin kapsamına giren manaları örnekleme yoluyla yukarıdaki gibi dinleyiciye aktarılması gerekir. Muhatap da bu örneklerden yola çıkarak zekât, oruç, hac vs. ibadetler hakkında benzer anlamlar zihninde türetebilir.
Ebu İshâk eş-Şâtıbî’ye (v.790/1388) göre de rivayet tefsirlerinde Hz. Peygamber ve sahâbeden menkul olan ve ilk duyuşta birbiriyle çelişkili zannedilen kaviller kolaylıkla telif edilebilir. Birden fazla olan bu kavillerden her biri ayette geçen lafzın müştemil olduğu manalara temas etmektedir.
Nüzul sebebiyle ilgili ortaya koyulan çelişkili bilgilerde de benzer durum geçerlidir. Zira bazı ayetlerin iniş sebebini açıklayan ifadelerde ilgili ifadelerde ayetin inmesine zemin hazırlayan gerçek sebep değil, ayetle anlamca uyum içinde olan (mâsadak) yahut ilintili tali bir olay kıssa edilmekte ve sonuçta birbirine muhalif görünen cümleler ortaya çıkmaktadır. Örneğin Li‘ân ayetlerinin bir rivayette Hilâl b. Ümeyye , diğer rivayette ise Uveymir b. Âmir el-Aclânî hakkında nazil olduğu hadis kaynaklarımızda zikredilmektedir.
Muasır tefsircilerden Muhammed b. Abdurrahman eş-Şâyi’in tespitine göre İbn Teymiyye’nin tefsirlerde tenevvü ihtilafı olarak değerlendirdiği bütün hususlar topluca incelendiğinde bu tür ihtilaflar şu dört başlık altında kaydedilebilir:
a. İsim ve sıfat çeşitliliği: Tamamının aynı müsemmâya delalet ettiği Esmâ-i Hüsnâ, Hz. Peygamber’in ve Kur’an’ın isimleri bu kısmın en güzel örnekleridir. Sırât-ı müstekîmin tefsiri ile ilgili söylenenler bu tür ihtilafın tefsirdeki yansımasıdır.
b. Müsemmânın türlerini zikretmek suretiyle yapılan örnekleme yönteminin ortaya çıkardığı çeşitlilik. Sâbık, zalim ve muktesıd kelimeleri hakkında yapılan açıklamalar ve esbâb-ı nüzulle ilgili rivayetler bu gruba dâhil edilebilir.
c. Lafzın iki veya daha fazla şeye muhtemel oluşundan kaynaklanan çeşitlilik. Müşterek (eşsesli) yani tek kelimenin birkaç manaya gelmesi durumu bu kapsamda değerlendirilmektedir (Ayn kelimesinin göz, pınar, casus anlamlarına gelmesi gibi). Kur’an-ı Kerim’den misal olarak; müfessirler فَرَّتْ مِنْ قَسْوَرَةٍ ayetindeki “kasvera” kelimesini karşılarken avcı, arslan, ok gibi kelimeler kullanmışlar, وَاللَّيْلِ إِذَا عَسْعَس cümlesindeki as‘as fiilini gitme, dönme şeklinde birbirine zıt iki eylemle açıklamışlardır.
d. Zihinde tasavvur edilen bir şeyin, eş veya yakın anlamdaki farklı kelimelerle dile getirilmesinden kaynaklanan çeşitlilik: Örneğin En‘âm suresi 70. ayetteki تبسل (tübsele) kelimesini tefsirde şöhret sahibi selef alimleri altı farklı anlama yormuşlardır. Adı geçen kelimeyi Hasenü’l-Basrî, İkrime, Mücâhid ve Süddî “teslim olmak”, Katâde “hapsedilmek”, İbn Abbâs “açığa çıkmak, ifşa etmek”, İbn Zeyd “alı koymak”, Kelbî “cezalandırmak” ve Ferrâ ise “rehin olarak alınmak” şeklinde tefsir etmişlerdir.
Müfessirlerin görüş ayrılıkları içinde nispeten azınlıkta kalmakla birlikte, her iki görüşün de beraberce doğru olamayacağı, birinin kabul edilmesi diğerinin reddedilmesini gerektiren tezat (zıtlık) ihtilaflarının da bulunduğu inkâr edilemez. Sâffât sûresinde Hz. İbrahim’e kurban etmesi emredilen oğlunun hangisi olduğu konusundaki ihtilafta iki kavilden birinin doğrulanması ile diğerinin yanlışlanması gerekir. Buna göre Katâde, Said b. Cübeyr, Mesrûk, İkrime ve Ka‘bu’l-Ahbar Hz. İbrahim’in sözü edilen oğlunun İshak (a.s.) olduğu, İbn Abbas, İbn Ömer, Said b. Müseyyeb, Hasenü’l-Basrî, Mücâhid, Kelbî gibi zatlar ise İsmail (a.s.) olduğu yönünde görüş bildirmişlerdir. Her iki grubun da kendisine göre delili olmakla beraber ikinci görüş doğruya daha yakın görünmektedir. Müfessirlerin Bakara sûresi 228. ayette geçen قرء (kur’) kelimesi hakkında ortaya attıkları, “temizlik hali”, “hayz (regl) hali” şeklindeki iki muhalif görüşün de tezat ihtilafı olduğunda şüphe yoktur.
Netice olarak selef âlimlerinin yapmış olduğu tefsirler ve ayetleri açıklayıcı sözler arasındaki zahiren görünen çelişkiler çoğu zaman ya aynı anlamı barındıran farklı lafızlar veya örnekleme yoluyla getirilen açıklamalardan ibarettir. Tefsir kitaplarındaki tenevvü ihtilafı kapsamında değerlendirilmesi mümkün olan bu tür yorum farklılıklarının oranı azımsanmayacak ölçüdedir. Böyle farklılıklar tezat ve çelişkinin değil, entelektüel canlılığın doğurduğu çeşitlilik ve anlam zenginliğinin somut göstergeleridir.
D. Ayetlerdeki Kıraat Farklılıkları
İslam’ın ilk günlerinden itibaren Müslüman bilim adamları kelam-ı ezeli olan Kur’an’ın manasına olduğu kadar lafzına da önem vermişlerdir. Kur’an-ı Kerim’in okunuş şekilleri anlamına gelen ve tevatür yoluyla günümüze ulaşan kıraat vecihlerinden herhangi birisi ile Kur’an’ı okumak hak ve meşrudur. Bu konuda tarafların birbirlerini inkâr ve reddetmeleri bizzat Hz. Peygamber tarafından men edilmiştir. Abdullah b. Mesud, bir ayeti hafızasında bulunan şekle aykırı okuyan kişiyi elinden tutarak Hz. Peygamber’in huzuruna getirince onlara hitaben “İkiniz de güzel okuyorsunuz! Ancak aranızda ayrılığa düşmeyin, zira sizden öncekiler ayrılığa düştüler ve helak oldular.” nasihatinde bulunmuştur.
Kıraat-ı seb‘a ve aşere’ye ait okuyuş vecihlerinin çelişki değil çeşitlilik olduğu konusunda İslam âlimleri arasında fikir birliği oluşmuştur. Bu yüzdendir ki, bir Müslüman bu kıraatler içinden birden fazlasıyla Kur’an’ı okuyabilir. Hatta Süfyan b. Uyeyne, Ahmed b. Hanbel, Bişr b. el-Hâris gibi pek çok önde gelen İslam âlimi kıraat imamlarından Hamza veya Kisâî’nin kıraatini çok iyi bildikleri halde Ebu Ca‘fer ve Şeybe b. en-Nessâh’ın kıraatini tercih etmişlerdir. Yine Irak âlimleri yedi kıraat gibi on kıraati de kitaplarında derleyip namaz içinde ve dışında bu kıraatlerle Kur’an’ı okumuşlardır. Bazı kıraatler hakkında nakledilen eleştiriler ise bu kıraatlerin şaz oluşuyla ilgilidir. Âlimlerin hiçbirisi kıraat-ı aşere hakkında olumsuz bir ifade kullanmamıştır.
Şâtıbî, kıraat vücuhundaki farklılaşmayı hükümde değil uygulamada ortaya çıkan bir durum olarak değerlendirmektedir. Zira kıraat sahipleri okuyuş vecihlerini icra ederken, diğer kıraatlerin doğruluğunu inkâr etmemektedirler. Aralarındaki ihtilaf sadece tercih meselesinden ibarettir. Şâtıbî’ye göre de hepsinin hak olduğu farz edilen tatbikata ilişkin bu tür konularda “ihtilaf vardır” demek açık bir yanlışlıktır.
إِنَّ هَذَا الْقُرْآنَ أُنْزِلَ عَلَى سَبْعَةِ أَحْرُفٍ فَاقْرَءُوا مَا تَيَسَّرَ مِنْهُ “Muhakkak bu Kur’an yedi harf üzere nazil olmuştur; ondan kolayınıza geleni okuyunuz!” hadisinde zikredilen ve ne anlama geldiği hakkında birçok yorum yapılan hurûf-u seb‘a , manada çelişki ve aykırılık içeren bir husus olmamasına paralel olarak çoğu zaman aynı veya yakın anlama gelen kelimeler kullanılmasıyla ortaya çıkmaktadır. Abdullah b. Mesûd bununla ilgili olarak “Bu durum sizden birinizin (her biri ‘Buraya gel !’ demek olan) ‘eqbil’, ‘helümme’ veya ‘te‘âl’ demesine benzer.” demektedir.
Büyük kıraat âlimlerinden İbnü’l-Cezerî (v. 833/1429) fıkıh usûlü müdevvenatında kaynağını bulduğumuz “muhattıe ve muhattıe (ictihadi çözümlerde doğrunun tek olup olmadığı)” tartışmasını hatırlatarak, böyle bir tartışmanın kıraat ilmiyle mukayesesi sadedinde şu cümleleri sarf etmektedir: "Kurrânın ihtilafıyla fukahânın ihtilafı bu noktada birbirinden ayrılmaktadır. Şöyle ki; kurrânın ihtilafının (mütevâtir kıraatlerin farklı okuyuş şekilleri) hepsi hak ve doğrudur; şüphesiz hepsi Allah katından indirilmiş O’nun kelâmıdır. Fıkıh bilginlerinin ihtilafı ise ictihâdî olup, ihtilaf eden bu farklı görüşlerden yalnızca birisi (nefsü’l-emirde, gerçekte) haktır. Her mezhep diğerine göre hataya ihtimali olan doğrudur. Kur’an-ı Kerim’in kıraatleri ise her biri gerçekte doğrudur ve haktır. Bunun böyle olduğuna kesin olarak inanmaktayız."
Kıraat imamlarının okuyuş vecihlerine mesned teşkil eden farklılıklarını lafız, anlam ve eda karakterlerini göz önünde tutarak şu üç grupta toplayabiliriz:
a. Lafzı farklı olmasına rağmen manaları aynı veya birbirine yakın olan kıraat farklılıkları,
b. Hem lafzı hem de anlamı farklı olmakla birlikte her iki anlamın da doğru olduğu kıraat farklılıkları,
c. Bir kısım okuyuş şekilleri hem manası hem de lafzı aynı olmasına rağmen telaffuz ve seslendirme farklılığından dolayı ayrı kıraatler olarak değerlendirilmiştir.
SONUÇ
“Farklı bir görüşe sahip olma, farklı görüşlerden birini benimseme” anlamına gelen ihtilaf kelimesi ilk duyulduğunda zihinde olumsuz anlamlar çağrıştırmasına rağmen, amelî hükümlerdeki ihtilaflar hukuki zenginliğin göstergesidir. Hüküm çıkarma ve yargı kararlarının tesisinde teori, ilke ve yöntemlerin çokluğu da bu teori, ilke ve yöntemleri besleyen kültürler için bir onur vesilesidir.
İhtilafa zemin hazırlayan ictihad iki kısma ayrılmaktadır: Birincisi; ictihadın caiz olduğu konular, ikincisi; olmadığı konulardır. "Hükmü doğrudan ve açıkça belirtilmemiş konular" olarak tanımlayabileceğimiz ve ictihadın caiz olduğu sahayı tespit eden “müctehedün fîh”, “ictihadî mesele” terkipleri aynı zamanda ihtilafın da sınırını belirlemektedir.
İslam Hukukçularının birbirine aykırı görüşler benimsemelerinde etkili olan sebepler bazen müctehidin yetenekleriyle bazen de dil faktörüyle ilgili harici unsurlardan beslenmektedir.
İhtilafın çeşitleri ile ilgili söylenen pek çok şey içinde en dikkat çekici olanlardan birisi, Takıyyüddîn b. Teymiyye’nin (v. 728/1327) ihtilafı, tenevvü ve tezat olarak iki ana başlık altında toplamasıdır. Buna göre “Tenevvü ihtilafı” aynı eşyaya farklı lisanlarda farklı isimler verilmesine benzeyen bir durumdur. Kullanılan lafızlar değişik olmasına rağmen aynı müsemmaya delalet etmektedir. “Tezat ihtilafı” ise birbirini nakzeden ve çelişik görüşler ihtiva eden ihtilaf türüdür. Bu türe giren ihtilaf örnekleri daha çok usûlü’d-dîn ve inanç konularında söz konusu olmakla birlikte “İhtilaf halinde doğruya isabet eden tektir.” diyen Tek Doğrucu/Muhattıe ekolüne göre fıkhî konularda da ictihad edenler sayısınca birbirine aykırı görüşten bahsedilmelidir.
Fakihler -özellikle sahâbîler- arasındaki fikir ayrılığının pek çoğu Hz. Peygamber’in aynı konudaki farklı uygulamalarına dayanmaktadır. Güvenilir ravilerin muttasıl senedle Hz. Peygamber’e dayandırdığı ibadet şekilleri, görüş ve uygulamalardan her birinin meşrû olduğu şüphe götürmez bir husustur.
Usûl-i fıkıh eserlerindeki “surî/lafzî” olarak niteleyebileceğimiz birçok tartışmanın taraflarına ait fikirleri de aynı görüşe irca etmek mümkündür. Yüzeysel bir bakışta aykırı şeyler söyledikleri zannedilse de, dikkatlice etüt edildiğinde, aynı anlamı dolaylı olarak ve farklı ifadelerle benimsedikleri anlaşılmaktadır.
İlk dönem İslam bilginlerinin ayetleri açıklarken kendi aralarında ortaya çıkan ihtilaflar da daha çok tenevvü ihtilafıyla ilgilidir. Tefsirlerdeki ifadelerde bahse konu olan şey (müsemmâ) aynı olmakla birlikte, bu şeyin muhtelif yönlerine ve özelliklerine vurgu yapan farklı isimler kullanılmaktadır. Bazen de müfessirlerin ayetlere tanımlama ve sınırlama şeklinde değil de örnekleme amacıyla açıklama getirmeleri gözle görülen bir çelişkinin bulunduğu zannını doğurmaktadır.
Kurrânın ihtilafının (mütevâtir kıraatlerin farklı okuyuş şekilleri) hepsi hak ve doğrudur; şüphesiz hepsi Allah katından indirilmiş O’nun kelâmıdır. “Kıraat-ı seb‘a ve aşere” olarak bilinen kıraatlerin sahipleri de okuyuş vecihlerini icra ederken, diğer kıraatlerin doğruluğunu inkâr etmemektedirler.
Hepsinin hak ve musîb olduğu farz edilen ve çoğunlukla tatbikata ilişkin konularda ortaya çıkan bu tür ihtilaflar, birbirini nakzeden ayrılıklar olmayıp, mükelleflere uygulamada genişlik sağlayan, ilahi rahmetin tecellisini gösteren ve çeşitlilik kabilinden farklılıklardır. Böyle nitelenebilen bütün konularda taraflar, kendilerini mutlak doğrunun temsilcisi zannederek birbirini önyargı ile dışlamamalı ve fikirlerini batıl/hata ile itham etmemelidir.
İslami bilimlerin her birinde, bu bilimlerle uğraşanlar arasında ortaya çıkmış olan pek çok münakaşanın hakiki ve manevi değil, şekilsel ve terimsel olduğu sık sık işlenmeli, ortaya çıkan görüş/uygulama farklılıklarını birleştirici yorumlar yapılmalı ve araştırmacılar bu yönde teşvik edilmelidir. Şu bir gerçek ki, bu tür çalışmalar bir taraftan ihtilafların kaynağına inmeye, üzerine kurulduğu bilimsel alt yapıya vakıf olmaya, bilginlerin bir görüş ortaya koyarken hedefledikleri şeyi anlamaya yardımcı olacak, diğer taraftan da fıkhî ekollere ait terimlerin kurumsallaşmasını, muhalif görüşteki insanların ortak bir dille konuşmasını sağlayacaktır.