Makale

KUR'AN'DA TEBLİĞ YÖNTEMLERİ İLE İLGİLİ KAVRAMLARIN ANALİZİ

KUR’AN’DA TEBLİĞ YÖNTEMLERİ
İLE İLGİLİ KAVRAMLARIN ANALİZİ

Doç. Dr. Mehmet SOYSALDI
Fırat Üniv. İlahiyat Fakültesi
Öğretim Üyesi

The Analysis of the Qur’anic Concepts of Tablig Methods
This paper first examines the Qur’anic concepts of tablig as well as relating ones as da’wah (calling people to Islam), irshad (spiritual guidance), wa’z (preaching), nasihah (advice). These are followed by assessment of the certain concepts like hikmah. (wisdom), maw’izah al hasanah (good admonition), mujadalah (dispute), kawl al layyin (soft say), tabshir (announcement of glad tidings), and inzar (warning) in the light of Qur’anic verses, thus trying to establish the best way of tablig methods of Qur’an.
In order to gain positive results from the tablig activities, this job should be done in regular and with suitable plans and methods. The Qur’an prescribes this. The Qur’anic methods of tablig can be summarised as follows: Calling the way of God with wisdom and good admonition and disputing with them in the better way, sometimes with glad tidings, sometimes by warning.
Key words:
İnformation, method, concept, analysis.



GİRİŞ
İnsanlara en doğru yolu göstermek için gönderilmiş olan Kur’an-ı Kerim, yirmi üç yıllık bir zaman içerisinde, tarihte eşine rastlanmayan büyük bir inkılap gerçekleştirmiştir.
Kur’an, hiçbir düzen ve hiçbir hukuk tanımayan sorumsuz fertlerden, kıyamete kadar her dönemde insanlara örnek olabilecek, derin bir hukuk -anlayışına sahip bir topluluğun meydana gelmesini sağlamıştır. Bunu da insanlık tarihi açısından yirmi üç yıl gibi kısa bir sürede gerçekleştirmiştir. Bu kadar kısa bir zaman içerisinde yapılan bir değişiklikte en büyük âmil, şüphesiz ki, Kur’an’ın muhtevası, eşsiz üslubu ve gönüllere nüfuz eden derin manasıdır. . .
Bunun yanında hak ve hakikati sunuş biçimi yani, tebliğ ve davet metodu da bu inkılabı gerçekleştirmesinde büyük rol oynamıştır. Zira bir ilaç ne kadar tesirli olursa olsun, hastaya uygun dozajda verilmezse bir faydası görülemez. Bunun gibi, Kur’an’ın getirmiş olduğu evrensel esaslar, ne kadar yüce ve değerli olursa olsun, insanlara münasip bir üslup içinde anlatılmazsa, bundan da istenilen fayda sağlanamaz.
İşte Kur’an, bu hususta nasıl bir yol takip etmiştir ki, az bir zamanda böyle bir başarıyı sağlayabilmiştir. Biz, burada Kur’an’ın insanları ikna etmede ve hakkı hakikati onlara ulaştırmadaki metodu üzerinde duracağız. Bu metodu Kur’an ayetleri ışığında açıklamaya geçmeden önce tebliğ kavramını ve tebliğ kavramı ile yakın anlam alanına giren kavramları açıklamak uygun olur kanaatindeyiz.
A- TEBLİĞ KAVRAMININ ANLAMI
1. Sözlük Anlamı: Tebliğ kelimesi, Arapça’da "ulaştı, yetişti, yeterli oldu ve maksada kavuştu" gibi anlamlara gelen "be-le-ğa" fiil kökünden tef’îl kalıbına sokularak türetilmiş bir mastardır. Bu mastar, sözlükte; "taşımak, götürmek, ulaştırmak, bildirmek ve eriştirmek" gibi anlamlarda kullanılmaktadır.
2. Terim Anlamı: Terim olarak tebliğ kelimesi ise; "Peygamberlere Allah’tan vahiy mahsulü olarak gelen ilâhî hükümlerin hiçbirini gizlemeden ve ilavede bulunmadan aynısını insanlara bildirmek" şeklinde tarif edilmektedir.
Peygamberlerde bulunması gereken birtakım vasıflar vardır. O vasıflardan biri de tebliğdir. Tebliğ, her peygamberin varlık gayesidir. Tebliğ olmasaydı, peygamberlerin gönderilişi de manasız ve abes olurdu. Nitekim bütün peygamberler de kendilerine vahyedilen Allah’ın bütün emirlerini kavimlerine bildirmişlerdir.
3. Kur’an’daki Anlamı: Tebliğ kavramı Kur’an’da sık sık tekrar edilen kavramlardan biridir. Bu kavram değişik anlam ve maksatlarla Kur’an’da 61 yerde geçmektedir. Kur’an’da ismi geçen peygamberlerin kıssaları anlatılırken onların tebliğ görevlerine özellikle yer verildiğini görmekteyiz. Örnek olarak birkaç ayeti burada zikredebiliriz:
Örneğin, Hz. Nuh (a.s)’un kavmine yaptığı tebliğ şöyle anlatılmaktadır:
"Andolsun ki Nuh’u elçi olarak kavmine gönderdik de dedi ki: Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin ondan başka ilâhınız yoktur... "
"Size Rabbimin vahyettiği gerçekleri tebliğ ediyorum, size öğüt veriyorum ve ben sizin bilmediklerinizi Allah tarafından gelen vahiy ile biliyorum."
Hz. Salih’in tebliğ konusunda kavmi ile olan ilişkisi ise şöyle anlatılmaktadır:
“Salih de o zaman onlardan yüz çevirdi ve şöyle dedi: Ey kavmim! Andolsun ki ben size Rabbimin vahyettiklerini tebliğ ettim ve size öğüt verdim; fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz. "
Hz. Şuayb ise, kavmine şöyle seslenmişti:
"(Şuayb) onlardan yüz çevirdi ve dedi ki: Ey kavmim! Ben size Rabbimin gönderdiği gerçekleri duyurdum ve size öğüt verdim."
Bütün peygamberlerin gönderildikleri kavimlere Allah’tan aldıkları vahyi tebliğ ettiklerini ve onlara dünya ve ahiret hayatları için nasihatte bulunduklarını görmekteyiz. Su kutsal görev, Hz. Muhammed (s.a.s)’e kâdar devam etmiştir. Şu ayet aynı görev ve sorumluluğun Hz. Muhammed (s.a.s)’e de verildiğini anlatmaktadır:
"Ey Rasul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kafirler topluluğuna rehberlik etmez. "
Kur’an’da zikredilen ayetlerden anladığımız kadarıyla bütün peygamberler Allah’tan aldıkları ilâhî mesajları insanlara ulaştırmak ve onlara tebliğ etmek için olanca gayretlerini göstermişlerdir. Tebliğ görevi bütün peygamberlerin ortak görevlerindendir. Zira tebliğsiz peygamber düşünülemez.
Tebliğ vazifesini yapan peygamberler, bu vazifelerinde zorlayıcı herhangi bir yola başvurmamışlar, sadece tebliğ vazifelerini yerine getirmişler ve sonucu Allah’a bırakmışlardır. Zirâ peygambere düşen, sadece tebliğ yapmaktır.
Peygamberler tebliğ vazifesini yerine getirirken, çeşitli sıkıntılarla karşılaşmışlardır. Ama hiçbir zaman yollarından sapmamışlar ve davalarında taviz vermemişlerdir. Bütün peygamberlerin hayatları bu hususta ibretli olaylarla doludur.
Peygamberler gibi sabırla davranarak tebliğde bulunmak, insanları hikmetli sözler ve güzel öğütlerle Allah’ın yoluna davet etmek Allah’ın, her mü’mine ilâhî bir emridir.
Tebliğ ile meşgul olanlar, insanlar arasında ayırım yapmadan, genç, ihtiyar, kadın, erkek herkese tebliğde bulunmalıdırlar. Ölüm döşeğinde bulunan insana bile, İslâm tebliğ edilmelidir. Çünkü o, iman ettikten sonra vefat ederse ahireti kurtarılmış olur. Her hususta olduğu gibi bu hususta da bizlere en güzel örnek, Hz. Muhammed’dir.
İslâm dininde tebliğ, belli bir sınıfın değil, inanan bütün insanların vazifesidir. İslâm’da sınıf ayrımı yoktur. Her kişi kendi bilgi ve kültür seviyesine göre, başkalarına tebliğde bulunup onları şuurlandırmaya çalışmak mecburiyetindedir. Tebliğ, Allah rızası için yapılmalı, yapılan tebliğ karşılığında herhangi bir maddî veya manevî menfaat beklenilmemelidir.

B- TEBLİĞ KAVRAMI İLE YAKIN ANLAM ALANINA GİREN KAVRAMLAR
Tebliğle kelime anlamları farklı olmakla birlikte, kavram olarak amaç ve uygulamada benzer yahut özdeş olan başka kelimeler de vardır. Bunlar; davet; irşad, vaaz, nasihat gibi kavramlardır. Tebliğ ve davet başta olmak üzere bu kavramlar sık sık birbirlerinin yerine kullanılmıştır. Bu kavramları burada kısaca açıklamak istiyoruz.
1. DAVET:
a) Sözlük Anlamı: Davet kelimesi, Arapça’da "de-a-ve" kökünden gelmekte olup, mastardır. Bu kelime sözlükte; "çağırmak, seslenmek, adlandırmak, dua veya beddua etmek, ziyafete çağırmak, propaganda yapmak" gibi anlamlara gelir.
b) Terim Anlamı: Terim olarak davet kelimesi; "insanları Allah’ın birliğine çağırmak ve İslâm dinini insanlara anlatarak benimsetmeye çalışmak" şeklinde tarif edilmiştir. İnsanlara iyiliği emredip kötülükten vazgeçirmeye uğraşmak da davetin kapsamına girmektedir. Bu manada davet kelimesi irşad kelimesinin eş anlamlısı olarak birbirinin yerine kullanılmaktadır.
c) Kur’an’daki Anlamı: Kur’an-ı Kerim’de davet kelimesi altı ayette geçmekte olup aynı kökten değişik türevleri 205 defa kullanılmış, hadis metinlerinde de çeşitli vesilelerle yer almıştır. Davet kelimesi ve türevleri ayet ve hadislerde İslâm’a, İslâmî ilkelerin uygulanmasına çağrı yanında Allah’a yakarış insanların yeniden dirilip mahşere toplanmaları için kabirlerinden çağrılmaları, yemek ve ziyafete çağırmak gibi değişik manalarda kullanılmıştır.
Bu kelime, Kur’an-ı Kerim’de; "İslâm’a, imana, Allah yoluna, Allah’ın kitabına, hakka, hayra, kurtuluşa, hayat kaynağına ve esenliğe çağrı" gibi anlamlarda kullanılmıştır. Bütün bu açıklamalardan da anlaşıldığı gibi davet; toplumda İslâmî inanç, değer, norm ve davranışların kabul edilip uygulanmasını sağlamayı hedef alan bir aksiyondur. Dolayısıyla hedef kitle olarak hem Müslümanları hem de gayr-i müslimleri kapsamına almaktadır.
2. İRŞAD:
a) Sözlük Anlamı: İrşad kelimesi, Arapça sözlükte "doğru yolu bulup gösterdi, hidayete erdi" anlamına gelen "ra-şe-de" fiil kökünden if’al kalıbına sokularak elde edilmiş olup, "doğru ve hak yola iletmek ve rehberlik yapmak"’ anlamında kullanılan bir mastardır.
b) Terim Anlamı: Terim olarak irşad kelimesi ise; "akıl, nakil ve tesirli sözlerle insanları gafletten uyandırıp hidayet ve doğru yolu göstermektir" şeklinde tarif edilmektedir. Bu işi yapan kişiye mürşid denir. Mürşid, doğru ve hak yolu gösteren demektir. Şu halde irşatta; rehberlik, doğru yolu gösterme, hak ve hakikate davet söz konusudur. Mürşidin amacı, insanları yalnız Allah’a ibadet ve itaate çağırmaktır. Bu görevi peygamberler ve onlardan sonra da peygamberlerin yolundan giden Salih mü’minler ve din bilginleri yerine getirirler.
c) Kur’an’daki Anlamı: İrşad kelimesi, Kur’an-ı Kerim’de yer almamakla birlikte rüşd kökü ve ondan türeyen kelimeler on dokuz ayette geçmektedir. "Hidayet, doğruluk, isabet, hayır, fayda, reşid olma" manalarına gelen bu kelimeler mutlak olarak veya insana nispet edilerek kullanılmış, bir ayette mürşid ismi dolaylı biçimde Allah’a izafet edilmiştir. Diğer bir ayette doğru yolu bulabileceklerin nitelikleri Allah’ı kendilerine yakın bilip O’na yönelmek, davetine yönelmek, davetine icabet edip inanmak şeklinde ifade edilmiştir. Doğru yolu bulmuş olanların zikredildiği bir ayette ise bu nitelikler, "Allah size imanı sevdirmiş, onu gönüllerinize sindirmiş, küfrü, fıskı ve isyanı da çirkin göstermiştir" cümleleriyle belirtilmiştir. Rüşd kavramı, hadislerde "maddî ve manevî alandaki doğru yolu bulmak" anlamında kullanılmıştır.
3. VAAZ :
a) Sözlük Anlamı: Vaaz kelimesi, Arapça’da "ve-a-za" kökünden gelmekte olup, mastardır. Bu kelime sözlükte; "öğüt vermek, nasihat etmek, hatırlatmak, uyarmak ve sakındırmak" gibi anlamlara gelir.
b) Terim Anlamı: Terim olarak vaaz kelimesi ise; "yapılan işlerin muhtemel sonuçlarını anlatarak uyarmak, insanların kalplerini yumuşatarak iyiliğe özendirmek, dünya ve ahiretle ilgili görevlerini bildirmek" şeklinde tanımlanmaktadır. Bu işi yapan kişiye vâiz denir.
c) Kur’an’daki Anlamı: Vaaz kavramı, Kur’an-ı Kerim’de çeşitli sigalarda yirmi beş ayette geçmektedir. Bunlardan dokuzu mev’iza şeklindedir. Bu ayetlerde Kur’an’ın bir öğüt kitabı olduğu, İncil’in bir öğüt kitabı olduğu, Tevrat’ın bir öğüt kitabı olduğu, Hz. Peygamber’in güzel öğütle insanları Allah’ın yoluna davet etmesi gerektiği, cezaların bir öğüt olduğu, Allah’tan bir öğüt geldiği ve peygamberlerin vaazla öğüt verdikleri anlatılmaktadır. Vaaz, din eğitiminde ve öğretiminde önemli bir araçtır. Yaygın eğitimin vazgeçilmez bir unsurudur. Bu nedenle bütün peygamberler ve onların sonuncusu olan Hz. Muhammed de yaptığı tebliğ ve davette vaazdan büyük ölçüde istifade etmiştir.
4. NASİHAT:
a) Sözlük Anlamı: Nasihat kelimesi, sözlükte; "öğüt vermek, vaaz etmek, samimi davranmak. ameli ihlaslı yapmak, iç âlemi saf ve temiz yapmak, halis tövbe ve sevgisinde samimi olmak" gibi manalara gelmektedir.
b) Terim Anlamı: Nasihat kelimesinin terim anlamı ise; amelleri kötülüklerden, hilelerden, gösterişten ve yanlışlardan kurtarıp temize ve doğruya kavuşturmak amacıyla tebliğ ve telkinde bulunma vasfına sahip kimselerin, öfke, intikam veya menfaatten uzak bir şekilde, muhatabın aklının idrak edebileceği bir ölçüde Hakk’ı açıklamak ve söylemektir.
Nasihat, "dinleyenlerin kalplerini yumuşatacak bir tarzda idare-i lisan ile insanlara dünyevî ve uhrevî vazifelerini öğretmekten, onlara Cenab-ı Hakk’ın sevap ve azabını ihtar ile kendilerini doğru yola sevk etmekten ibarettir."
c) Kur’an’daki Anlamı: "Kendisine öğüt verilen kimsenin dünyevî ve uhrevî iyiliğini istemek" diye de tarif edilen nasihat, Kur’an’da değişik kalıplarda geçmekte olup, öğüt vermek, tavsiye etmek, bir kimsenin iyiliğini istemek, Allah ve Resulüne en samimiyetiyle bağlanmak gibi manalara gelir ve peygamberlerin temel görevleri arasında yer alır. Nasihat verenin güvenilir olması gerektiğine de dikkat çekilir.
Hadislerde nasihat, "samimi ve iyi niyetli olmak" ve bütün mü’minlere öğüt vermek şeklinde anlaşılmıştır. Bunun anlamı, onlara bilmediklerini dinî konuları öğretmek, iyiliği emredip kötülükten sakındırmak, şefkatli davranmak, büyüklere saygı küçüklere sevgi beslemek ve bıktırmamak şartıyla güzel öğütler vermektir.
Peygamberimiz, (s.a.v) bir hadislerinde nasihatin önemine işaret ederek, şöyle buyurmuştur: "Din ancak nasihattir." Kim içindir, Ya Rasulallah! diye sorulduğunda ise, "Allah için, kitabı için, Resulü için ve Müslümanların önderleri ve tamamı için" diye açıklamada bulunmuştur.
1. Allah için nasihat: Allah’a iman etmek, kemal sıfatlarını kabul etmek, ibadet ve itaat etmek, nimetlerine şükretmek, bela, eza ve musibetlere karşı sabretmek, O’nun rızasına nail olmak için ihlas ve samimiyetle çalışmak ve başkalarını da buna teşvik etmektir. Allah’a karşı olan görevimizi, insanlara karşı olan görevlerimizden daha önde tutmak; diğer bir ifadeyle Allah’ın hakkını insanların hakkına tercih etmektir.
2. Kitabı için nasihat: Kur’an’ın Allah tarafından Hz. Muhammed (s.a.s)’e gönderildiğine, mucize olduğuna, onunla amel edilmesi gerektiğine, huşu ve tazim ile okunmasına, başkalarına öğretilmesine, ihtiva ettiği emir ve yasakların tamamına uyarak iman ve tasdik etmektir.
3. Rasulullah için nasihat: O’nun peygamberliğini ve getirdiği ilâhî haberleri tasdik etmektir. Aynca onun getirdiği ve ümmetine tebliğ ettiği İslâm dinini yaymaya çalışarak bütün fiilî ve sözlü davranışlarında O’na itaat etmek, yasak kıldıklarından da sakınmaktır. Nitekim Yüce Allah, "Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının" buyurmaktadır.
4. Müslümanların önderleri için nasihat: Müslümanları idare edenler hak ve doğruluk üzere bulundukları sürece onlara yardım ve itaat etmektir. Hata ve gaflete düştükleri zaman ise, onlara, yapıcı ve usulüne uygun bir tarzda, öğütlerde bulunmaktır. Nitekim Hz. Ömer, tayin ettiği Valilere İslâm’a davet ve tebliği emanet olarak verdikten sonra şu hükmünde yer aldığı yazılı bir emri de kendilerine iletmişti: "Sizi insanları dövmek ve hor görmek için değil, onlara dinlerini ve din ile ilgili olan işlerini öğretmek için vali olarak gönderiyorum."
5. Bütün Müslümanlar için nasihat: Ayrım yapmaksızın bütün Müslümanları irşat etmek ve onlara yardımcı olmalıdır. Onları incitmemek, ayıplarını ifşa etmemek, gıybet ve dedikodularını yapmamak, varsa hata ve yanlışlarını; onları rencide etmeden düzeltmektir. Onlara karşı "iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak" görevini yerine getirerek; büyüklere saygı, küçüklere ise şefkat ve merhametle yaklaşılmasını sağlamaktır.
Buraya kadar açıklamaya çalıştığımız kavramlar, aşağı yukarı aynı anlamda birbirinin yerine kullanılan kavramlardır. Bu kavramları açıkladıktan sonra şimdi de Kur’an’ın tebliğ ve davet metodunu açıklamaya geçebiliriz.
C- KUR’AN’IN TEBLİĞ VE DAVET METODU:
Metot, "herhangi bir gayeye ulaşmak için tutulan doğruluğu ve güvenirliği denenmiş, en kısa yoldan sonuca götüren, mantıklı hareket tarzı" diye tanımlanmaktadır. Metot, her ilmin temelini teşkil ettiği gibi; İslâmî davetin de temelini oluşturur.
Davet faâliyetinden müspet netice alabilmemiz için, bu iş; planlı, programlı; metotlu ve muntazam bir şekilde yapılmalıdır. "Usulsüz vusûl olmaz" prensibi bu konunun önemini çok güzel bir şekilde açıklamaktadır.
’Dâvette’ metot, dâvetin varlığının bina edildiği ayrılmaz bir parçasıdır: Davete konu olan mesajın yüceliği, davetin kitlelere yayılabilmesi için yeterli ve yegane faktör değildir: Metotsuz ya da etkileyici iletişimin temel ilkelerinden yoksun bir davetin, mesajı insanlara aktarmada yetersiz kalacağı, sosyal psikologların yaptığı araştırmalarda da ortaya konulmuştur. Dolayısıyla günümüzde yapılan İslâmî iletişimin ya da davetin amacına ulaşabilmesi için; İslâm’ın temel kaynakları çerçevesinde, sosyal psikoloji ilminin tespit ettiği metodik esasların dikkate alınması gerekmektedir.
İslâm’ın birinci temel kaynağı olan Kur’an; insanları nasıl ikna ederek onlara Allah’ın varlığını ve birliğini kabul ettirmeye çalışmıştır? Yine Yüce Allah, Kur’an’da koymuş olduğu prensipleri insanlara benimsetirken nasıl bir yol takip etmiştir? Kur’an’ın bu hususta ortaya koyduğu deliller nelerdir? İşte bu gibi sorulara ayetler ışığında cevap verildiğinde Kur’an’ın tebliğ ve davet metodu da ortaya çıkmış olmaktadır. Kur’an’ın tebliğ ve davet metodunu en özlü bir şekilde şu ayette açıklanmış olduğunu görmekteyiz:
"(Ey Muhammed!) Sen, Rabbin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Çünkü Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidayete erenleri de en iyi bilendir. "
Bu ayetteki "hikmet ve güzel öğütle Rabbinin yoluna; yani İslâm dinine çağır" ifadesi açık ve kesin bir emirdir. Ama kimlerin hikmet ve güzel öğütle Allah’ın yoluna çağrılacağı ayette belirtilmemiştir. Müşrikler, Kitap Ehli, münafıklar ve Müslümanlar, acaba bunlardan hangisi bu davetin muhatabıdır? Ayette mefulün zikredilmemesi; hitabın umumî oluşuna işaret etmektedir. Kur’an, tek bir zümreyi hidayete çağırmak için değil, bütün insanları hidayete erdirmek için gönderilmiş bir kitaptır. O halde bütün insanlar bu kapsama girmektedirler.
Allah yoluna hikmet ve güzel öğütle çağırmayı ve en güzel biçimde mücadele etmeyi emreden bu ayet, İslâm’da davet metodunu ortaya koymaktadır.
Ayetin açık ifadesinden anlaşıldığına göre, Kur’an, davet edilmek istenen insanları üç grup halinde değerlendirmekte ve bunların her birine ne şekilde hitap edilmesi gerektiği belirtilmektedir:
1. Allah yoluna hikmetle çağırmak.
2. Allah yoluna güzel öğütle çağırmak.
3. En güzel bir biçimde mücadele etmek.
1- Allah Yoluna Hikmetle Çağırmak:
Allah yoluna hikmetle davet edilecek olanlar, gerçeği öğrenmek isteyen, anlayışlı ve olgun insanlardır. Onlara karşı ancak kesin delillerle konuşmak doğru olur ki, o kesin delil de hikmettir. Burada hikmet kavramını kısaca açıklamak istiyoruz.
Hikmet Kavramının Anlamı:
a) Sözlük Anlamı:
Hikmet kelimesi h-k-m fiilinden türeyen bir mastardır;. Hükm, bir güç, tahâkküm karar verme, hakimiyet, yönetme, idare etme, ihkam, hakem manalarına gelmektedir. Ayrıca, Araplar, atı gemlemeğe de "hukm" derler. Demek ki, hükümde zaptu rapt altına alma anlamı vardır. Hakeme fiili, tef’il babına nakledildiğinde hakem tayin etmek demek olur. Hakim ise, insanlar arasındaki anlaşmazlıkları çözmek için şeçilen kişidir. Hüküm, Türkçe’de kullanıldığı şekliyle "hakimiyet" kelimesinin de karşılığıdır. Bu manada hüküm veya hakimiyet, sahibinin gücü üstünde hiçbir gücün bulunmaması anlamına gelir.
İbn Manzur, hikmetin, Allah’a nispet edildiğinde, "ilimlerin en üstünüyle en nesnelerin en üstününü bilmekten ibaret" olduğunu belirtir. Buna göre hikmet sahibi veya hakîm olmak demek, "sanatların inceliklerine derinlemesine vakıf olup, gereğini en sağlam ve kusursuz bir şekilde ve yerine getirmek" demektir. Hikmet, nispet edildiği durumlarda ise aşırılıktan uzak olma, dengeli orta yol üzere bir tutum izleme, adalet niteliği taşıma anlamına gelmektedir. Buna göre bir kimsenin hakîm olduğu söylendiğinde tecrübelerin onu böyle kıldığı kastedilmektedir. Klasik lügatların verilerini modern tarzda yeniden derlemiş olan Lane, hikmetin ilim ve hüküm ile alakâsı yanında davranış ile alakasına da dikkat çekmiştir: Buna göre hikmet; aklî melekenin hem ilmî hem de amelî niteliğini göstermektedir. Bu nitelik sayesinde insan yalnızca nesnelerin hakikatini değil, ona göre davranmayı da bilir. Allah için kullanıldığında ise hikmet, nesneleri bilmek ve en kusursuz biçimde var eylemek anlamına gelmektedir.
İbn Düreyd; "hikmet mü’minin yitiğidir" hadisini açıklama sâdedinde hikmete şöyle mana vermiştir: "insanı uyaran, harekete geçiren; soylu davranışa çağıran ve kötü olan her şeyden alıkoyan her kelime (söz ve hadis) bir hikmettir. Bazı şiirler hikmettir, bazı belâgâtlı stilde olanlar ise sihirdir." Onun vermiş olduğu bu mana Arap lügatçilerinin vermiş olduğu manalardan farklıdır.
Hikmet kelimesi, İslâm düşünce tarihinde çoğu zaman felsefe ile aynı ânlamda kullanılmıştır. Kindî, hikmeti bir fazilet, iyi olanın tatbiki olarak görür ve hikmeti, küllî şeylerin hakikatleri ve bilgisi, hakikatleri yönünden sevilen şeyin kullanılması olarak tanımlar. Hikmet bu kullanılışıyla felsefeden ayrılmaktadır. Yani her felsefe hikmet olabilir, fakat her hikmet felsefe değildir. Bu da bize hikmetin, felsefeden daha geniş bir anlamı olduğunu göstermektedir.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki, hikmet kelimesine tek bir mana vermek mümkün değildir. Bu kelime, Allah’a izafe edildiğinde başka anlam, insanlara izafe edildiğinde ise, başka anlam kazanmaktadır. Ayrıca bu kelimenin davranışlarla da ilgisi bulunmaktadır.
b) Kur’an’da Hikmet Kavramının Kullanılışı:
H-k-m maddesi fiil, masdar ve isim olarak Kur’an’da 210 defa kullanılmıştır. Hikmet kelimesi ise, Kur’an’da 20 yerde geçmektedir. Bu kelime kendi başına kullanıldığı gibi en çok "kita kelimesi" başta olmak üzere çeşitli kelimelerle birlikte de kullanılmıştır. Burada bazı ayetlere değinerek hikmetin Kur’an’da nasıl kullanıldığını görmeye çalışacağız.
Kur’an terminolojisi üzerine günümüze ulaşmış en eski metinlerden biri olan Mukatil b. Süleyman’ın el-Vücûh ve’n-nazâir adlı eserinde hikmetin beş vechi olduğu belirtilmiştir.
1. Kur’an’da emir ve nehiy kabilinden geçen öğütler: "..Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetleri ve sizi irşad etmek gayesiyle size indirmiş olduğu Kitap ve hikmeti hatırlayın, dile getirin...’ ayeti buna örnektir.
2. Anlayış ve ilim anlamında hüküm: Kur’an’da Hz. Yahya için söylenen "Yahya! Kitaba var kuvvetinle sarıl" dedik ve henüz çocuk iken ona hüküm verdik" buradaki hüküm, hikmet terimiyle aynı anlamda kullanılmıştır. Lokman’a verilen hikmet de anlayış ve ilim anlamıyla hikmettir. Taberî, Hz. Yahya’ya çocukken verilen hükmün kitabı anlama gücü olduğunu nakleder. Lokman’a verilen hikmet ise, nübüvvetin dışındaki anlayış, âkıl; sözde isabet, doğru ve gerçek bilgidir. Kurtubî, Lokman’a verilen hikmetin dinde ince ânlayış ve akıl olduğunu belirtir. Alûsî ise; insan nefsinin kemale ermesiyle; ortaya çıkan ve elde edilen ilim ve gücü nispetince faziletli amellere tam bir meleke kazanmakla tamamlanan olgunluk olarak tefsir etmektedir.
3. Nübüvvet: İbrahim soyuna verilen kitap ve hikmetten kasıt nübüvvettir. Hz. Davud’a verilen hikmet de nübüvvet anlamındadır. Taberî, bu ayetleri yorumlarken Hz. Davud’a verilen mülkün siyasî otorite, hikmetin ise nübüvvet olduğunu belirtmekte, böylece onun şahsında siyasî ve manevî otoritenin birleştiğini vurgulamaktadır. Kurtubî ve İbn Kesir de buradaki hikmetten maksadını nübüvvet olduğunu söylemektedirler.
4. Kur’an’ın tefsiri, "O hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet nasip edilmişse doğrusu, büyük bir hayra mazhar olmuştur" ayetinde, Kur’an’ın tefsiri kastedilmektedir. Taberî, bu ayette geçen hikmeti, "söz ve fiilde isabet" şeklinde yorumlamıştır. Kurtubî, kendisine hikmet ve Kur’an verilen kimse geçmiş kitapların bütün faziletli ilimlerini almış demektir şeklinde; Ebu’s-Suud ise, amelin ilme , uygunluğu olarak tefsir eder. Şevkânî de ayette geçen hikmetin akıl ve anlayış olduğunu söyler.
5. Kur’an: "Allah’ın yoluna hikmetle... davet et" ayetiyle Kur’an kastedil-mektedir. Taberî, burada zikredilen hikmeti vahiy ve kitap olarak yorumlar. Hikmet kelimesi, fesattan, çirkinlik ve kötülükten alıkoymak anlamalarına da geldiğinden dolayı gelmiş geçmiş bütün vahiyler hikmet olarak değerlendirilmiştir. Ayette geçen hikmet kelimesi başlıca şu manalara gelmektedir:
a) Doyurucu ikna edici; aynı zamanda -karşısındaki insanların kültür seviyesine göre- bilimsel ölçüde delilerle davet etmek.
b) Gerçeği yansıtır mahiyetteki belgelerle davet etmek.
c) İnsanlara yarar sağlayacak, akıllara ışık tutacak vicdanlarını harekete geçirecek misallerle davet etmek.
Müfessirler genelde hikmeti akıl, anlayış, doğru görüş, bilgi ve bildiğiyle amel etmek, insanın gücü ölçüsünde, varlıkların bütün hallerini olduğu gibi bilmek, yapılan işin, bilgi gereğine uyması şeklinde tanımlamışlardır. Kişi bildiğiyle amel etmedikçe ona hekim denmez. Hikmet, Allah’ın kalbe ilham ettiği doğru bilgi şeklinde tarif edilir. İnsanın teorik bilgileri elde ettikten sonra gücü oranında üstün işler yapma yeteneğini kazanması hikmettir. Yani hikmet, illet ve sebepleri bilerek, gayeye isabet edecek şekilde ameli ilme, ilmi amele uydurmaktır. Bunun için kendine hikmet verilene birçok hayır verilmiş olduğu bildirilmiştir.
c) Hadislerde Hikmet Kavramının Kullanılışı:
Hikmet terimi, Kur’an’da geçtiği gibi hadislerde de geçmektedir. Hikmet’in hadislerde kullanılış şekliyle Kur’an’da kullanılış şekli arasında pek fark yoktur. Hz. Peygamber bir hadislerinde: "Hikmet, mü’minin yitiğidir. Onu nerede bulursa alsın" buyurarak doğru söz ya da bilginin nerede bulunursa bulunsun mutlaka alınması gerektiğini bildirmiştir.
Başka bir hadislerinde de: "Şüphesiz şiirin bir kısmı da hikmettir" buyurarak, şiirin hikmet’i ifade edebilecek sözlerden de oluşabileceğini bildirmektedir.
Hz. Peygamber, bazen sahabilerin faziletlerini belirtmek amacıyla onların, şahsiyetlerini hikmete nispet etmiştir. "Ben hikmet eviyim. Ali onun kapısıdır" buyurarak, nebevî şahsiyetinin, hikmetin en üst seviyede tezahür etmiş şekli olduğunu belirterek, hikmetin ilim, nübüvvet ve sünnet kavramlarıyla bağlantısını vurgulamıştır. Rivayetlere göre Hz. Peygamber İbn Abbas hakkında şu dualarda bulunmuştur: "Allah’ım ona hikmeti ve Kitab’ın te’vilini öğret."
Hadislerden anlaşıldığına göre hikmet; ilim, doğru ve gerçek söz, isabetli hüküm verme gibi anlamlara gelmektedir.
2- Allah Yoluna Güzel Öğütle Çağırmak:
Güzel (Öğüt (Mev’ize-i Hasene): Mev’iza-i hasene, iyilikle öğüt vermek, ikna edici, doyurucu deliller getirmektir. Böylece öğüdün iyilikle, güzel bir üslupla yapılması gerekir. Allah yoluna güzel öğütle davet edilecek olanlar ise, sağlam karakterli, güzel huylu, iyi kalpli, zarif ve duyarlı bir vicdana sahip ve öğüt kabul eden insanlardır. Bu tür insanları Allah yoluna, güzel, tatlı, çekici ve doyurucu öğütlerle davet etmek gerekir. Çünkü bilgisiz, hikmetsiz, kaba davetle, taassupla hareket etmenin bir yararı olmaz. Ancak hikmet, tatlı dil gönülleri etkiler, insanları yumuşatır, yoldan çıkanları yola getirir.
Ayette ifade edildiği gibi davet ederken güzel bir öğütle davet etmek lazımdır. Sakin ve yumuşak olarak kalplere sızmak gerekir, tatlılıkla duyguların derinliklerine inmeli ve asla zorlamaya ve gereksiz sıkmalara baş vurulmamalıdır. Bilmeyerek veya iyi niyet eseri olarak yapılan hatalar yüze vurulmamalı, ortaya dökülmemelidir. Öğüt verirken yumuşak davranmak ve tatlılıkla hareket etmek çoğu kere katı kalpleri hidayete getirir. Nefret besleyen gönülleri ferahlatır, sıkıştırma ve korkutma ile varılamayan hayırlar elde edilir.
3- En Güzel Bir Biçimde Mücadele Etmek:
En güzel bir biçimde mücadele etmek, daha ziyade dinî eğitimden uzak, yabancı kültürün tesiri altında kalıp dine, dindara saygı duymayan; üstelik yıkıcı, bozucu faaliyetlerde bulunan inkarcı veya çok şüpheci inatçılara karşı yapılır. Mücadelenin günün şartlarını, sosyal yapının özelliklerini, muhatabın tutum ve dayanaklarını dikkate alarak sistemli, seviyeli, şuurlu bir şekilde yapılması gereklidir.
Ayette geçen "mücadele" kelimesi, cedel kökünden müfâale kalıbında bir mastardır. "Aşırı ölçüde tartışma, bir işi sağlam yapma, mücadele eden iki kişiden birinin diğerini fıkren mağlup etmesi, güreşmek ve bir insanın arkadaşını sert yere düşürmesi" gibi manalara gelmektedir.
Münakaşalardan müspet bir netice elde etmek oldukça zor bir iştir. Karşılıklı olarak bir takım fikirlerin çatışması sonucunda, genellikle yorgunluktan ve dargınlıktan başka bir şey hasıl olmaz. Bunun için Kur’an, karşı tarafla mutlâk olarak mücadele yapmayı pek tavsiye etmemiş, ancak ille de mücadele etmek gerekirse bunun en güzel şekilde yapılmasını istemiştir. Muhatabı kötüleyerek, onun şahsiyetini rencide ederek değil, ona karşı nazik ve anlayışlı davranarak hareket etmeyi, iyi bir netice elde edilmesi bakımından önemli saymaktadır.
Karşıdaki insanın üzerine fazla yüklenmeksizin; onu kötülemeden tartışmak gerekir ki, muhatap da kendisini davet eden kimseye güvensin ve tartıştığı insanın asıl gayesinin münakaşa edip üstünlük sağlamak olmadığını, sadece ikna edip hakikate ulaştırmak olduğunu kabul etsin. İnsan nefsinin bambaşka bir kibri ve inadı vardır. Yumuşaklıkla hareket edilmedikçe insanın savunduğu fikirlerden dönmesi mümkün olmaz. İnsan, hezimet duygusunu hissettiği müddetçe asla gerçekleri kabul etmez. Tartışma yapılırken hemen işe nefis karışır ve nefsin değerleriyle savunulan gerçeklerin değeri birbirine girer. Kalabalık topluluklar önünde savunulan fikirlerden vazgeçmek, insanın şahsiyetini yitirmesi ve saygınlığını kaybetmesi manasını taşır. İşte bu yüzden insan, savunduğu fikirlerden kolay kolay vazgeçmez. Çok ince olan bu hassasiyeti ancak güzel şekilde yapılan tartışma bertaraf eder. Karşıdaki insana şahsiyetine saygı duyulduğu hissi verilip, tartışan kimsenin gayesinin muhatabını alt etmek ve üstün gelmek olmadığı, sadece gerçekleri ortaya sermek ve bu gerçekleri ona da kabul ettirmek olduğu hissettirilmelidir. Davetçi, muhatabına, Allah yolunda tartıştığını, kendi şahsiyeti için değil, Allah için mücadele ettiğini hissettirmelidir. Yaptığı davette başarılı olabilmesi için, kendi görüşünün başarı kazanıp, karşısındakinin görüşünün mağlup. olduğunu göstermek gayesini gütmediğini açıkça ortaya koymalıdır.
Davet eden kişinin hamasi duygusunu ve heyecanını dindirmek için ayet-i kerime kimin doğru yolda olduğunu kimin doğru yoldan saptığını en iyi bilenin Allah olduğunu belirtiyor. Ayrıca tartışırken mugalâta/demagoji yapmanın lüzumsuz olduğu; kişinin sadece gerçekleri beyan etmekle memur olduğu, gerisini Allah’a bırakmak gerektiği belirtilmektedir.
D- KUR’AN’DA DİĞER DAVET YÖNTEMLERİ
1- Şefkat ve Merhametle Davet Etmek:
"Şefkat ve merhamet, katı kalpliliği yumuşatan, kin ve düşmanlığı eriten, nefretin yerine muhabbeti ikame eden, insanları birbirine yaklaştıran ve bağlayan. bir, duygudur" Bu itibarla tebliğ görevini icra eden kimse insanlara karşı şefkat ve merhametli olmalıdır. Nitekim Müslümanların merhametli olması, Kur’an’ın emrettiği bir husustur. Davetçi ise, her Müslümandan daha çok merhametli olmak zorundadır. Başkalarına karşı şefkatli ve merhametli olmayan bir kişi, onların iyiliğini isteyebilir mi? Halbuki davetçi, insanların cehennem ateşinden kurtulup Allah’ın rızasına kavuşmasını sağlamak için gayret sarfeden kimsedir. O kendisi için sevdiği bir şeyi başkaları için de sever.
Kur’an’da Hz. Peygamber’in merhametli, olması sebebiyle, insanların onun etrafına toplanmış olduğu, aksi halde katı kalpli olmuş olsaydı etrafındakilerin dağılıp gitmiş olacakları belirtilmektedir.
"(Ey Muhammed!) Sen, Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. "
Bu ayet, davetçinin merhametli ve güler yüzlü olmasının önemi üzerinde durmaktadır. Soğuk ve katı yürekli insanlardan hiç kimsenin hoşlanmadığı bir gerçektir. Herkes müsamahakar ve güler yüzlü insanların etrafında toplanır. Güler yüzlü bir çehrenin ve tatlı bir çift sözün her insan, üzerinde müspet bir tesir bıraktığını kim inkar edebilir? Hz. Peygamber’de güler yüz, müsamaha ve merhamet o kadar engindi ki, O’nun hiçbir kimseye bağırıp çağırdığı görülmemiştir. Enes b. Mâlik bu konuda şöyle demektedir: "Hz. Peygamber’e on sene hizmet ettim, bir kere dahi bana (canı sıkılıp) of demedi. Yaptığım bir iş için, "niçin böyle yaptın veya şöyle yapsaydın" demedi. İyilik ve müsamaha yönünden Hz. Peygamber’in hayatı eşsiz örneklerle doludur. Burada bir örnek vermek istiyorum:
Bir gün İslâmiyete tam ısınmamış bir bedevî, Hz. Peygamber’in huzuruna gelerek O’ndan bir şeyler istedi. Rasulullah da bu fakir adama yardımda bulundu. Adam kalkıp giderken Hz. Peygamber ona: "seni memnun edebildim mi?" dedi. Adam: "hayır memnun değilim, bunlar da bir şey mi sanki!" diye söylendi. Adamın bu nezaketsiz davranışına karşı orada bulunan Sahabîler, son derece kızdılar ve bunun üzerine yürümek istediler. Hz. Peygamber, onlara durmalarını işaret ederek, evine gidip bu adama başka şeyler daha getirip verdi. Tekrar ona: "şimdi seni memnun edebildim mi?" diye sordu. Adam da: "evet yardımda bulundun, Allah, ehline ve aşiretine hayır versin" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber ona: "öyleyse gel, biraz önce kızdırdığın insanlara bu menmuniyetini açıkla da, sana olan düşmanlıklarını gider" dedi. Adam içeri girip Müslümanların huzurunda Hz. Peygamber’den memnun olduğunu belirtti.
İşte Hz. Peygamber’in bu ölçüdeki şefkat ve müsamahası insanları İslâmiyete çekiyor ve onlara İslâmiyeti benimsetmiş oluyordu. Bütün peygamberler gönderildikleri insanlara karşı hep böyle merhametli ve müsamahakar davranmışlardır. İşte davetçinin de muhataplarına karşı bu derece şefkatli ve merhametli olması gerekmektedir.
2- Muhatabı, Yumuşak Söz, Tatlı Dil ve Güzellikle Davet Etmek:
Fikir ve inançların değiştirilmesinde insanı etkileyen unsurlardan biri de şüphesiz ki yumuşak söz ve tatlı dildir. Yumuşak söz ve güler yüze karşı insanların büyük zaafı vardır. Güler yüzlü ve yumuşak sözlü insanlar, toplum içinde her zaman sevilir ve sayılırlar. Onlara karşı sıcak bir ilgi, yakın bir alaka, hiç eksik olmaz. İslâm davetçisi bu noktada da herkesten çok duyarlı olarak muhataplarına karşı kullanacağı dilin yumuşak olmasına itina göstermelidir. Nitekim Kur’an-ı Kerim, bu hususa şöyle işaret etmektedir:
"Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler Doğrusu şeytan aralarını bozmak ister. Şüphesiz şeytan insanın apaçık düşmanıdır."
Bu ayette de ifâde edildiği gibi inkâr eden insanlara dahi en güzel şekilde konuşulması gerekmektedir. Çünkü güzel söz ve yumuşak bir üslup, en katı insanlar üzerinde bile etkili olmakta ve onların yumuşamasını sağlamaktır. Muhatabı daima yumuşak ve tatlı sözlerle irşat etmek lazımdır. Çünkü bir adama bir şeyler öğretmekte onun cahil oluşuna işâret vardır. Cehaleti çok az kimse kabul eder. Bunun için hiddetli kimseler cehalet ve hataları üzerine ikaz edildikleri zaman hemen öfkelenirler. Cehaletlerinin ortaya çıkmaması için bile bile hakka karşı direnip dururlar. İnsan tabiatı hep cehaletini örtmeye meyleder. Çünkü cehalet insanda manevî bir çirkinlik ve yüz karalığıdır. Sahibi daima kınanır. Bunun için cehaletinin meydana çıkmasından insan son derece üzüntü duyar.
Tebliğ ve irşad esnasında kullanılan kaba ve sert sözleri şeytan vasıta yaparak insanların arasının açılmasına ve birtakım kötülüklerin çıkmasına çalışır. Kaba ve sert sözlerin cevapları daha da kaba ve sert olursa, giderek tartışma kavgaya dönüşür. Bu yüzden beşerî münasebetler iyice bozulmuş olur. İşte yukarıdaki ayette "şeytan insanların arasını bozmak ister" ifadesiyle bu husus belirtilmiştir. Bunun için davetçilerin inkarcılarla güzel konuşması; çıkması muhtemel olan kötülüklerin bertaraf edilmesi için lüzumludur. İnkarcılara karşı güzel konuşulmasını isteyen Kur’an, diğer insanlara karşı güzel konuşulmasını öncelikle istemektedir. Tatlı ve güzel söz, kalplerdeki yaraları iyileştirir, katılıkları giderir ve onları sevgi ve saygı etrafında toplar. Şeytan ise, insanların dillerinden yakalamış olduğu kötü sözlerle insanların arasını açar ve düşmanlığı körükler. Konuşulan güzel sözlerle şeytana bu fırsat verilmemiş olur.
Yüce Allah, Hz. Musa ve Harun’u, Fir’avn’u davet etmeye gönderirken onlara şöyle demiştir:
"Fir’avn’a gidin. Çünkü o, iyiden iyiye azdı. Ona tatlı dille konuşun. Belki o, aklını başına alır veya korkar."
Yumuşak söz, karşı tarafın kin ve öfkesini tahrik etmez, onların kibir ve gurur hislerini uyandırmaz. Aksine kalpleri yatıştırır, düşünmeyi ve ibret almayı telkin eder. Bunun için Yüce Allah, Fir’avn’a söylenecek yumuşak sözü de şu şekilde tayin etmiştir:
"De ki: (küfürden, azgınlıktan) temizlenmeye senin meylin var mı? Sana Rabbine giden yolu göstereyim ki, O’ndan korkasın."
Burada görülüyor ki, muhataba gayet yumuşak bir tarzda ve her çeşit nezaket kaidelerini içeren bir soru cümlesiyle "temizlenmeye niyetin var mı?" şeklinde hitap edilmektedir. Muhatap kim olursa olsun, isterse burada olduğu gibi, en azılı din düşmanı bile olsun, kullanılacak dilin yumuşak olmasına dikkat çekilmiştir.
3- Müjdeleyerek Davet Etmek:
Tebşir Kavramının Anlamı: Müjdeleme kelimesi Arapça’da tebşir kavramıyla ifade edilir. Dolayısıyla burada tebşir kavramını açıklamak istiyoruz.
a) Sözlük Anlamı: Tebşir kelimesi, Arapça’da "sevinçli haber vermek, birine bir şeyi müjdeleyerek sevindirmek" gibi anlamlara gelen "be-şe-ra" kökünden tef’îl kalıbına sokularak türetilmiş bir mastardır.
Aynı kökten gelen mübeşşir veya beşîr kelimeleri, "müjdeci, müjde veren, güleç yüzlü insan" gibi anlamlarda kullanılmaktadır.
b) Kur’an’daki Anlamı: Kur’ân’da tebşîr (müjdelemek) fiili, Allah’a, Hz. Peygamber’e ve Kur’an-ı Kerim’e isnat edilerek kullanıldığı gibi bunun ism-i faili olan mübeşşir de hem geçmiş peygamberler hem de Hz. Muhammed için için kullanılmıştır. Bu kullanım tarzına hadislerde de rastlamak mümkündür.
Beşr veya tebşîr "müjdelemek yani iyi bir haber vermek, sevindirici bir sonucu bildirmek" manasına gelmekle birlikte Kur’ân-ı Kerim’de kinaye ve istihza yoluyla "üzücü bir haberi ve elem verici bir sonucu bildirmek" anlamında da kullanılmıştır. Beşîr kelimesi, korkutucu ve tehlikeyi haber verici anlamında olan "nezîr" kelimesiyle beraber Kur’an’da sekiz yerde geçmekte olup peygamberler hakkında kullanılmaktadır. Çünkü peygamberler, insanlara Allah’ın rahmet ve nimetini müjdelerler, inanmayânları ise Allah’ ın azabıyla korkuturlar. Nitekim, Yüce Allah, Mâide suresi 19. ayette; "Ey Kitap ehli! Peygamberlerin arası kesildiği bir sırada "bize müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi" dersiniz diye, işte size (Allah’ın dinini) açıklayan elçimiz (Muhammed) geldi. Şüphesiz o, size müjdeci ve uyarıcı olarak gelmiştir. Allah her şeye hakkıyla gücü yetendir " buyurmaktadır.
Beşîr kelimesinin ayetlerde daima nezîr kelimesiyle birlikte kullanılması, birincinin iyi habere, ikincinin ise kötü habere tahsisini ifade eder. Buna göre beşîr, "mü’minlere (veya itaatkar müminlere) özellikle ahiret mutluluğunu ve cenneti müjdeleyen" manasına gelir."
Beşîr sıfatıyla muttasıf olan peygamberler, Allah’a iman edip onun hüküm ve emirlerine itaat edenlere verilecek mükafatları bildirir ve mü’minleri cennet nimetiyle müjdelerler. Peygamberlik görevini yerine getiren Allah’ın dinine davet eden tebliğcilerin de bu görevi yaparlarken insanları nefret ettirmeden en güzel hikmetle, yumuşaklık ve nezaketle davetlerini yapmaları gerekir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s) bir hadislerinde "Kolaylaştırınız, güçleştirmeyiniz; müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz" buyurmuştur.
4- Korkutarak, Sakındırarak ve Uyararak Davet Etmek:
İnzar Kavramının Anlamı: Korkutma, sakındırma ve uyarma kelimeleri Arapça’da inzar kâvramıyla ifade edilir. Dolayısıyla burada inzar kavramını açıklamak istiyoruz:
a) Sözlük Anlamı: İnzar kelimesi, Arapça nezr kökünden, if’al kalıbında bir mastar olup sözlükte, "bir şeyin sonucundaki tehlikeyi haber verip sakındırmak, uyarmak ve dikkatini çekmek" gibi anlamlara gelir. İnzar, Tenzîr "Sevindirici bir haber vererek müjdelemek" anlamındaki "tebşir"in karşıt anlamlısıdır. Nasıl ki tebşir kavramının içinde mutluluk ve sevinç mevcutsa; inzar kavramının içinde de korkutma mevcuttur. Bu korkutma, işin sonunda olacak şeyleri haber vermek suretiyle uyarıda bulunmak ve bu uyarı ile işin yapılmasına engel olmak demektir.
İnzar işini yapan, yani bir tehlikeyi haber vererek başkasını uyaran kimseye, münzir veya nezîr denir ve bu kelime "tehlikenin farkında olmayan topluluğa bu tehlike hakkında bilgi veren kimse" diye de tanımlanmaktadır. Nitekim kabile çatışmalarının yoğun olduğu cahiliyye döneminde, baskına gelen düşmanları görerek kabilesini bundan haberdar eden eden kimseye "nezîr" denmiş; hatta "Ben çıplak uyarıcıyım" sözü, o zamandan beri Araplar arasında bir darb-ı mesel haline gelmiştir.
b) Terim Anlamı: Dinî bir kavram olarak "inzâr"; Yüce Allah’ın peygamberleri aracılığıyla : kullarını uyarması, onları kötü akıbetten sakındırmasıdır. İnzar görevini yerine getirmeleri sebebiyle peygamberlere de "nezîr-münzîr" denir.
c) Kur’an’daki Anlamı: İnzar kavramı, Kur’an’da peygamberlerin bir vasfı olarak zikredilmektedir: İnzar kelimesi, fiil olarak Kur’an’da 45 yerde geçmekte ve bu, ayetlerde peygamberlerin uyarıcı yönleri hatırlatılmakta ve bunun bir görev olduğu, açıklanmaktadır.
Yüce Allah, kendisini "Âlemlerin Râbbi" olarak nitelendirmektedir. Çünkü her şeyi yoktan var eden O’dur. Elbette kullarını en iyi tanıyan ve onlara nasıl hitap edilmesi gerektiğini en iyi bilen Allah’tır. İnsanlık tarihi boyunca, hak yoldan saparak şirk ve inkar bataklığına saplanan kavimleri uyarmaları için zaman zaman nezîrler/peygamberler göndermiştir. Peygamberlerin uyanlarına kulak asmayanları, kendilerinden sonrakilerin ibret alacakları şekilde cezalandırmıştır. Nitekim Kur’an’da şöyle buyurulur: "Kendinden önce ve sonra uyarıcılar gelmiş olan Ad kavminin kardeşini (Hud’u) hatırla. Hani Ahkaf’taki kavmini; "Allah’tan başkasına kulluk etmeyin: Ben sizin, büyük bir günün azabına uğramanızdan korkuyorum", diye uyarmıştı.
Rasulullah’ın İslâm’ı tebliğ görevine ilk defa inzar’la başladığını Yüce Allah’ın "Ey örtüye bürünen kalk inzar et" buyruğundan öğreniyoruz. Yine Hz. Peygamber, "sen ilk olarak en yakın hısımlarını inzar et" ilâhî emri gereğince önce yakın akrabalarını uyararak bu inzar görevini sürdürmüştür. Rasulullah, böylece hayatının sonuna kadar, inzar görevini eksiksiz bir şekilde yapmıştır. Bir yandan müşrikleri hak yola davet ederek inanmayanları ahiret azabıyla inzar etmiş, diğer yandan kendisine inananları, her türlü günaha karşı uyarmıştır. Bu türlü inzarlar Kur’an’da büyük bir yer tutmaktadır.
İnzar, tebşir gibi dine davet yöntemlerinden biridir. İslâm, iyilik yapıp kötülükten kaçınmayı ve Allah’a teslim olarak davranışlarda ilâhî emirlere uymayı amaçlayan bir dindir. İman, vasıtasız olarak yaşanan ve derin bir iç tecrübeye dayanan bağımsız bir yöneliştir. Bu bakımdan insanlara inanmaları için baskı yapılamaz. "Dinde zorlama yoktur" ayeti de bu esası açıkça dile getirmektedir. İlâhî mesajı insanlara tebliğ etmekle görevlendirilen Rasulullah’a a bu yönde Kur’an’da birçok ikazın yapıldığını görmekteyiz. "Rabbin dileseydi yeryüzündekilerin hepsi mutlaka inanırdı. O halde sen inanmaları için insanları zorlayacak mısın!" mealindeki ayette, imanın kişinin iradesine bağlı olduğunu ve peygamberin insanlara baskı yapma yetkisine sahip olmadığı belirtilmektedir. Dini emir ve yasakları tebliğ etmek, insanları etkileyecek tarzda vahyi anlatmak demektir. İnzarın anlamı bu noktada ortaya çıkar. Esasen dini davetin ilâhî gerçekleri anlatma ve insanları uyarıp harekete geçirme şeklinde ifade edilebilecek iki yönü vardır. İnzar, bunların ikincisini oluşturmaktadır. Çünkü insanları harekete geçiren arzu veya korku faktörleridir. Kişinin motivasyonunda beşerî ihtiyaç, istek, özlem ve ideallere cevap veren veya korku, endişe ve gerilime yol açan hedeflerin uyarıcı etkisi vardır. İşte inzar, kişide korku uyandırarak onun dinin hedeflerine uygun davranışlara yönelmesini amaçlayan bir davet yöntemidir. Ancak bu tek başına değil, insan tabiatındaki arzu ve isteklere hitap etmek suretiyle dinî ilgi uyandırmayı amaçlayan özendirme (tebşir) ile birlikte kullanılır. Uyarma ve müjdeleme bütün peygamberlerin kullandıkları iki davet metodudur.

İnsan yaratılış icabı, birbiriyle çelişkili bir takım duygular içinde bulunmaktadır. Korku ve ümit duyguları, insanın benliğini saran birbirine zıt iki duygudur. Korku ve ümidin insan psikolojisi üzerinde büyük bir etkisi vardır. İşte bu duygular, insanın belli bir istikamete yöneltilmesinde ve kendine çeki düzen vermesinde önemli etki yapmaktadır.
Kur’an’ın pek çok ayeti; insanın bu duygularına da hitap ederek onları harekete geçirmek istemiştir. Kimden korkulmasının ve kime ümit bağlanmasının gerektiğini, açıkça ortaya koyarak, insanı uyarmaya çalışmıştır.
Yüce Allah’ın Kur’an’da en çok kullanılan sıfatı; Rab sıfatıdır. Rab sıfatının taşıdığı manalardan biri de terbiye etmektir. Kur’an, insanı terbiye etmek ve Allah’a yöneltmek için cennet’le müjdeleme ve cehennem’le uyarma metodunu kullanmıştır. Hem de çok sık kullanmıştır. Her surede açık ve kapalı bir şekilde ahiret âlemine işaret etmiştir. Kur’an’da sık sık zikredilen cennet ve cehennem sahneleri, insanlara, mutlu sonla felaketli sonu hatırlatmaktadır. Kur’an, öldükten sonra dirilmeyi, cennet nimetlerinin çokluğu ve cehennem azabının korkunçluğunu çok canlı bir şekilde insanın önüne sermekte ve insanı düşündürmektedir. Hatta bu ayetler okunurken, insan bunları görüyormuş ve seyrediyormuş gibi bir ortamda kendini hissetmektedir.
İslâm davetinde korku ve uyarma yöntemine bu derece ağırlık verilmesi âlimlerce iki yönden ele alınarak açıklanmıştır. Bunlardan biri, korkunun insanı harekete geçirmedeki rolünün daha fazla oluşudur. Fahreddin er-Râzî’nin belirttiğine göre, bir işin yapılmasını terk edilmesini sağlamakta uyarma ve korkutmanın etkisi müjdelemenin etkisinde daha güçlüdür. Çünkü insan menfaat sağlamaktan çok zararı defetmek için çaba harcar. Dolayısıyla inzar hedefe ulaşma imkanını daha çabuk sağlar. Ancak inzarın sürekli olması gerekir, aksi taktirde iş’ar (bildirme) mahiyeti kazanır. İkincisi de davete muhatap olan insanların özellikleriyle ilgilidir. İslâm öncesi Arap toplumunun büyük çoğunluğu inanç, zihniyet ve davranış bakımından son derece olumsuz niteliklere sahipti. Bundan dolayı davetin ilk dönemlerinden itibaren İslâm’a karşı büyük bir direniş gösterdiler. Sağduyularını büyük ölçüde yitirmiş ve kalpleri katılaşmış taş kesilmiş insanların vicdanlarında bir sarsıntı meydana getirerek dikkatlerini çekmek için inzardan daha etkili bir metot yoktur.
Ancak ne yalnız cehennem ile korkutmak, ne de yalnız cennet ile müjdelemek; korku ile ümit arasında dengeli bir hava oluşturup ruh ve vicdanları serinletmeyi ihmal etmemek bu davetin bir parçasını oluşturmaktadır.
Peygamber Efendimiz de inzar ve tebşiri yerine göre hikmetle kullanmıştır. İnzar ile suç işleyen ve işlediği suçlarından dolayı pişmanlık duyan insanı ye’se düşürmemek için hemen tebşirlerle onları gelecekten ümitlendirmiştir. Allah’ın pişmanlık duyan kullarına af ve mağfiret ile muamelede bulunacağını; suçlarına samimiyetle tövbe edenlerin tövbelerini kabul edeceğini müjdelemiştir. Bu suretle suçlardan kurtulup salih amel işleyenlere; yaptıkları her iyiliğin mükafatı, kat kat karşılığının verileceğini tebşir buyurmuşlardır. Böylece inzarı da tebşiri de hikmetle yerinde kullanarak bütün ömürlerini fenalıkta geçirmiş olan insanları, kısa bir zaman içerisinde, iyiliğe yöneltmiştir. Onlar da kıyamete kadar gelecek insanlara örnek olarak canları ve mallarıyla Allah yolunda dine hizmete koşmuşlardır.
SONUÇ :
Kur’an’da İslam’ı tebliğ ve davet konusuyla ilgili olarak birçok kavramın kullanıldığını görüyoruz. Bunlar; tebliğ; davet, irşad, vaaz ve nasihat gibi kavramlardır. Tebliğ ve davet başta olmak üzere bu kavramlar, sık sık birbirlerinin yerine kullanılmıştır. Bunlar, tebliğle kelime anlamları farklı olmakla birlikte, kavram olarak amaç ve uygulamada benzer yahut özdeş olan kavramlardır.
İnsanlık tarihinde doğru veya yanlış hiçbir sistem ve hiçbir nizam büyük kitleler tarafından kendiliğinden kabul edilmemiştir. Herhangi bir nizam ve ideolojinin kabul edilmesi için mutlaka o nizam ve ideolojinin davetçilerinin bulunması gerekir. Din için de bu kaide geçerlidir. Allah’ın insanların hidayeti için peygamberler göndermesi, bu peygamberlerin Allah’ın dinini yeryüzünde hakim kılmak için çalışma içerisinde bulunmaları bunun apaçık bir delilidir.
İslâmî iletişim ya da İslâm’a davette başarılı olmanın yolu, Hz. Peygamber’in yaptığı gibi Kur’an’ın tavsiye ettiği metodik ilkelerin gereklerini yerine getirmekten geçmektedir.
Kur’an’m tavsiye ettiği metodik ilkeleri şu şekilde sıralamamız mümkündür:
1. Allah yoluna hikmet ile davet etmek: Bilgili, kültürlü kişileri, hakikatlere talip olan fikir adamlarını, Allah yoluna hikmetle yani doyurucu ikna edici delillerle, gerçeği yansıtan bilgi ve belgelerle, mantıkî delillerle davet etmek gerekir.
2. Allah yoluna güzel öğütle davet etmek: Ayette geçen, mev’iza-i hasene, iyilikle öğüt vermek, ikna edici, doyurucu deliller getirmektir. Böylece öğüdün iyilikle, güzel bir üslupla yapılması gerekir. Öğüt verme yoluyla kalbe, duygulara inildiğinde nefsin olumsuz istekleri frenlenmiş olur. İslâm hakkında yeterince bilgi sahibi olmayan halk tabakasını, Allah yoluna tatlı ve doyurucu öğütlerle davet etmek gerekir.
3. En güzel bir biçimde mücadele ederek davet etmek: Dinî değerlere saygısız, başka kültürlerin tesirinde kalan, yıkıcı, bozguncu, inançsız ve inat kişilerle günün şartlarını, muhatabın durumunu dikkate alarak metotlu, seviyeli, kırıcılıktan uzak olarak tartışmak ve onlara İslâm’ı anlatmak gerekir.
4. Şefkat ve merhametle davet etmek: Şefkat hissinden mahrum olan katı kalpli kimselerin tebliğ esnasında söyleyecekleri hususlar ne kadar doğru olursa olsun başarıya ulaşamaz. Bilakis hitap ettiği insanlar kendisinden uzaklaşırlar. Çünkü insanların fıtrat ve yaratılışındaki meyil budur. Kaba ve sert mizaçlı insandan hoşlanmamakta, ondan uzak durmakta ve söylediklerini kabul etmemektedir.
5. Yumuşak söz ve tatlı dille davet etmek: Tebliğin tatlı dil ve yumuşak bir üslupla yapılmasıdır. Çünkü tatlı dille, dinleyicilerin gönlünü okşayarak ikna edici sözlerle yapılan tebliğ, kişiyi amacına ulaştırır. Hakka çağrıda tatlı ve yumuşak sözün yeri çok önemlidir. Usulüne uygun olmayan sözler, tebliğ esnasında yapılacak şiddet gösterileri, sert konuşmalar ve tehditler ise kuru gürültüden ibaret kalacağı gibi fayda yerine zarar getirir.
6. Müjdeleyerek davet etmek: Yumuşak ve tatlı söze ilave olarak, muhatabı sevindirici, özendirici bilgiler, müjdeler vermek de davet esaslarındandır. Kişiye olumlu davranışları karşılığında kavuşacağı nimetler anlatılırsa, o daha çabuk ikna olur, yaptığını istek ve samimiyetle yapar. Nitekim insan terbiyesinde de müjdelemenin ve ödüllendirmenin önemli bir yeri vardır.
7. Korkutarak, sakındırarak ve uyararak davet etmek: Her insan iyi sözden, müjdeden, mükafat vadinden yeterince etkilenmeyebilir. Ona, işin olumsuz yönünü de göstermek ve buna göre meseleyi enine boyuna iyice düşünmesini sağlamak gerekir. Kur’an’da tebşir ile inzarın, va’d ve vâidin, müjde ile uyarı ve korkutmanın dengeli bir şekilde kullanıldığı görülmektedir. İslâmî ilimlerde `terğib ve terhîb’ diye kavramlaşmış olan bu çift yönlü ’korkutma ve müjdeleme’ metodu, Hz. Peygamber tarafından da bizzat uygulanmıştır.

--------------------
İbn Mazur, Ebu’l-Fadl Cemalüddin Muhammed İbn Mükerrem, Lisanu’l-Arabi’l-Muhît, Beyrut trs. I. 258.
Komisyon, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Büyük lügat, II, 2114; es-Sabûnî, Muhammed Ali, en-Nüvüvvetü ve’l Enbiya, Dâru’l-Hadis, Kahire 1984, s. 43.
Bkz. Azhab, 33/39; Al-i İmran, 3-20; Nahl, 16/82; Müslim, Talak, Tirmizî, Tefsir, 66; İbn Mace, Mukaddime, 17.
A’raf, 7/59.
A’raf, 7/62.
A’raf, 7/79.
A’raf, 7/93.
Mâide, 7/67.
Mâide, 5/99; Ayrıca bu konu ile ilgili olarak bkz.: Al-i İmran, 3/20; Mâide, 5/92; Ra’d, 13/40; Nahl, 16/35; 82; Nur, 24/54; Ankebut 29/18; Yasin, 36/17; Şuarâ, 42/48; Tegâbün, 64/12.
Bkz. el-Cevherî, İsmail b. Hammad, es-Sıhah Tâcu’l-Luga ve Sıhahu’l-Arabiyye, Dâru’l-İlm, Beyrut 1979, I, 403; İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, I, 986; Rağıb el-Isfehânî, Ebu’l-Kasım Hüseyin b. Muhammed, Müfredâtu Elfâzı’l-Kur’an, ed-Daru’ş-Şâmiyye, Beyrut 1992, s. 315.
er-Râzî, Muhammed, Mefâtîhu’l-Gayb, İstanbul 1308, III, 20; Mahfuz, Ali, Hidayetü’l-Mühşidîn, Kahire 1958, s. 17.
Saka, Şevki, Kur’an-ı Kerim’in Davet Metodu, Seha Neşriyat, 2. Baskı, İstanbul 1991, s. 28.
Bkz., Bakara, 2/186; Yunus, 13/89; Ra’d, 13/14; İbrahim, 14/44; Rum, 30/25; Mü’min, 40/43.
Bakara, 2/186; Yunus, 10/89; Ra’d, 13/14; Buhâri, Da’avât, 26; Müslim, İman, 334.
Rum, 30/25.
Buhârî, Nikah 72; Müslim, Nikah, 107, 110.
"Bkz., Saff, 61/7; Hadid, 57/8; Nahl, 16/125; Al-i İmran, 3/23; Ra’d, 13/14; Al-i İmran, 3/104; Mü’min, 40/41; Enfal, 8/24; Muhammed, 47/35; davet kelimesinin Kur’an’daki değişik kullanımıyla ilgili ayrıca bkz., Ragıb, el-Isfehânî, Müfredat. s.171,172.
Enfal, 8/24; Muhammed, 47/35; davet kelimesinin Kur’an’daki değişik kullanımıyla ilgili ayrıca bkz., Ragıb, el-Isfehânî, Müfredat. s. 171,172.
Ibn Manzur, Lisanu’l-Arab, I, 1170.
Komisyon, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Büyük Lügat, TÜRDAV, İstanbul 1981, I, 955, II, 1544.
Abdulbâkî, Muhammed Fuad, Mu’cemü’l Müfehres li el-Fâzi’l-Kurani’l-Kerim, Daru’l-Marife, Beyrut 1994, rşd maddesi.
Kehf, 18/17.
Bakara, 2/186.
Hucurat, 49/7.
Topaloğlu, Bekir, "İrşad", İslam Ansiklopedisi, T.D.V.Yay., İstanbul 2000, XX, 454.
Asım Efendi, Kâmus Tercümesi, İstanbul, 1304, III, 178; Rağıb el-Isfehânî, Müfredât, s. 876.
Bilgin, Beyza, Eğitim Bilimi ve Din Eğitimi, Ankara 1990, s.104; Bayraktar, Mehmet, Türkiye’de Vaizlik Tarihçesi ve Problemleri, İstanbul, 1997, s. 17; Çakan, İ. Lütfi, Dinî Hitabet, İstanbul, 1998, s. 59.
AbduIbâkî, M. Fuad, el-Mu’cemü’l-Müfehres, s. 755.
Al-i İmran, 3/138.
Mâide, 5/46.
A’raf, 7/143.
Nahl, 16/125.
Bakara 2/66.
Bakara 2/275.
Komisyon, İslâmî Kavramlar, Ankara 1997, s. 715.
Firuzabâdî, Mecdüddin Muhammed b.Yakub, el-Kâmusu’l-Muhît, Dâru’l-Fikr, Beyrut 1995, s. 222; Ragıb, Müfredât, s. 808.
Cürcânî, Seyyid Şerif, Kitabu’t-Tarifât, Dâru’r-Reşad, Kahire trs, s. 269.
Bilmen, Ömer Nasuhi, Vâaz ve Vaizler, Şebilü’-Reşad s. 266.
Kasas, 28/20.
Yusuf 12/14.
Tevbe, 9/91.
Araf 7/62.
Araf 7/79.
Buhâri, İman, 42; Müslim, İman, 229; Ebu Dâvud, Edeb, 67.
Bayraktar, Mehmet Faruk; Türkiye’de Vaizlik Tarihçesi ve Problemleri, İstanbul 1997, s. 24.
Buhârî, İman, 42; Müslim, İman, 23; Ebu Davud; Edep, 59; Tirmizî, Birr, 17; Nesâî, Bey’at, 31.
Karaman, Fikret, Hz. Muhammed (a.s)’in Evrensel Tebliğ Metodu ve İman Aksiyonu, Elazığ 1994, s. 66, 67.
Haşr, 59/7.
Karaman, F. a.g.e., s. 67, 68. 50.
Karaman, F. a.g.e., s. 68.
Hançerlioğlu, Orhan Felsefe Ansiklopedisi (Kavramlar ve Akımlar), İstanbul 1979, IV, 151; Pazarlı, Osman, Din Eğitim ve Öğretiminde Genel Metotlar, İstanbul, 1967, s. 4-5; Önkal, Ahmet Rasulullah’ın İslamâ Davet Metodu, Konya 1984, s.26.
Güner Osman, “İslâmî İletişimde Metodik Esaslar”, Diyanet İlmî Dergi, Cilt: 38, Sayı: 4, Ankara 2002 s. 106.
Nahl, 16/125.
Âlûsî, Şihabuddin Mahmud, Rûhu’l-Meânî fi Tefsiri’l-Kur’ani’l-Azîm ve’s-Sebi’l-Mesânî, Beyrut trs. XIV, 254.
Râğıb el-İsfehanî, Müfredâtü Elfazi’l Kur’an, Darül-Kalem, Beyrut, 1992, s. 127.
Ünal, Ali, Kur’an’da Temel Kavramlar, Nil Yay. İizmir 1999, s. 166.
İbn Haldun, Mukaddime, trc. Süleyman Uludağ, Dergah Yay. İstanbul 1988; I, 427.
İbn Manzur, Lisânu’l-Arab. XII, 140-145.
Kutluer, İlhan, İlim ve Hikmetin Aydınlığında, İz Yay., İstanbul 2001, s.119.
İbn Mâce, Zühd,15; Tirmizi, İlim, 19.
Tan, Bilal, Kur’an’da Hikmet Kavramı, Pınar Yay., İstanbul 2000, s. 23.
Bayrakdar, Mehmet, İslam Felsefesine Giriş, T.D.V.Y., Ank. 1997, s. 23.
Abdülbâki a,g.e. s. 269-273.
Abdulbaki, a.g.e., s. 271.
el-Belhî, Mukatil b. Süleyman, el-Eşbah ve’n-Nezâiru Fi’l-Kur’ani’l-Kerim, Kahire, 1975, s. 28-29.
Bakara, 2/231; Al-i İmran, 3/48; Nisâ, 4/113.
Meryem 19/12.
Lokman; 31/12.
Taberî, a.g.e., XVI, 55.
Taberî, a.g.e., XXI, 67; İbn Kesir, a.g.e., III, 445.
Kurtubî, a.g.e., XIV, 59.
Âlûsî, Ebû’l-Fadl Şihabuddin Seyyid Muhammed, Rûhu’l-Me’anî fî Tefsîri’l-Kur’âni Ve’s-Seb’i’l-Mesânî Daru İhyai-t Türasi’l-Arabi, Beyrut trs., XXI, 83.
Nisa, 4/54.
Bakara, 2/251; Sad, 38/20.
Taberî-, a.g.e., XXIII, l 36.
Kurtubî. a.g.e., III, 258; İbn Kesir, a.g.e., I. 413.
Bakara, 2/269.
Taberî, Tefsir, III, 89.
Kurtubî, a.g.e, III, 330.
Ebu’s-Suud, a.g.e., I, 262.
Şevkânî, Mııhammed b. Ali b. Muhammed, Fethu’l-Kadîr, Daru’l-Fikr, Beyrut trs., I, 289.
Nahl, 16/125.
Taberî, a.g.e., XIV, 194.
Kurtubî, a.g.e., III, 330.
Soysaldı, Mehmet, Dini Hitabet, Bizim Büro Basımevi, Ank. 2002, s. 59-60.
Mücahid b. Cabir’il-Mahzumi’t-Tabii Ebu’l-Haccac, Tefsiru Mücahid Menşuratü’l-İlmiyye, Beyrut trs., II, 503; Abdurezzak b. Hemmam San’ân’î, Tefsiru’l-Kur’an, Mektebetür-Rüşd, Riyad 1989, III, 105.
Şevkani, a.g.e., I, 288.
Râzî, Fahruddin Ebû Abdillah Muhammed b. Ömer, et-Tefsiru’l-Kebîr, (Mefâtihu’l-Gayb), Beyrut 1997, IX, 118:
Yazır, Elmalı, Mahummed Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, Trs., VI, 271; Ateş Süleyman, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul Trs., VII, 63.
İbn Mace, Zühd, 15; Tirmizi, İlim, 19.
Buhari Edep, 90; Tirmizi, Edep, 69; İbn Mace, Edep, 41.
Tirmizî, Menakıb, 20.
Kutluer a.g.e., 136.
İbn Mace, Mukaddime, 111; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, Müesseseti Kurtuba, Mısır trs., I, 269.
er-Râzî, Fahruddin, Mefâtihu’l-Gayb, İstanbul 1308, V, 374; el-Beydâvî, Ebu’l-Hayr Abdullah b. Ömer b. Muhammed, Envâru’t-Tenzil ve Esrâru’t-Te’vil, İstanbul 1896, I, 686.
Rağıb el-İsfahânî, Müfredat, s. 87.
Saka, a.g.e., s. 206.
Bkz., Ebu’s-Suud, Mehmet b. Muhyiddin el-İmâdî, İrşâdü’l-Akli’s-Selim ila Mezaya’l-Kur’ani’l-Azim, İstanbul 1890, VI, 426.
Kutup, Seyyid, Fi Zılali’l-Kur’an, Terc: E. Saraç, İ. H. Şengüller, B. Karlıağa, İstanbul 1992, IX, 263.
Kutup a.g.e., IX, 263.
Önkal, a.g.e., s. 328.
Saka, a.g.e., s. 78.
Ali-i İmran, 3/159.
Geniş bilgi için bkz: Zemahşerî, Ebu’l Kasım Carullah Mahmud b. Ömer, el-Keşşaf an-Hakikaikı’t-Tenzil, Tahran trs, I, 474; er-Râzî, Mefâtihu’l-Gayb, III, 81-85.
Buhârî, Edeb, 39; Ebu Davud, Vitr, 32; Edeb, 1; Tirmizî, Bir, 69; Ahmed b. Hanbel a.g.e, III, 101, 124, 159.
İbn Kesir, Tefsir, II, 404; Bu konuda başka örnekler için bkz., Gazalî, İhya, III, 153-162.
Saka, a.g.e., s. 174.
İsra, 17/53.
Daha geniş bilgi için bkz., Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’an, Mısır trs, XV, 44.
Taha, 20/43-44.
Naziat, 79/13, 19.
Saka, a.g.e., s. 176.
İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, I. 414; Rağıb, Müfredat, s. 125.
Bbkz. Buhârî, Tefsir, 48/3; Tevhid, 20.
Bkz., Al-i İmran, 3121; Nisâ, 4/138; Tevbe, 9/3.
Bakara, 2/119; Mâide, 5/19; A’raf, 7/188; Hud, 1112; Sebe’, 34/28; Fâtır, 35/24.
Önkal, Ahmet, "Beşir Maddesi", İslâm Ansiklopedisi, T.D.V.Yay., İstanbul, 1992, V, 554, 555.
Buhârî, Cihad, 164.
İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, XIV, 100, 1001 Firuzabâdî, a.g.e., s. 434; Ragıb, Müfredât, s. 797.
Bkz., İbn Mazur, Lisanu’l-Arab, XIV, 100, 1001; Ragıb, Müfredât, s. 797.
Ragıb, Müfredât s. 797.
İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, XIV, 100, 1001.
Bkz., Müddessir, 74/2; Şu’arâ, 26/14; Yasin, 36/6; Nuh, 71/2; Hicr, 15/89; Ahkaf, 46/9.
Fatiha, 1/2.
Ahkaf, 46/21.
Müddessir, 74/12.
Şuarâ, 26/214.
Bkz., Maide, 5/19; Fussılet, 41/13; Nebe, 78/40; Bakara, 2/6; Yunus, 10/101; En’am, 6/51; Tahrim, 66/6; Enfal, 8/25; Bakara, 2/48.
Bakara, 2/256.
Yunus, 10/99.
Hökelekli, Hayati, "İnzâr Maddesi", İslam Ans., T.D.V.Yay. İstanbul 2000, XXII, 358.
Geniş bilgi için bkz., Ali b. Hüsameddin, Müntehabu Kenzi’l Ummâl fî Süneni’l-Ekval ve’l Efal, Matbaatu’l-Meymeniyye, Mısır 1313, VI, 358-389.
Bu konuda bkz. Taberî, Tefsiri’t-Taberî, VII, 52; Âlûsi, Ruhu’l Meânî, VIII, 37.
Bkz., İnsan, 76/13-21; Mülk, 67/6-9; Ayrıca Cennet ve Cehennem sahnelerinin tasvirleri için bkz. Ra’d, 13/5, 23, 24, 35; Nisâ, 4/56-57; Bakara 2/25, 165-167; Sebe, 34/31-33, 40-43, 51-54; Mü’min, 40/47-52, 70-74; Zümer, 39/71-74; Kaf, 50/21-35; Buruc, 85/10-11; Fecr, 89/21-30; Furkan, 25/11-19; A’raf 7/40-43; Sad, 38/49-64; Kamer, 54/45-55; Tâhâ, 20/74-76; Meryem, 19/61-63, 85-87; Fâtır, 35/33-37; Yunus, 10/9-10, 26-30; Şuara, 26/90-101; Vâkıa, 56/10-45; Fussılet, 41/19-31; Sâffât, 37/19-68; En’am, 6/27-31; Hûd, 11/102-108; Hâkka, 69/1-37; Tûr, 52/1-16; 17-28; Mü’minûn, 23/60-61, 64-75, 99-115; Zuhruf, 43/36-39, 66-77; Duhân, 44/40-57; Câsiye, 45/27-35; Gâşiye, 88/1-16; Mutaffifin, 8317-36; Rûm, 30/12-15, 55, 57; İnşikâk, 84/1-15; Nebe, 78/17-40; Abese, 80/33-42; Muhammed, 47/15; Meâric, 70/1-18; 42-14 vs.
Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb, II, 42.
Kurtubî, a.g.e., I, 184.
Bakara, 2/74; Zümer, 39/22.
Hökelekli, a.g.m, İslam Ans., XXII, 358-359.