Makale

HZ. PEYGAMBER DÖNEMİNDE ASKERÎ TEŞKİLÂT

HZ. PEYGAMBER DÖNEMİNDE ASKERÎ TEŞKİLÂT


Prof. Dr. Mustafa Zeki TERZİ
Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi
İslâm Tarihi ve Sanatları Bölüm Başkanı


The Military System in the Period of the Prophet Muhammad
When we examine the early Islamic History, we see that the Prophet Muhammad had done defensive war in order to protect his society/ummah and state against foreign attacks and those who supported some trouble-maker, within the state. In his life-time the prophet always preferred to look for making peace with the others more than to fight with them. But/However when all peaceful solutions were ended, he had done just war. By using technological and strategical devices of his time, he tried to lessen the death of people to minimum. In doing so, he strictly followed the law of war in his own time.
His town Madina was garrison of his army. The system of joining army was volun-tarily to a great extent in early times but it later became compulsory both in the army un-der the commandment of the Prophet himself and in the military units governed by his commanders. The army units were distinguished into groups according to war-weapons and the services of soldiers.
Key words:
War, Prophet, Army.



Giriş
Hz. Peygamber (a.s.) Mekke’den Medîne’ye hicret ettikten sonra, burada oluş-turduğu teşkilâtlı yapılanma içerisinde ordu komutanlığı da yapmıştır. Bu süreçte Hz. Peygamber’in bizzat komuta ettiği savaşların/gazvelerin sayısı yirmiyedi, ken-disinin katılmayıp, atadığı bir komutan yönetiminde sevk ve idare ettiği seriyyele-rin/askerî birliklerin sayısı ise kırkyedidir.
Hz. Peygamber döneminde savaşın anlamı, İslâm’ın yayılma hürriyetini sağ-lamak, barış için gerekli şartları geliştirip güçlendirmek amacıyla, adalet ölçüleri içerisinde, insan haklarını gözeterek düşmana karşı verilen silahlı mücadeleden ibaretti.
Yüce Allah Hz. Peygamber ve ashabına Medine’ye hicretten önce savaşma iz-ni vermemişti. Fakat Mekke müşrikleri bu şehirde Müslümanlar üzerinde uyguladık-ları zulüm, yıldırma, şiddet, işkence ve yok etme maksat ve plânlarını, tehdit ve baskı yapmak suretiyle Medine üzerinde de sürdürmeye çalışınca, Müslümanlara savaşma izni verilmiştir. Bu konudaki ayet şöyledir: "Kendileriyle savaşılan (mü’min)lere (savaşma) izn(i) verildi. Çünkü onlara zulmedilmiştir ve şüphesiz Allah onlara yardım etmeye kâdirdir. Onlar sırf ’Rabbimiz Allah’tır’ dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarıldılar. Eğer Allah’ın bazı insanları diğer bazılarıyla savunması olmasaydı, içlerinde Allah’ın ismi çok anılan manastır-lar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılırdı. (Fakat Allah bazı insanları güç-lendirerek, onlar vasıtasıyla mü’min kullarını savunur. Kendisine inananlar ile isminin anıldığı mabetleri korur.) Allah, kendi (dini)ne yardım edene elbette yardım edecektir. Allah kuvvetlidir, galiptir." Bilindiği gibi Mekkeliler o devirde milletler arası ticareti ellerinde bulunduruyorlardı. Bu duruma göre bu iktisadî bas-kının tesir meydana getirebileceğinden şüphe etmememiz gerekir.
Tereddütler içinde geçen uzun aylardan sonra Rasûlullah, toplumunu savun-maya karar vermiş ve Medine’ye gelişinden itibaren yaklaşık bir sene sonra, "bun-dan böyle Kureyş’e âit ticaret kervanlarının (Îru Kureyş) İslâmî nüfûz bölgesinden artık geçmemelerini" bildirmek üzere ilk Müslüman askerî birliğini Mekkeliler üzeri-ne göndermiştir.
Hz. Peygamberin amcası Hamza b. Abdülmuttalib’in komutasındaki 30 atlı savaşçıdan müteşekkil bu askerî birlik, Medine’nin iyice batısında, Kızıldeniz sahil-lerine yakın bir yere kadar gitmişlerdi. Burada Cüheyne Kabilesinin bölgesine dahil bir yerde konaklamışlar ve Ebû Cehl’in komutasında 300 deveden müteşekkil bir kervanla karşılaşmışlardı. Cüheynenilerin başkanı Mecdî b. Amr her iki tarafında hamisi (muvâdî) durumundaydı. Onun araya girmesi sayesinde herhangi bir çatış-ma çıkmamış, her iki taraf da yurtlarına sakin bir şekilde dönmüşlerdi. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, bu ve bundan sonra gelen askerî seferlerde (seriyye-ler) Müslümanların sadece ve sadece Mekkelilere âit kervanlara hücûm etmeleridir. Bu çeşit hücûmlardan, gayr-i müslim olmalarına rağmen, ülkenin diğer bütün halk toplulukları selamet içinde kalmışlardır. Gerçek şudur ki, o sırada Mekkelilerle Me-dine’de toplanan Müslümanlar arasında bütün hükümleriyle bir harp hali ortaya çıkmış bulunuyordu. Artık bu iki topluluk arasında "harp hukuku" yürürlüğe girmiş-ti. Bu duruma göre bu çeşit askerî seferler, basit mânâda bir kervan durdurma ve yağmalama hareketi olmaktan tamamen uzak bulunmaktaydı.
Bu şekilde başlayan askerî harekât, düşman tarafından gelen tehdit ve saldırı devam ettiği müddetçe sürüp gitmiştir. Savaşa (mukâtele) izin veren ilk ayet de bu harekât esnasında nazil olmuş ve Hz. Peygamber ordusunun başında Medine’den hareketle gazâya çıkmıştır.
Hz. Peygamber döneminde, çok sayıda ordular teşkil ve tanzim edilmiş ve bunlar, çeşitli cephe ve meydanlarda muhtelif şekillerde, üstün niteliklere sahip ko-mutanların sevk ve idaresinde, İslâm’ın belirlediği harp hukuku içerisinde, zamanın muharebe silah, araç ve gereçleriyle (donanım) birlikte, bir çok strateji ve taktikleri (muhârebe harekâtı) uygulamışlar ve olumlu neticeler almışlardır.
İslâm, "Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklık ve eğrilikten ayırd edilmiştir." prensibini koymuştur. Öyleyse İslâm’da savaşın sebebi, dinin yayılma özgürlüğünü sağlamak ve İslâm ülkesinin topraklarını dış saldırılardan korumaktır: "Allah yolunda sizlerle savaşanlarla savaşın. Savaştan yüz çevirme-yin. Çünkü Allah böylelerini sevmez." (Bakara, 190.) Buna göre İslâmî anlamda savaş, savunma niteliği taşır. Müslümanlar ilk saldıran taraf, yani düşmanlığı ilk başlatan taraf değil de zorlandıklarında savaşa girişen taraf olmuşlardır. Ayrıca İslâm orduları verdikleri savaşta, İslâmî ve askerî şerefle bağdaşmayan tavırlar almaya yeltenmemişlerdir. Bilakis andlaşmalara sadık kalmışlar, hainlikten uzak durmuşlar, hastalara, yaralılara ve ailelere yardım etmişler, sivil halk kesiminden inanç ve ibadetleriyle başbaşa kalmış kişilere, kadın, çocuk ve yaşlılara zarar ver-memeye itina göstermişlerdir.
Güçlü ordusu bulunmayan devlet, düşman için hazır lokma demektir. Düşman sürekli bu devleti elde etme emeli güder. Ama devletin güçlü bir orduya sahip olması halinde, düşman onun istediğine boyun eğip ona hürmet eder ve ona karşı düşman-ca duygular beslemez. Böyle bir durumda barış sürekli hale gelir. Bu neticeyi sağla-yan Kur’ân ayetleri gayet sarihtir. "Düşmanlara karşı gücünüz yettiği kadar kuv-vet ve cihâd/askerî harekât için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın, çünkü onun-la Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınız ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah’ın bildiği düşman kimseleri korkutursunuz/caydırırsınız. Allah yolunda ne harcarsanız size eksiksiz ödenir. Siz asla haksızlığa uğratılmazsınız." "Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah’a tevekkül et." "Ey iman edenler, hepiniz birlikte İslâm’a (barışa) giriniz."
Gerek ayetlerde gerekse Hz. Peygamberin tatbikatında, barışın korunmaya ve ayakta tutulmaya çalışıldığı görülmektedir. Ordu/askeri kuvvet hazırlamanın düş-man için caydırıcı özelliğine dikkat çekilmektedir. Hz. Peygamber ve sahabileri muharebeye çıkmak ve düşmana karşı ordu sevk etmek zorunda kaldıkları za-man, hep barışa götüren yolları aramışlar, kan akıtılmasına asla taraftar olmamış-lardır. Düşman tarafın savaşsız teslim olmasını istemişlerdir. Bu bakımdan İslam tarihi barış anlaşmaları ile doludur diyebiliriz.
A. ORDUNUN KURULUŞU
1. Askerlik Hizmeti ve Görevi
Hz. Peygamber (a.s.) döneminde teşkil edilen ordulara baktığımızda, bu ordu-lardaki askerî hizmetin hem gönüllülük hem de zorunluluk özellikleri ihtiva ettiğini görürüz. Bu bakımdan bu dönem ordularını incelerken, gönüllü askerliğin yanında zorunlu askerlikten de bahsetmemiz gerekmektedir.
a. Gönüllü Askerlik: Bu dönemde gönüllü askerlik (et-tecnîdü’t-tatavvu`î), devlet tarafından herhangi bir idarî zorlamaya ve yapılmadığı takdirde de herhangi bir cezaya maruz bırakılmaksızın, sırf Allah’ın rızasını kazanmak ve uhrevî mükâfata erişmek maksadıyla, orduya katılma hareketi idi. Gönüllüler savaşa çı-kan orduya, savaş devam ettiği sürece katılırlar, elde edilen ganimetten pay alırlar, savaş bitince de ailelerinin yanına dönüp ziraat, sanat veya ticaretlerine devam edebilirlerdi.
Hz. Peygamber zamanında teşkil edilen ordularda gönüllülük esası hakimdi. Bu esasa göre, bir sefer esnasında veya hariçten gelen bir saldırıya karşı koymak icap ettiğinde, devlet başkanı ve başkomutan sıfatıyla Hz. Peygamber gönüllüleri çağırırdı. Bu gibi durumlarda, bir kayıt kütüğü açılır ve her aday ismini ve hatta adresini buraya kaydettirirdi.
Rasûlüllâh, Müslüman halkın kendi istek ve arzularıyla sefere çıkmalarını ter-cih etmiş, istemeyerek giden ve bu hususta gevşeklik gösterenler için ise şunları söy-lemiştir: "Bırakınız onu. Onda hayır varsa Allah size kavuşturur. Hayır yoksa Allah sizi ondan kurtarmıştır." "Sefer ve savaşa/askerî harekâta istekli olanlar dışında kimse bizimle çıkmasın."
b. Zorunlu veya Ücretli Nizamî Askerlik: Hz. Peygamber ordu teşkili, nizamı ve eğitimi için sağlam esaslar getirmiştir. O’nun, savaşma güç ve yeteneğine sahip Müslüman halkı devamlı ve muvazzaf bir ordu haline getirdiğini söyleyebiliriz.
Hz. Peygamber’in Medine’de sevk ve idare ettiği askerî seferlerde, Medineli yer-li halk (Ensâr) ile Mekke’den Medine’ye hicret eden Muhâcirler, ordunun esas ele-manlarını oluşturuyordu. Medineliler’le şehrin herhangi bir dış saldırıya uğraması halinde, ortak savunma yapılacağı konusunda anlaşma yapılmıştı. Bu anlaşmaya göre, savaşabilecek olanların savunmaya katılmaları kaçınılmazdı. Öte yandan, hareket üssü Medine olan ilk askerî seferlerin muharip elemanları Mekkeli Muhâcir-lerdi. Sayıları fazla olmayan bu Müslüman nüfustan savaşabilecek olanlar, teşkil edilen birliklere katılmakla yükümlüydüler.
Hz. Peygamber’e inen Kur’an ayetlerinin ilk muhatapları sahabe idi. Peygam-ber ve onun sadık tabîleri olan bu Müslüman topluluk, ayetlerle gelen hüküm ve esasları bireysel ve toplumsal hayatında uygulamışlardır. Buna göre birçok Kur’an ayeti, sefer ve savunma için teşkil edilen ordulara katılma zorunluluğu getirmekte idi.
Bu ayetler Hz. Peygamber’e tabi olanlara, gerektiği zaman savaş için teşkil edi-len ordulara katılma yükümlülüğü getirmektedir. Gücü yeten herkes savaşmaya hazır asker olarak kabul edilmiştir. Mekke’nin fethine kadarki dönemde, Müslüman nüfusun az oluşu da böyle bir zorunluluğun önemli sebeplerinden biridir. Çünkü Hz. Peygamber, bu nüfus içerisinden sürekli ordu hizmeti görecek ayrı bir sınıfı teşkil edecek sayıya uzun zaman sahip olamamıştır.
Mekke’nin fethinden sonra Müslümanların sayısının çoğaldığını görüyoruz. Arap yarımadasının çeşitli bölgelerinden kabile heyetleri halinde Medine’ye gelen Araplar, Hz. Peygamber’in huzurunda İslâmiyet’i kabul ediyorlar, ona bağlılıklarını bildiriyorlar ve memleketlerine dönerek hemşehrilerinin de Müslüman olmalarını sağlıyorlardı. İslâmiyet’in egemen olduğu topraklar üzerinde Müslüman nüfusun artması Hz. Peygamber’e, savaş işleriyle ilgilenecek, bilgi ve becerisiyle savaşın ağır-lıklarını yüklenecek, ayrı bir topluluk hazırlama imkânı sağlamıştır. Tevbe suresin-de yer alan bir ayette, bütün mü’minlerin savaşa bizzat katılmalarının gerekmedi-ği, bir kısmı savaşa giderken diğer bir kısmının da, dinde derin bir kavrayış edinmek ve kavimlerini bu alanda aydınlatmak için yerinde kalmaları gerektiği belirtilmek-tedir. Bu zümrenin ve ayrıca zayıf, hasta ve kendini donatacak maddî gücü ol-mayanların dışında bedenî liyakati ve bedenî gücü olanlara orduya katılma yü-kümlülüğü getirilmiştir. Tebûk seferine katılmayan, seferden geri kalanlarla ilgili olarak gelen Kur’ân ayetlerinde bu zorunluluk daha açık bir şekilde belirtilmekte-dir.
Bunlardan başka, Hz. Peygamber’in Medine dışında savaşılması halinde "muâhât" yani kardeşleştirme usulünü uyguladığını bilmekteyiz. Bu usule göre dış sefer halinde karşılıklı olarak kendilerini kardeş kabul eden iki kişiden birisi sefere çıkıyor, öbürü evinde kalarak kendi evinin ve manevî kardeşinin evinin ihtiyaçları-nı temin ediyordu. Sefere giden gâzî’nin Medine’de kalan manevî kardeşi de sava-şa katılmış kabul ediliyor ve seferin maddî-manevî ücretinden yararlanmış oluyor-du.
2. Askere Alma
Hz. Peygamber döneminde, herhangi bir sefer için teşkil edilen orduya katıl-mak suretiyle tahakkuk eden askere alma işlemi iki şekilde yürütülürdü. Biri merkez Medine’de, bir sefer esnasında veya dışarıdan gelen bir saldırıya karşı koymak ge-rektiğinde, devlet başkanı ve başkomutan yetkileri ve iktidarı içinde Hz. Peygam-ber’in, belki de kurmay heyetine danışarak, halkı savaş için teşkil olunan orduya katılmaya çağırması suretiyle olurdu. Merkezdeki ordu esasen devamlı-muvazzaf ordu niteliğindeydi. Bu iş için bir kayıt kütüğü açılır ve her aday ismini ve hatta ad-resini buraya kaydederdi. Sonra tespit edilen günde askerler silahları, binekleri, sefer azıkları ve diğer levâzımatı ile şehir dışında bir karargâhta toplanırdı. Bunun üzeri-ne Rasûlüllâh oraya gelir, gâzîleri bizzat teftiş eder, çok genç ve işe yaramayan, sefere katılması mahzurlu görülenleri geri bırakırdı. Her sefer için gereken gâzî sayısını Başkomutan Hz. Peygamber kararlaştırır; kendi imkânlarıyla kendini do-natamayanları devlet bütçesinden donatırdı. Ayrıca mâlî gücü daha iyi olanlar da kendini donatamayanlara yardımcı olurdu. Talha b. Ubeydullâh, Hz. Osmân, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Abdurrahmân b. Avf bunlardandır. Hz. Peygamber bu yar-dımlarından dolayı Talha’yı "Talhatü’1-Cûd, Talhatü’l-Hayr" olarak isimlendirmiş-tir.
İkinci yola daha çok Medine dışında oturan kabileler için başvurulmuştur. Bu usule göre, sefere çıkılacağı zaman kabile başkanlarına başvurulur ve onların mu-vafakatiyle kabile fertleri orduya yazılırdı. Bunlar ya merkez Medine’ye çağrılır yahut da Medine’den hareket eden orduya, bölgelerinden geçerken katılmak üzere beklemeleri kendilerine söylenirdi.
a. Askere Alınacak Adaylarda Aranan Şartlar: Hz. Peygamber döneminde, ordu hizmetine alınacak asker adaylarında şu şartların bulunması gerekiyordu.
aa. Müslüman Olmak: Hz. Peygamber dönemi ordularında Müslüman unsu-run dışında başka hiç kimse yer alamamıştır. Onun ordusunun esas unsurunu Mekkeli Müslümanlar’la, Medineli Evs ve Hazrec kabilesine mensup Müslümanlar teşkil ediyordu. Medine dışındaki Müslüman kabilelerden de orduya eleman temin ediliyordu. Gayri müslimler orduya alınmıyordu. Buna şu olay örnek gösterilebilir: Uhud Savaşı (3/624) için Medine’den hareket edilmişti. Şeyheyn’de veya Medine ile Uhud arasında başka bir mevkide, Medîneli bir Yahudi birliği İslâm ordusuna gir-mek istediklerini beyan etmişlerdi. Hz. Peygamber, Müslüman olmadıkları müddet-çe onların yardımlarını kabul edemeyeceğini belirtmiş ve bu birliği ordusuna alma-mıştı. Bunun üzerine Yahudiler’in müttefiği (el-halîf) olan Abdullâh b. Ubeyy de kendisine tabi olan 300 münafıkla İslâm Ordusu’ndan ayrılmıştı.
ab. Büluğ (Ergenlik) Çağına Gelmiş Olmak: Hz. Peygamber’in, orduya katı-lacak asker adayları için alt seviyede yaş sınırı koyduğu söylenebilir. O, Uhud sava-şına katılmak isteyen Semüre b. Cündeb el-Fezârî ile Rafi b. Hadîc’i henüz onbeş yaşında oldukları için geri çevirmiştir. Ancak bunların iyi ok attıklarını öğrenince, her ikisine de savaşa katılma izni vermiştir. Yine Uhud savaşında Hz. Peygamber, ondört yaşında oldukları halde Usâme b. Zeyd, Abdullâh b. Ömer, Zeyd b. Sabit, el-Bera’ b. Azib, Amr b. Hazm ve Useyd b. Züheyr’i orduya almamış, aynı şahısları iki yıl sonraki Hendek Savaşı (5/627) için teşkil olunan orduya kabul etmiştir. Hz. Peygamber’in bu uygulamalarından şu sonuca varabiliriz: Savaş için teşkil olunan orduya kabul yaşı onbeşin üstündedir. Onbeş ve daha küçük yaştakiler askere alınmamışlar, onbeş yaşın yukarısındakiler kabul edilmişlerdir. Ancak şu var ki, yaşı onbeş olduğu halde silah kullanabilir olduğu anlaşılan kişiler de orduya alın-mışlardır. Diğer şartları şöylece sıralayabiliriz:

ac. Aklî melekeleri yerinde ve sağlam olmak.
ad. Hastalık ve sakatlıklardan salim olmak.
ae. Bedenî güç ve liyâkate sahip ve yeterli olmak.
af. Cesur ve atılgan olmak, korkak olmamak.
b. Askerlikten Muaf Tutma: Adayın askerî görevden muaf tutulması (el-afv) "güç yetirememe" ile sınırlanmıştır. Bu da zayıflık, hastalık, sakatlık, acizlik, ço-cukluk, ihtiyarlık, kadın olma (cinsiyet) vb. durumları kapsamına alır.
Hz. Peygamber ve onu izleyen dönemlerde uygulama bu çerçevede yürütül-müştür. Ancak Tevbe suresindeki bir ayette, insanlardan belirli bir zümre veya gru-bu, "...dinde derin bir kavrayış edinmek ve kavimlerini bu alanda aydınlat-mak..." için orduya katılmayıp yerinde kalmaları gerektiği vurgulanmaktadır.
3. Askerlikten Terhis ve İzne Ayırma
Hz. Peygamber dönemi ordularında askerî hizmetin sona ermesi savaşın sona ermesine bağlıydı. Aslında savaşa hazır ordu olarak kabul edilen Müslüman toplu-luk, bu maksatla teşkil edilen orduya katılıp askerî hizmetini gerektiği şekilde yerine getirdikten sonra, evine ve işine döner, ziraat, ticaret, sanat veya diğer işlerine de-vam ederdi. Yeni bir harp hali ortaya çıkıp, savaş çağrısı yapılınca, bu defa aynı kişi bu maksatla teşkil edilen orduya tekrar katılırdı.
Belirtilen bu hususlar sadece geçici izin ve istirahat süreleridir. Askerlerin sürekli terhisleri ise, onların ihtiyarlık yaşına eriştikleri zaman yapılırdı. Yerine genç bir asker alınınca, ihtiyarlık çağına gelen asker, terhis dediğimiz sürekli istirahata ayrı-lırdı. Çünkü orduda genç askere ihtiyaç duyulmakta idi. Terhîs ücretli nizamî ordu mensupları (murtazıka) için söz konusu idi. Gönüllü askerlere (mutatavvia) gelince, bunlar daha çok yaz aylarında çıktıkları savaşlarda görev yaptıktan sonra kışın memleketlerine ve evlerine dönerlerdi.
4. Askerî Merkezler
Hz. Peygamber zamanında, askerî harekâtın en yoğun ana üssü devlet-hükümet merkezi olan Medine idi. Medine’nin askerî merkez (el-muaskerât, el-ecnâd) olma özelliğinin yanında, aynı zamanda, siyasî-idarî-diplomatik, dinî-kültürel merkez olma vasfı da vardı. Ordunun asker ve komutanları bu ordugâh şehirde eşleri, çocukları ve hizmetçileriyle beraber oturuyorlardı. Medine ordugâh şehrinin askerî karargâhı ise Peygamber Mescidi (Mescidü’n-Nebi) idi. Bu askerî fonksiyonunun yanında Mescid’in, hükümet konağı (dârü’l-imâra); askerî ve sivil muhakemenin (kazâ, yargı) yapıldığı yer (dâru’1-kazâ, dâru’l-adl); yabancı elçilerin kabul yeri, eğitim ve öğretim yeri ve ibâdet yeri (câmi, mabed) olması gibi başka fonksiyonları da vardı. Bu ana üste, Hz. Peygamber’in iki önemli unsuru Ensâr ve Muhâcirler oturmaktaydılar. Medine’nin dışında, Arap Yarımadası’nın diğer bölge-lerinde, bu arada Mekke ve Taif’te oturan kabilelerde birer küçük askerî üs ve kay-nak görevi yapmaktaydılar.

B. ORDUNUN YÖNETİMİ
1. Komutanlık
a. Komutanların Seçimi ve Atanması: Devlet Başkanlığı görev ve yetkilerini elinde tutan Hz. Peygamber, sevk ve idare ettiği orduların başkomutanlığını da üst-lenmiş bulunmaktaydı. Kendisinin katılarak bilfiil komuta etmediği bir sefere (se-riyye) çıkardığı ordunun komutanını o tayin ederdi. Hareket halindeki orduya biz-zat komuta ettiği durumlarda ise, emrindeki bağlı birliklerin komutanlarını da yine o seçip atardı.
b. Komutan Adaylarında Aranan Şartlar: Komutanların seçiminde ve atanmasında göz önünde tutulan esaslar şunlardı:
ba. İslâm’ı Kabul, Ona Hizmette Öncelik : Hz. Peygamber, hazırladığı birlik-lere atadığı komutanları, İslâm’ı kabulde ilk sırayı alanlar arasından seçerdi. Hz. Ali bu şekilde seçilen komutanlardan biri idi. Mûte’ye gönderdiği orduya komutan olarak savaş bilgisi ve dirayetine rağmen Hâlid b. Velîd’i değil de İslâm’a girişteki önceliklerine bakarak Zeyd b. Hârise, Cafer b. Ebî Tâlib ve Abdullâh b. Revâha’yı seçmesi bunun açık bir örneğidir. Kur’an-ı Kerim’de bu önceliğe dikkat edilmekte ve mallarını infak edenler ile Mekke’nin fethinden önce Allah yolunda savaşanlar aynı fiilleri fetihten sonra yapanlara üstün tutulmaktadır. Hz. Peygamber, komu-tan olacak kişide, derin ve sağlam bir imanla ruhî ve manevî bir kuvvet aramıştır.
bb. Tecrübe ve Savaş Bilgi ve Sanatı: Hz. Peygamber; harbin düşmana tuzak kurmak, onu aldatmak ve yanıltmak (el-hud’a) olduğunu söylemiştir. Bunun için o, harp sanatını ve savaşın zorluklarını bilenleri komutan tayin ederdi. Hamza b. Ab-dülmuttalib, Sa’d b. Ebî Vakkâs, Amr b. el-Âs, Hâlid b. Velîd bu komutanlardan sadece bir kaçıdır. Bunlar harp sanatında mahir ve bu alanda tecrübesi olan komu-tanlardı. Onun şu sözleri de bu gerçeği teyid eder: "Ben bu birliğe (orduya) içlerin-den en hayırlı olanı komutan yapmışımdır. Çünkü o çok dikkatli, gözü açık (uyanık) ve harp sanatını çok iyi bilmektedir."
Rasûlüllâh bu gerçeği bir çok komutan atamalarında, özellikle Hâlid b. Velîd’i ve Amr b. el-Âs’ı komutan tayin ederken uygulamıştır. O, Amr’ı, içinde Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in de bulunduğu bir seriyyenin başında Medine’den sevk etmiştir. Savaş alanına vardıklarında komutan Amr, askerin ateş yakmasını yasaklamış, Hz. Ömer ise buna sinirlenmişti. Hz. Ebû Bekir de Rasûlüllâh’ın Amr’ı, harp sanatı ve bilgisinden dolayı bu birliğe komutan yaptığını ve ona itaat etmek gerektiğini söyleyerek onu teskin etmişti.
bc. Cesaret ve Allah Korkusu: Hz. Peygamber komutanlardan, düşmana kar-şı yürüttüğü harekâtında, elde ettiği bölgede yapacağı işlerde ve kendi askerlerine karşı tavır ve davranışlarında Allah’tan sakınmalarını istemiştir. Diğer şartları ise şöyle sıralayabiliriz:
bd. Yiğitlik ve Kahramanlık
be. Üzerine Aldığı Bir İşi Süratle Neticelendirmek
bf. Kavrayış ve Muhakeme
bg. İyi İdare Edebilme
bh. Bilgi ve Tecrübe Birikimi.
2. Ordunun Sınıfları
Hz. Peygamber dönemindeki ordu birliklerini kullandıkları silâhlar ve gördük-leri hizmetlere göre sınıflara ayırmamız mümkündür. Bu dönemde ordu kıtaları esasen yaya birlikleri (müşât, reccâle), okçu birlikleri (rumât) ve süvari birlikleri (fürsân) olmak üzere üç ana kıtadan oluşmakta idi. Yayalar, ordunun ardçı birlikle-ri arasında yer alırlardı.
Atlılara gelince, bu dönemde atlılar komşu Bizans ve İran ordularının da ana kuvvetini teşkil ediyordu. Bunun için Hz. Peygamber, İslâm ordusundaki atlı kuv-vetlerin sayısını artırdı. Tebûk Seferi’nde bu kuvvet on bin atlıya ulaştı. Bu rakam yedi yıldan daha az bir zaman zarfındaki toplam ordu kuvvetinin üçte birine eşittir. Halbuki Bedir’de bu oran yüzde birdi. Bu durum bize, Hz. Peygamber’in ata ve atlı kuvvetlere ne derece önem verdiğini, askerlerini at edinmeye, ata binmeye ve atın üzerinde savaşmaya ne derece teşvik ettiğini açık olarak gösterir. Hatta o, savaş sonundaki ganimet taksiminde, yayaya bir pay verirken, atlıya onun iki katını ve-riyordu.
Orduda sağlık (sıhhıye) görevi yapan elemanlar da vardı. Sağlık hizmetinde daha çok kadınlar görev alırlardı. el-Buhârî’nin naklettiği bir haberden öğrendiğimi-ze göre, Uhud Savaşı’na katılan kadınlar arasında Hz. Aişe de vardı. (Umeyye bt. Kays der ki: "Gifâroğulları kadınları arasında Rasûlüllâh’ın yanına ben de gittim. Ona, ’Yâ Rasûlûllâh biz, yaralıları tedavi edelim ve gücümüzün yettiği şeylerde Müslümanlar’a (askerlere/subaylara) yardımcı olalım diye seninle birlikte bu sefere katılmak istiyoruz’ dedik. Rasûlüllâh, ’Allah’ın bereketi üzeriyle gidiniz’ diyerek, bizi kabul etti "
Hz. Peygamber döneminde istihbârât görevi yapan bir sınıfın/birliğin varlığına çeşitli gazvelerde rastlamaktayız. Hz. Peygamber gerek sulh, gerekse harp zamanla-rında düşmanın durumu ve hazırlıkları hakkında bilgi toplamaya önem verirdi. Peygamber’in Medine’ye hicretinden sonra Mekke’de kalan amcası Abbâs b. Ab-dülmuttalib zengin bir tüccar olarak birçok yerlerle, meselâ Tâif ve Medine gibi şe-hirlerle geniş şekillerde temaslarda bulunuyordu. Abbâs Mekke’de Hz. Peygam-ber’le ilgili olarak cereyan eden olayların aldığı son şekillere dair bilgileri ona yazar ve onu bunlardan sürekli haberdar ederdi. Mesela Kureyş kervanlarının Suriye’ye hareketlerinden Hz. Peygamber’i haberdar etmiş, Peygamber de bu kervanları sü-rekli olarak izlemiş ve izletmiştir. Hz. Peygamber bir sefere çıkacağı zaman, o se-ferin amacı doğrultusunda daha önceden haber toplamak için casuslar (uyûn) gön-derirdi.
3. Rütbeler ve Üniformalar
a. Hz. Peygamber Dönemi Ordularında Rütbeler: Hz. Peygamber dönemi ordularında, belli bir hiyerarşiyi izleyen nizamî rütbeler ayırımını göremiyoruz. Kaynaklar, "arif, nakîb, vâzi, hâdî" gibi rütbelerden ve bu rütbeleri taşıyanların gö-revlerinden bahsetmektedir. Bunlara komutan (kâid, emîr), seriyye komutanı ve başkomutan rütbelerini de ilâve edebiliriz. Belli başlı rütbeler şunlardır:
aa. Arîf: Hz. Peygamber ordusunu mangalara (irâfât) ayırmış ve her manga-nın başına bir arîf (onbaşı) tayin etmiştir. Arîf ünvanı veya rütbesi ayrıca kabile temsilcileri için de kullanılmıştır. Huneyn savaşı sonunda harp esirlerinin serbest bırakılmasında arîfler (urafâ’) den bahsedildiğini görmekteyiz.
ab. Nakîb: Hz. Peygamber ikinci Akabe Bey’atinde Medine’den gelen Müslü-manlardan bağlılık (sadâkat) yemini almış ve bunlar arasından oniki nâkib, bir de ’nakîbü’n-nükebâ’ atamıştır.
ac. Vâzi: Harp esnasında başkomutanın hemen yanında bulunan ve muhtelif birliklerin komutanlarına emirleri götüren haberci veya emir subayı diyebileceğimiz bir görevlidir. Vâzi’ ayrıca ordu saflarının düzenlenmesi, açıktaki kuvvetlerin dağı-tımı ve diğer teknik teferruatla da ilgilenmektedir.
ad. Hâdî: Hâdîlik seferde develeri yürütmek için şarkı söyleme görevidir. Hidâ, bunun için söylenen şiir veya şarkının adıdır. Abdullâh b. Revâha’nın, Hz. Pey-gamber dönemi ordularında hâdîlik yaptığı bilinmektedir. Böylece bu devirde ordu musikisinin varlığından da söz edebilmekteyiz.
b. Üniformalar: Bu dönemde renkleri ve şekilleri ile birbirinden ayrılan belirli üniformalar bulunmamaktaydı. Askerlerin ve komutanların hazardaki kıyafetleri ne idiyse, seferdeki kıyafetleri de öyle idi ve bu kıyafetler tek tipti. Ancak şu kadar var ki, Uhud Savaşı’na girmeden önce, Hamza b. Abdülmuttalib’in deve kuşu ka-nadından, Hz. Ali’nin beyaz yünden, Zübeyr b. el-Avvâm’ın sarı bezden, Hubâb b. el-Münzir’in de kırmızı bezden kendilerine birer tuğ yaptırdıklarını el-Vâkıdî kay-detmektedir.
Ayrıca Kur’ân’da Bedir Savaşı ile ilgili ayetlerde işaretli meleklere atıflar var-dır. İbn Sa’d’da yer alan bir haberde, Bedir muharebesinde Hz. Peygambere yar-dımcı olarak gönderilen meleklerin işaretler (es-Sîmâ) taşıdığı ve Peygamber’in, ordusuna hitaben yaptığı konuşmada, askerlerin de böyle işaretler edinmelerini em-rettiği kaydedilmektedir:
4. Askerlerin Ücretleri
Hz. Peygamber döneminde orduyu oluşturan asker ve komutanlar devletten maaş almıyorlardı. Devlet savaşan askerine bütçesinden aylık veya yıllık, belirli miktarda bir ücret ödemiyordu. Ancak Bedir Savaşı’nda elde edilen ganimetlerle ortaya yeni bir uygulama çıkmıştır. O da düşmanın mağlubiyeti sonucunda ele geçen ganimet mallarının, beşte biri (humus) ayrıldıktan sonra geri kalanın askerler arasında eşit şekilde dağıtılmasıdır. Ayrılan bu beşte birin sarf yerleri Kur’an-ı Kerîm’de şu şekilde belirtilmiştir:
"Eğer Allah’a ve (hak ile batılın) ayrılma gününde, o iki topluluğun karşılaştığı günde, kulumuza indirdiğimize inanmışsanız bilin ki, aldığınız ganîmetin beşte biri Allah’a, Rasûlü’ne ve akrabalığı bulunanlara, yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir. Allah her şeye kadirdir."
Hz. Peygamber Bedir’de askerlerin topladıkları ganimetlerin bir araya getiril-mesini emretmişti. Ganimetleri teslim almaya ve yüklemeye Abdullâh b. Ka’b’ı memur etmiş ve yanına Habbâb b. Eret’i yardımcı olarak vermişti. Hz. Peygamber bir araya toplattığı ganimet mallarının beşte birini ayırdıktan sonra, geri kalanını askerleri ve onun izni ile harbe iştirak etmeyip Medine’de kalan sekiz kişi arasında eşit olarak bölüştürmüştü. Ubâde b. Sâmit bu konuda şunları söylemiştir: "Biz Bedir’de alınan ganimetlerin bölüştürülmesinde ihtilâfa düşünce ve bu hususta ahlâkımız kötüleşince, Allah onları elimizden alıp Rasûlü’ne verdi. Rasûlüllâh da onları askerleri arasında eşit olarak bölüştürdü.
Hz. Peygamber ganimet mallarını beşe taksim eder; beşte dördünü askerlerine dağıtırdı. Beşte birini de kendi ailesinin nafakasına, devlet harcamalarına ve ayette sayılan yerlere harcardı. Beşte bir payda ise kendi istediği gibi tasarruf etme hakkı-na sahipti. Başlangıçtan itibaren savaşlarda elde edilen ganimetler askerler arasında eşit miktarda paylaştırılmıştı.
5. Askerî Eğitim ve Öğretim
Hz. Peygamber döneminde orduya katılan askerlerin eğitim ve öğretiminin yapıldığı bir kurumun varlığından kaynaklarda bahsedilmemektedir. Gaziler harp sanatını savaş deneyimleri yoluyla elde ederlerdi. Hz. Peygamber’in, sefere çıkma-dan önce, komutan ve askerlere sefer esnasında ve savaştan sonra yaptığı konuş-malar, verdiği emir, direktif ve tavsiyeler, bu dönem askerî öğretiminin ana malze-melerini teşkil etmektedir. Biz bu malzemeyi tetkik ederek, bahsettiğimiz dönemde ordunun eğitim ve öğretiminin ne tarzda yapıldığını ve konularının neler olduğunu şu şekilde tespit edebildik:
a. Askerlerin Eğitimi:
aa. Hazarda Savaşa Hazırlama Eğitimi: Askerin savaşma gücünü sürekli ayakta tutmak ve ona hareket kabiliyeti kazandıracak egzersizler yaptırmak gere-kir. Bu amaçla ok atma ve ata binme talimleri yapılmıştır. Abdullâh b. Ömer’in anlattığı şu olay bizzat Hz. Peygamber’in de bu eğitimlerde bulunduğunu bize gös-termektedir: "Rasûlüllah terbiye edilmiş atı, aralarında altı mil mesafe bulunan el-Hafya’dan Seniyyetü’l-Veda’ya kadar koşturdu; terbiye edilmemiş atı ise aralarında bir mil mesafe bulunan Seniyyetü’l-Veda’dan Züraykoğulları Mescidi’ne kadar koş-turdu. Ben de (yani İbn Ömer) yarışanlar arasında idim ve benim atım duvarı at-lamıştı. Hz. Peygember’in ok atmayı ve ata binmeyi teşvik eden sözleri o’nun bu konuda ne kadar ısrar ettiğini gösterir: "Allah bir ok sebebiyle üç kişiyi cennete so-kar; oku yaparken hayır maksadı ile yapanı, onu atanı (yani kullananı) ve yardım alarak bir başka askere vereni. Atıcı ve binici olun. Atıcı olmanız bence, binici ol-manızdan daha makbuldür. Müslümanın oyalandığı her şey boştur. Ancak yayı ile ok atmasını öğrenmesi ve atını terbiye etmesi bundan müstesnadır."
ab. Seferde Muharebe Eğitimi: Hz. Peygamber, cephede savaşa hazır olan askerlerine muharebe usullerini talim eder, hatta bizzat kendisi, nasıl savaşılacağını öğreten konuşmalar yapardı. Kaynakların Bedir Savaşı ile ilgili olarak naklettikleri iki olay bu bakımdan önemlidir:
Hz. Peygamber Bedir’de askerlerine, nasıl savaşacaklarını sormuş, içlerinden Asım b. Sâbit kalkarak yayı ile okunu eline almış ve şu cevabî konuşmayı yapmış-tır: "Kureyş bize 200 zirâ’ veya buna yakın yaklaştıkları zaman yay ile ok atılır. Kureyş bize ve onlara taş yetişecek kadar yakınımıza geldikleri zaman, taş atmak suretiyle mücadele yapılır. Kureyş bize ve onlara mızrak erişecek kadar yakınımıza gelip sokulduklarında, kırılıncaya kadar mızrakla mücadele yapılır, kırılınca da mızrağı bırakır, kılıçlarımızı alırız. Kılıçlar sıyrılır ve kılıçla çarpışmaya tutuşulur." Bunun üzerine Rasûlüllâh: "Harbin gereği budur. Bu tarzda çarpışılmasını gerekli gördüm. Çarpışan, Âsım’ın söylediği tarzda çarpışsın" demiştir.
Yine Bedir Savaşı’nda Hz. Peygamber, orduya hitaben yaptığı konuşma ile, nasıl savaşılacağını bizzat kendisi öğretmiş ve şöyle demiştir: "Hatlarınızı bırakıp ayrılmayınız. Hiçbir yere kımıldamayıp yerlerinizde kalınız. Ben emir vermedikçe savaşa başlamayınız, oklarınızı düşman size yaklaşmadan kullanıp israf etmeyiniz. Düşman kalkanını açtığı zaman okunuzu atınız. Düşman iyice yaklaşınca elinizle taş atınız. Daha da yaklaşırsa mızrak ve kargılarınızı kullanınız. Kılıç en sonra, düşman ile göğüs göğüse gelindiğinde kullanılacaktır." Ayrıca Kur’an-ı Kerim, Bedir Savaşı münasebetiyle çok dikkat çekici bir savaş usulü öğretmiştir; o da şu-dur: "... ve onların her bir mafsalına vurunuz."
b. Komutanların Eğitim ve Öğretimi: Hz. Peygamber kendisinin katılmadığı seriyyelere tayin ettiği komutanların eğitimine titizlikle dikkat ederdi. Onları, gerek sevk ve idarelerindeki askerlere karşı, gerekse düşmana karşı, nasıl hareket edecek-leri hususunda eğitir ve yapabilecekleri hatalar konusunda uyarırdı. Bunu daha çok, sefere hazırladığı kuvvetlerin Medine’den hareketinden önce yapardı. Bu tür eğitime bir misâl olmak üzere, et-Tirmizî’nin naklettiği şu hadisi verebiliriz: "Rasûlüllâh Medine dışına sevk ettiği ordunun komutanına Allah’tan korkmasını, beraberindeki askerlere iyi muamelede bulunmasını tavsiye ettikten sonra şunları söylemiştir: "Allah’ın adı ile, Allah’ın yolunda (başka maksatlarla değil, sosyo kül-türel, ekonomik, siyasal ve dinî/fikrî varlığınızı korumak amacıyla) muharebe edin. Allah’ı tanımayanlara karşı, (size saldırdıkları, sizi ortadan kaldırmayı amaçladık-ları için varlığınızı korumak ve savunmak için) savaşın, Ganimet mallarında hıya-netlik etmeyin. Ahde vefasızlık göstermeyin. Tenkil yapmayın. Küçük çocukları öl-dürmeyin. Komutana hitaben, "Düşmanla karşılaştığında onları üç husustan birini kabule çağır. Hangisine icabet ederse, sen de onların icabetini kabul et ve artık onlardan elini çek. Onları İslâm’a ve kendi yurtlarından Muhâcirûn’un yurduna hicret etmeye çağır. Kendilerine, bunu yaptıkları takdirde; Muhâcirler’in sahip oldukları haklara sahip olacaklarını ve onların taşıdıkları mes’uliyetleri taşıya-caklarını bildir. Şayet hicrete yaklaşmazlarsa, Müslümanların çölde yaşayanları gibi olacaklarını ve çölde yaşayan Müslümanlar hakkında gerekli olan hükümlerin onlar hakkında da geçerli olacağını, askerî harekâta katılmadıkları takdirde fey ve ganimetten bir şey alamayacaklarını kendilerine bildir. Şayet kabul etmezlerse, Allah’ın yardımına iltica ederek onlara karşı savaş."
c. Genel Olarak Moral Eğitimi: Savaşlarda zafere ulaşmanın önemli sebep-lerinden biri de askerîn moral gücünü sürekli ayakta tutabilmektir. Bu durum, sava-şın sırf insan unsuruna dayandığı dönemlerde önemini daha da artırır. Hz. Pey-gamber dönemindeki orduların moral gücünün yüksek seviyede olduğunu görmek-teyiz. Peygamberler bu gücü sürekli ayakta ve canlı tutmaya çalışmıştır.
Mü’min askerler, gerek hazarda gerekse seferde iken "Allah yolunda cihâd/hareket" heyecanı içinde bulunuyorlardı. Savaşın çeşitli safhalarında komu-tanları onlara bu yönde harbe teşvik edici konuşmalar yapmışlardır.
Hz. Peygamber bir seferde ordusuna şöyle seslenmiştir: "Muhammed’in varlığı kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki; bu gün Allah’ın rızasını umarak, sabır ve sebat göstererek çarpışanları ve arkasına dönmeden ilerlerken öldürülenleri, Allah muhakkak cennetine koyacaktır."
Hz. Peygamber’in cephede iken, zafer nasip etmesi için Allah’a dua ve niyazda bulunmuş olması da askerler için bir moral kaynağı olmuştur. O bir seferde, düşman birliklerinin gelişini görünce şu duada bulunmuştur: "Allah’ım, işte bu Kureyş müş-rikleri, olanca kibir ve gururları, olanca büyüklenmeleri ve öğünmeleri ile geliyor-lar. Sana meydan okuyor, Rasûlünü yalanlıyorlar. Allah’ım, bana yapmış olduğun yardım vadini yerine getir. Allah’ım, onları sabahleyin helâk et. Allah’ım, Sen ba-na kitap indirdin, müşriklerle çarpışmayı emrettin. İki taifeden birine nasip edece-ğini de va’dettin. Sen verdiğin sözden caymazsın."
d. Resmî Geçit ve Teftiş: Hz. Muhammed gerek hareket üssünden ayrılacağı zaman, gerekse cephede iken kendine bağlı birlikleri teftiş etmiş ve gördüğü eksiklik-lerle ilgili gerekli emirleri vermiştir. Uhud Savaşı için Medine yakınında Şeyheyn denilen yerde toplanan askerlerini her zaman olduğu gibi, saf düzenine sokarak teftiş etmiş ve çok genç yaşta olanlar ile işe yaramayanları ayırmıştır. Bedir Sefe-ri’nde Medine’ye bir mil mesafede bulunan Büyûtü’s-Sükyâ’da ordusunu durdurarak teftiş etmiş ve yaşlarını küçük gördüğü gençleri ayırarak Medine’ye geri göndermiş-tir.
Cephede savaşa hazır birliklerin, modern ordulardaki resmi geçitlerde olduğu gibi, savaşı sevk ve idare eden komutanın emir ve görüşlerine arz edildiğini görmek-teyiz. Bedir Savaşı’nda Hz. Peygamber saf nizamına giren birliklerini teftiş etmiş, elindeki ok çubuğu ile askerleri "beri gel, ileri git" diye işaret ederek hizaya getir-miştir. Hz. Peygamber bu teftişi yaparken yanına yaver olarak Ebû Eyyûb el-Ensârî’yi almış ve ona, "Sen yanımda bulun yanımda" demiştir.
C. ORDUNUN MUHAREBE HAREKÂTI (STRATEJİ VE TAKTİKLER)
1. Taarruzî Harekât/ Hücum Harekâtı
Harbin hedefi bir veya birkaç milletin arzusunu, diğer bir millet veya milletler gurubuna kabul ettirmektir. Bu hedefe ulaşılması düşmanın savaş azmini kırmakla mümkün olur. Savaş azmini kırmaksa düşman silâhlı kuvvetlerini kesin sonuçlu bir mağlubiyete uğratmayı gerektirir. Taarruzun maksadı: l) Düşmanın kuvvetlerini imha etmek, 2) Düşmanı muhtaç olduğu kaynaklardan mahrum etmek, 3) Bir böl-ge veya araziyi ele geçirmek, 4) Düşman tertibatını meydana çıkarmak ve 5) Düş-manın dikkatini diğer bölgelerden ayırmaktır.
Taarruzî harekât veya diğer adıyla hücum harekâtı, Hz. Peygamber dönemi muharebelerinde uygulanmıştır. Bedir’de, Mûte’de, Hayber’in ve Mekke’nin fetihle-rinde, Huneyn ve Taif gazvelerinde ve Tebûk’da hücûm harekâtının uygulandığını görürüz. Bu savaşlarda hep muharebe taktiği ve prensibi olarak hücûm harekâtına başvurulmuştur. Hz. Peygamber ve müteakip dönemlerde vuku bulan diğer savaş-larla birlikte, bütün bu muharebeler savunma amacına yönelik savaşlardır. Bölge-deki Müslüman varlığını imhayı kasteden ve bu amaçla saldıran düşmana, bu var-lığı savunma ve korunma maksadıyla karşı çıkılmıştır. Bu karşı hareket yürütülür-ken de bir harp prensibi/taktiği olarak taarruzî harekât/hücum harekâtı uygulan-mıştır.
2. Savunma Harekatı
Savunma, düşman taarruzuna mâni olmak, mukavemet etmek, onu geri at-mak veya yok etmek maksadını güden temel bir muharebe şeklidir. Stratejik sa-vunma, daha sonra taarruza geçmek için, lüzumlu vasıta ve elemanları toplamak amacıyla ülke içinde hayatî önemi haiz bölgelerin korunması için alınan savunma tedbiridir.
Hz. Peygamber döneminde savunma savaşı (tedâfuî) daha çok oturulan bir yerin veya şehrin düşman saldırısına karşı savunulması amacı ile yapılmıştır. Hz. Peygamber döneminde bu tür savaşın en belirgin örneğini Hendek Savaşı teşkil et-mektedir. İsminden de anlaşılabileceği gibi, bu savaşta Medine şehri, müsait yerleri-ne hendekler kazılmak suretiyle savunulmuştur. Hz. Peygamber yanına kurmay heyetini de alarak Medîne arazisini incelemeye/keşfe çıkmış, keşif sonunda ilk ola-rak iki lavlık araziyi birleştiren (N) biçiminde bir hendek kazılması kararlaştırılmış-tır. Bu, kuzeydoğuda, Şeyheyn Çiftehisarları’ndan başlayacak ve Mezâd denen yerde Seniyyetü’1- Vedâ tepesinin kuzey tarafına uğrayacak ve dönerek Benû Ubeyd tepesinin az çok uzağına uzanacak ve buradan tekrar Sal Dağ’ına dönüp Mescidü’1-Feth’e kadar gelecektir. Daha sonra batıda yaşayan kabileler kendilerine özgü mülâhazalarla hendeği daha da güneye, el-Ğamâme Mescidi’nin musallâsına kadar uzatmışlardır.
Şehrin savunması esnasında kadınlar, çocuklar, yaşlılar, yiyecek ve içecek maddeleri, değerli eşyalar ve otlak hayvanları yüksek binalara ve surlara yerleşti-rilmişlerdir. Bu savunma taktiği gerçekten de başarılı olmuş ve düşman birlikleri bir netice alamadan kuşatmayı kaldırarak geri dönmek zorunda kalmışlardır.
3. Geri Harekat
Geri harekat (ric’at), bir birliğin geriye doğru ya da düşmandan uzaklaşmak üzere yaptığı bir harekattır. Komutan, çok dikkatli bir durum muhakemesinden sonra taarruz ve savunma imkânlarının kalmadığı veya bulunmadığı kanaatine varır. Sorumluluğu üzerine alarak, geri harekata karar verebilir. Geri harekat isteğe bağlı olarak veya düşman zoru ile yapılır.
Savaşta ileri harekât/hücûm kadar, geri harekât da önemli bir muharebe stra-tejisidir. Bizans’a (Rûm) karşı girişilen Mûte Seferi’nde, Hz. Peygamber’in tayin ettiği komutanların şehit olmaları üzerine, ordu kurmayları tarafından başkomutanlığa seçilen Hâlid b. Velîd, sayı ve teçhizât yönünden kat kat fazla olan düşman ordusu karşısında uğranılan yenilgiyi düzeltmek için bir taktik plân hazırlayarak, askerleri-ni telef olmaktan kurtarmıştır. Bu plân iki aşamada uygulanacaktır. Birinci aşa-mada düşmana geçici bir üstünlük sağlanacak, ikinci aşamada ise bu üstünlükten yararlanarak ric’at/geri harekât tatbik edilecektir. Plân uygulamaya konmuş, komu-tan Hâlid b. Velîd bir çarpışma gününün gecesinde ordusundaki birliklerin yerlerini değiştirmiş, sağ kanattakileri sola, sol kanattakileri sağa, öndekileri arkaya, arkada-kileri öne almıştır. Ertesi gün, düşman birlikleri, karşılarında yeni simalar görünce, İslâm ordusuna taze kuvvet geldiğini sanmışlar ve neticede korku ve telaşa kapıl-mıştır. Komutan Hâlid b. Velîd bu taktiği ile düşmanın mânen sarsıldığını anlayın-ca, vakit geçirmeden askerlerine hücûm emri vermiş, yeniden harbe girmişçesine şiddetli hücûma geçen İslâm ordusu, düşmanı kısa zamanda püskürtebilmiştir. Böylece geçici bir üstünlük sağlanmış, sıra bu hücûm karşısında dağılan kalabalık düşmanın toparlanmasına fırsat verilmeden , İslâm ordusunun başarılı bir şekilde geri çekilmesine gelmiştir. Hemen o günün gecesi ordu, karanlıktan da yararlanarak geri çekilmeyi başarmıştır. Üst üste yediği darbelerle sersemleşen düşman bu gidişe sadece seyirci kalmış, belki de bunu fark bile edememiştir.
4. Muharebede Uygulanacak Taktikler
a. Harekâtın Hedefini Gizli Tutmak: Hz. Peygamber Abdullâh b. Cahş’ı, hic-retin birinci yılında (m. 622) bir seriyye’nin başında Nahle’ye gönderdiği zaman, harekâtın hedefini gizli tutmuştu. Bunu sağlamak için birlik komutanı Abdullâh’a bir mektup vermiş, iki gün geçmedikçe bu mektubu açmamasını, iki gün geçtikten sonra açıp okuyarak içindeki emri yerine getirmesini ve bu yolda askerlerinden hiç-birisini de zorlamamasını söylemişti.
Hz. Peygamber Mekke’ye yapacağı seferin hazırlıklarına başladığı zaman ne-reye gidileceğini kimseye söylememiş, bu harekâtın hedefini de gizli tutmuştu. En yakını olan hanımı Hz. Aişe’ye bile söylememiş, ona sadece şu emri vermişti: "Yol hazırlığını yap, bunu hiç kimseye söyleme, işini gizli tut." Mekke seferinin gizlili-ğini korumak amacıyla başka tedbirler de alınmıştır. Hz. Peygamber hazırladığı bir birliği, Ebû Katâde b. Rabî’nin komutasında Batn-ı İzâm’a göndermişti. Amacı kendisinin, o tarafa doğru gideceği zannını uyandırmak ve haberlerin bu şekilde yayılmasını sağlamaktı.
Gizliliğin başka bir örneği de gece yürüyüşüdür. Hz. Peygamber, Sa’d b. Ebî Vakkâs komutasında 20 kişilik bir birliği Harrâr’a göndermişti. Sa’d bu seferdeki yürüyüş taktiğini şöyle anlatır: "Biz azim ve cesaretle yola çıktık. Gündüz sindik, gece yürüdük." Hz. Peygamber, Ebû Seleme b. Abdulesed komutasında, aralarında Sa’d b. Ebî Vakkâs ve Ebû Ubeyde’nin bulunduğu 150 kişilik bir birliği Benü Esed kabilesi üzerine, bu kabilenin Medine’ye yönelik saldırısını püskürtmek amacıyla göndermişti. Hz. Peygamber bu birliğe, gece yürütüp, gündüz gizlenmeleri, niyetlerini ve haklarındaki herhangi bir bilgiyi sızdırmamaları, metrûk bir yoldan gitmeleri ve beklenmedik bir anda harekâtı başlatmaları direktiflerini vermişti.
Hz. Peygamber’in genel olarak bütün gazvelerinde uyguladığı bir gizlilik taktiği de; onun herhangi bir sefere çıktığı zaman, düşmanın bulunduğu yöne doğru değil de bir başka yöne doğru hareket etmesi, yolunu değiştirmesidir.
Hz. Peygamber Bedir Seferinde, mutadı üzere tanınmayan ayrı bir yolu kul-landığını, yine aynı bir seferde ordusunun gece yürüyüşünü ihtiyaten gizlemek amacıyla, develerin boyunlarına ve sair yerlerine asılmış olan çıngırak ve çanların çıkarılmasını emrettiğini bunlara ilave edebiliriz.
b. Düşmanın İkmâl Yollarını Kesmek Suretiyle Onu Zayıf Düşürmek: Bedir Savaşı sırasında İslâm ordusunun uyguladığı bir taktikte bunu görmekteyiz. Hz. Peygamber, ordusuyla birlikte Bedir’e gelip suya en yakın bir yerde konaklamış ve nerede karargâh kurulması uygun olacağı konusunu kurmaylarıyla görüşmüştü. Hubâb b. Münzîr bu konudaki görüşünü şu sözleriyle ifade edip; "Biz harpçi kimse-leriz. Ben, bütün su kuyularını kapatıp bir tek su kaynağı üzerinde karargâh kur-mayı uygun görürüm" dedikten sonra, Hz. Peygamber’e hitaben: "Burası sana, Al-lah’ın konaklamanı emrettiği ve bizim için ileri gidilmesi veya geri çekilmesi caiz olmayan bir yer midir? Yoksa şahsî bir görüş sonucu bir savaş takdiri olarak mı seçilmiştir?" diye sormuştu. Hz. Peygamber de cevaben: "Hayır, şahsî bir görüş sonucu, bir harp tedbiri gereği seçildi" demiş; bunun üzerine Hubâb b. Münzîr bu konudaki görüşünü şu sözleriyle belirtmiştir: "Burası konaklanacak bir yer değildir. Siz askeri buradan hemen kaldırın. Kureyş ordusunun konacağı yerin hemen yakı-nındaki su başına gidip konalım. Ben orayı ve orada tatlı ve bol suyu olan bir kuyu olduğunu biliyorum. Onun dışındaki bütün kuyuları kapatalım. Sonra da düşmanla çarpışalım. Daha sonra bir havuz yapıp onu su ile dolduralım. Biz susadıkça havu-zumuzdan içeriz. Onlar su bulup içemezler ve müşkil duruma düşerler." Hz. Pey-gamber de: "Senin belirttiğin görüş doğrudur ve uygundur" diyerek, ordusunu bu-radan kaldırmış ve belirtilen yere gidilmiştir. Burada Hz. peygamberin emriyle su kuyuları kapatılmış, bir havuz yapılarak içerisi su ile doldurulmuştur.
c. Muharebe Alanına Karargâh Kurmak: Bedir Savaşı’nda baş kumandan Hz. Peygamber’e harbi idare edeceği bir karargâh yapılmıştır. Karargâhta kurmay heyeti de bulunmaktadır. Sa’d b. Muâz karargâhın kapısı önünde nöbet tutmuş, ayrıca ordunun Ensâr kolundan bir birlik de "başkomutanın muhafız birliği" olarak karargâhı koruma görevi yapmıştır." Muhtemeldir ki düşmanın gelmesi üzerine Hz. Peygamber vâdinin el-Udvetü’d Dünya tarafından hareket ederek, el-Âriş tepe-sine yakın bir yerde ordugâhını kurmuştur. Amacı el-Udvetu’1-Kusvâ tarafına, da-ha uzağa konaklamış olan düşmanın su ile alâkasını kesmektir. Birçok büyük hen-dek kazılarak, kuyulardan çekilen suyun akışı bu kanallara (havuzlara) çevrildi. Bu suretle yukarıda da belirttiğimiz gibi, suyun sadece düşman tarafına akmasının önlenmiş olmadığı, aynı zamanda onun bir yerde biriktirilerek, Müslüman ordusu-nun faydalanmasına hazır bir halde tutmanın da sağlanmış olduğu görülür.
Meydan muharebeleri genellikle sabah erken saatlerde başladığından, Hz. Peygamber Bedir’de kuvvetlerini öyle bir yerde toplayıp ordugâhını kurmuştu ki, düşman ilerlediği vakit yükselen güneşin ışıkları kendi askerlerinin gözlerini asla kamaştırmayacaktı.
d. Düşmanın Gözünü Korkutmak: Hz. Peygamber’in uyguladığı savaş taktik-lerinden biri de, kendi asker sayısının azlığı ve donatım yönünden zayıf oluşu kar-şısında, çok daha kuvvetli olan düşmanın gözünü korkutarak onu caydırmaktır. Nitekim Uhud Savaşı’nın sonunda, Mekke’ye dönen düşmanın Medine’ye yeni bir saldırıda bulunmaması için yapılan takibi harekâtında, Hamrâu’1-Esed’e kadar gelinmiş ve burada uzaktan görülebilecek şekilde 500 kadar ateş devamlı yakılmış-tı. Bununla İslâm ordusunun takviye kuvvet alarak sayısının arttığı görünümü verilecek ve düşmanın saldırı niyetinden vazgeçmesi sağlanmış olacaktı. Hz. Mu-hammed’in Uhud Savaşı sonrası bu takip harekâtı taktiğini, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Kurucusu ve İstiklâl Savaşımızın başkomutanı Mustafa Kemal Atatürk, yüksek askerî dehasıyla değerlendirmiş ve Hz. Peygamber’i, ‘cezbeye tutulmuş sö-nük bir derviş’ gibi tanımlayan bir yazarı, Türk Tarih Kurumu’ndan uzaklaştırarak bu konuda şu dikkat çekici sözleri söylemiştir:
"Hz. Muhammed’i bana, cezbeye tutulmuş sönük bir derviş gibi tanıttırmak gayretine kapılan bu gibi cahil adamlar, onun yüksek şahsiyetini ve başarılarını asla kavrayamamışlardır. Anlamaktan da çok uzak görünüyorlar. Cezbeye tutul-muş bir derviş, Uhud muharebesinde en büyük bir komutanın yapabileceği bir plânı nasıl düşünür ve tatbik edebilir? Tarih, hakikatleri tahrif eden bir sanat değil, belir-ten bir ilim olmalıdır. Bu küçük harpte bile, askerî dehası kadar, siyasî görüşüyle de yükselen bir insanı, cezbeli bir derviş gibi tasvire yeltenen cahil serseriler, bizim tarih çalışmamıza katılamazlar. Hz. Muhammed bu harp sonunda çevresindekilerin direnmelerini yenerek ve kendisinin yaralı olmasına bakmayarak, galip düşmanı takibe kalkmamış olsaydı, bugün yeryüzünde Müslümanlık diye bir varlık görül-mezdi."
Aynı taktiğin Mekke’nin fethi harekâtında da uygulandığını görüyoruz. Bu harekât esnasında Merru’z-Zahrân denilen yere gelindiğinde burada, Hz. Peygam-ber’in emriyle on bin ateş yakılmıştı.
e. Düşmanın Muhtemel Saldırılarını Düşünerek Karşı Tedbirler Almak: Hz. Peygamber Uhud savaşında, Uhud dağını arkasına almak suretiyle ordusunu harp nizamına koyduktan sonra, Abdullâh b. Cübeyr’in komutasında 50 savaşçı-dan oluşan bir "okçu birliğini (rumât)" Ayneyn tepesinde vaziyet almak üzere gön-dermiştir. Bunlar Zübeyr b. Avvâm komutasındaki küçük bir "süvari birliği (fürsân)" ile teşriki mesai edecekler, beraberce, yani bu küçük süvari birliği ve okçular, Uhud ile Ayneyn tepesi arasındaki geçidi bu suretle koruyacaklar ve düşmanın buradan İslâm ordusunun arkasına sızmasına engel olacaklardı.
f. Savaşta Parola Tespit Etmek: Klâsik meydan savaşlarında her iki taraf da birbirine iyice girdiği ve yakın vuruşma halinde oldukları için, yanlışlıkla kendi ar-kadaşlarını öldürmeleri mümkün ve muhtemeldir. Bunu önlemek amacıyla parola (şiâr) tespitine ihtiyaç duyulmuştur. Parola modern askerlikte de kullanılmaktadır.
Bedir savaşında Muhâcirler’in parolası, "Yâ Benî Abdurrahmân (Ey Abdur-rahmânoğulları)"; Hazreclilerin, "Yâ Benî Abdullâh (Ey Abdullâhoğulları); Hz. Pey-gamber’in ve bütün askerlerin ortak parolası ise, "Yâ Mansûr Emit (Ey Allah’ın yar-dımına erişen asker öldür)" sözleridir. İbn Hişam’ın verdiği bilgiye göre ise ortak parola, "Ahad Ahad (Allah bir, Allah bir)" sözleridir.
h. Mübâreze: Meydan savaşında karşı karşıya gelen tarafların, birbirlerinden teke tek dövüşmek için adam istemelerine mübâreze denir. Hz. Peygamber böyle durumlarda karşı taraftan adam istemiştir. Bu teklif düşman tarafından gelmiş , Hz. Peygamber de buna cevap olmak üzere adamlarını/erlerini mübâreze meyda-nına çıkarmıştır. Nitekim Bedir savaşında bu şekilde hareket edilmişti. Kureyş or-dusundan Utbe b. Rabî’a meydanına çıkarak, Müslüman ordusundan kendisi ile dövüşecek erler istemiş, buna karşı Ensârdan üç kişi çıkmıştır. Utbe bunları hakir görerek kabul etmemiş ve şöyle seslenmiştir : "Muhammed! Bize kendi kavmimiz Kureyş’e mensup kişilerden dengimiz olanları çıkar." Bunun üzerine Hz. Peygam-ber; Hamza b. Abdülmuttalib, Ali b. Ebî Tâlib ve Ubeyde b. el-Hâris’i çıkarmıştır. Utbe bunları kabul etmiş, Hamza ile Şeybe, Ali ile Utbe’nin oğlu Velîd, Ubeyde ile de Utbe mübârezeye tutuşmuşlardır. Mübârezeye çıkacak erlerin, Rasûlüllâh veya başkomutan tarafından seçildiği görülmektedir.
ı. Kuşatma Savaşı: Kuşatma savaşı mümkün veya müstahkem bir bölgenin düşman kuvvetleri veya İslâm ordusu tarafından kuşatılması şeklinde olmuştur. Hz. Peygamber zamanında, düşman kuvvetlerinin Medine kuşatmasını, İslâm or-dusunun ise Hayber ve Taif kuşatmalarını buna örnek verebiliriz. Hz. Peygamberin uyguladığı ilk kuşatma ise, Kaynuka Yahudilerinin ikamet ettikleri yurtlarında vu-ku bulmuştur. Rasûlüllâh Kaynuka Yahudilerini, antlaşmalarını bozmaları üzerine, kendi yurtlarında muhasara etmişti. Bu muhasara on beş gün sürmüş, neticede müttefikleri olan Abdullâh b. Übey b. Selûl’un araya girmesi üzerine kaldırılmıştır.
Hz. Peygamber Taif kuşatmasında, muhasara etmiş olduğu şehrin etrafında bulunan dikenli bitkilerin taze/yaş dallarını kestirmiş, gerek malzeme ve gerekse insanlar için giriş çıkışı imkânsız hale getirmek için surların uygun yerlerine bunları koydurtmuştu. Bunlar aynı zamanda âni bir gece baskınına veya başka türlü bir hücuma karşı da engel teşkil etmekte idiler.
i. Düşmana Sürünerek, Sıçrayarak ve Hücûm Hareketi ile Yaklaşmak (Zahf): Bu taktik Kur’ân’da şu şekilde geçmektedir: "Ey inananlar! İnkar edenler-le zahf halinde karşılaştığınız zaman, onlara arkanızı dönüp kaçmayınız."
Zahf: Küçük çocuğun, henüz yürümeye başlamadan önce karnı veya dizleri üzerine sürünerek ilerlemesi, çekirgenin sıçraya sıçraya ilerlemesi, bir ordunun harp kızışmadan önce yavaş yavaş veya hucûm emri ile diğerinin üzerine doğru ilerle-mesi..... manalarına gelmektedir.
Ayette geçen "zahf" kelimesinin sözlük anlamlarından da anlaşılacağı gibi, burada düşman üzerine üç türlü ilerleme şeklinden söz edildiği söylenebilir:
a-Sürünerek ilerleme: Vücudun mümkün olduğu kadar yere yapıştırılarak düşmana görünmeden ilerleme hareketidir. Alçak sürünme ve yüksek sürünme ola-rak iki şekilde uygulanır.
b-Sıçrayarak ilerleme: Bulunulan mevziden diğer bir mevziye sıçrama yapa-rak süratli bir şekilde ilerleme şeklidir.
c-Hücum hareketi ile ilerleme: Düşman üzerine, komutanın vereceği emre göre yavaş yavaş veya süratli bir şekilde topyekün ilerleme şeklidir.
k. Durum Muhakemesi ve Danışma (İstişare): Hz. Muhammed "kurmay he-yeti" diyebileceğimiz komutanlarına uygulanacak harp taktiği konusunda danışmış ve onların fikirlerine değer vermiştir. Uhud savaşına girmeden önce, düşmanın şe-hirde mi yoksa şehrin dışında mı karşılanacağı ile Bedir savaşı sırasında ka-rargâhın nerede kurulacağı ve savaş esirlerine uygulanacak muamelenin ne ola-cağı hususlarında yapılan müzakereler buna örnek teşkil etmektedir.
l. Propaganda ve Soğuk Harb: Hz. Peygamber, harbin hile (hud’a) olduğunu beyan etmişti. Buraya kadar tespit ettiğimiz ve kaydettiğimiz yanılma, şaşırtma, ani baskın gibi diğer taktiklerinde de bu özellik kendini göstermektedir.
"Harb hiledir" anlayışı ve prensibi için Uluslararası Harp Kanunları’na bakıl-dığında şu hususlarla karşılaşılır:
"Savaşan devletin her türlü hileye başvurması uygun görülen bir noktadır. An-cak bu hile ile hıyanete baş vurulmamalıdır. Harp hileleri arasında şunlar gösterile-bilir: Savaşan taraflar aldatıcı manevralara girişebilirler. Düşman tuzağa düşürüle-bilir, yanlış bilgi verilebilir. Uygulanacak her türlü psikolojik etkenler ve maneviyat kırıcı propagandalar yapmak üzere kiralık casuslar ve yardımcı araçlar kullanılabi-lir."
Hz. Peygamber Hendek Savaşı’nda propaganda ve soğuk harp yoluna baş-vurdu. Kuzey Arabistan kabilelerinden Eşcâlar’ın bir mensubu ve henüz İslâm’ı ka-bul ettiği herkes tarafından bilinmeyen, kabilesiyle beraber Hendek Muhâsarası’na gelmiş ve o esnada Müslüman olan Nu’aym b. Mes’ûd’u, Medîne’deki Yahudilerle Mekke Kureyşlileri arasında aldatmak ve yanlış bilgi vererek propaganda yapması suretiyle düşmana göndererek bu taktiği uygulamıştır. Mezkûr propaganda ile Ku-reyşliler arasında şüphe tohumlarının ekilmesine cidden muvaffak olunmuş, bu suretle, Kurayzâlılar’la müttefiklerinin arası soğumuş ve işbirliği etme işi de suya düşmüştür.
5. Ordunun Muhârebe Düzeni
a. Beşli Düzen: Gerek hareket halinde, gerekse savaş halindeki büyük ordula-rın ta’bie şekli (askerî kuvvetleri yerli yerine koyup hazırlama) Araplar’ın ‘el-hâmîs’ dedikleri beşli düzendi. Beşli düzende, merkezde baş komutan ve muhâfız birlikleri bulunur ve bu kısma kalb denirdi. Merkezin sağında yer alan birliklere sağ kanat (meymene), solunda yer alan birliklere sol kanat (meysere), önde bulunan birliklere öncü (mukaddime), arkadan gelen birliklere ise ardçı (sâka, muahhire) birlikleri adı verilirdi. . Bu düzen câhiliye devri ordularında da vardı. Hz. Peygamber’den son-raki devirlerin İslâm ordularında da aynı şekil korunmuştur.
b. Saf Düzeni : Hz. Peygamber hamîs düzeni içinde yer alan askerlerini aynı düzeni koruyarak, savaş anında saflar halinde tertip ve tanzim ederdi. Kur’an’da da tavsiye edilen bu usul, cahiliye devri Araplar’ınca bilinmeyen, Hz. Peygam-ber’in uyguladığı yeni ve orijinal bir şekildir diyebiliriz. Kaynaklar bu konuda şu bilgiyi vermektedirler: “Hz. Peygamber Bedir’de ordusunu saf nizamına sokarak teftiş etti.” “Hz. Peygamber Uhud’da ordusunu saf nizamına koydu. Beri gel, ileri git diyerek safları düzeltti. Omuzları bir hizaya getirdi. Sağ ve sol kanadı tertip ve tanzim etti.”
İbn Haldun saf tertibinde yapılan savaşa “nizâmî kıtâl” adını verekek şöyle der: “İlk zamanlar İslâm’daki harplerin hepsi nizâmî (saf şeklinde) idi. Gerçi daha önce Araplar vur-kaçtan başka bir şey bilmezlerdi. Ama iki sebep onları nizâmî savaşa sevk etti: Birincisi, düşmanlarının nizâmî harp etmesi, onları da düşmanları gibi nizâmî bir şekilde savaşmaya zorlamıştı. İkincisi ise, savaş alanında sabır ve metânet göstermeye rağbet etmeleri ve kalplerinin imanla dolu olması sebebiyle, yaptıkları cihadda seve seve can vermek istiyorlardı. Nizâmî savaş can feda etme-ye daha uygun bir durumdu. Onun için vur-kaça tenezzül etmemişler ve er gibi vu-ruşmuşlardı.
D. ORDUNUN DONATIMI
1. Bayrak ve Sancaklar
Hz. Peygamber Medine’ye hicretinin yedinci ayından itibaren teşkil ettiği ilk seriyye ve gazveler için sancaklar(liva’lar) bağlamıştır. Bunların rengi beyazdır (livâ ebyaz). Peygamber ilk sancağı (livâ), hicretin yedinci ayında, amcası Hamza b. Abdülmuttalib’in komutasında teşkil ettiği 30 kişilik birlik için bağlamıştır. Sancağı Ebû Mersed Kennâz b. El-Huseyn el-Ğânevi taşımıştır. İbn Hişâm’da bu sancak “râye” adıyla geçmektedir. Rasûlüllah’ın ilk gazvelerinden Buvât Gazvesi’nde beyaz livâyı Sa’d b. Ebî Vakkâs taşımıştır. Bedir Savaşı’nda Hz. Peygamber’in ordusunda birden fazla “livâ” ve “râye” vardır. Uhud Savaşı’nda Hz. Peygamber üç tane mızrak istemiş ve bunlara üç ayrı livâ bağlamıştır.
Hz. Peygamber dönemindeki bütün savaşlarda “livâ” yahut “râye” adı ile anı-lan bayrak ve sancaklar ve bunları taşıyan bayraktar ve sancaktar bulunmuştur. Hayber’in fethine kadar daha çok livâya, bazen de râyeye rastlarız. Hayber’in fet-hinde ise çok sayıda livâlar ve râyeler vardır. İbn Sa’d, Hz. Peygamber’in Hay-ber’de muhtelif râyeler (râyât) dağıttığını, Hayber’den önce râyenin kullanılmadı-ğını, fakat sadece livâların bulunduğunu yazmaktadır. Aynı yazar Hayber’de Peygamberin siyah renkte râye’sinin, zevcesi Âişe’ye âit bir kaftan veya sırt atkı-sından (bürd) biçilip dikildiğini ve bu râyenin “ukâb” adını taşıdığını kaydetmekte-dir.
Kaynakların savaşlarda livâ veya râye çekilmesiyle ilgili olarak verdikleri bu bilgilerden şu sonuca varabiliriz: Hayber’den önce livâ da, râye de aynı anlamda kullanılmıştır. Hayber’in fethinde ise râye teknik manada livâdan ayrı tutulmuştur. Hamidullah’ın da dediği gibi, ancak bu Hayber savaşındadır ki, ordu komutanı-nın livâ çekme hakkını ve orduya mensup her bir birliğin de râyeye sahip olma hakkını elde ettiğini söyleyebiliriz.
2. Ordunun Lojistiği
Orduya yiyecek, içecek, giyim, hayvan ve silâh desteği teminine ordunun lojis-tiği veya lojistik destek denir. Askerin muharebe eğitimi ve öğretimi ile kazandığı savaşma gücü ve elde ettiği taktik bilgiler yanında, onun kadar hatta daha da önemli olanı, onun yeme, içme ve barınmasını, hayvan ve silâhını en iyi şekilde sağlamaktır.
Orduların savaş alanında, silâh, yiyecek ve içeceğe (erzâk) olduğu kadar mu-harebe hayvanlarına da ihtiyaçları vardır. Düşman karşısında atlı, yayadan daha etkin ve daha üstün muharebe gücüne sahiptir. Bu yüzden Hz. Peygamber dönem-leri de dahil olmak üzere bütün İslâmî dönemlerde, atlının ganimetten aldığı pay, yayanın aldığının bir katı daha fazla olmuştur. Sabit ücretlerde de aynı fark uygu-lanmıştır. Bu sebeple, İslâmî dönemlerin ordularında at ve deve süvâri birliklerine önem verildiğini söyleyebiliriz.
a. Deve: Deve, Arab’ın savaş hayatında olduğu gibi barış hayatında da temel direğidir; uzun seferlerinde yolu üzerindeki çölleri onun yardımıyla aşar; onun etini yer, sütünü içer, yününden ördüğü kilimlerle çadırını kurar, derisinden de kalkanını ve zırhını yapar. Arap, deveyi savaş için eğitir, yetiştirir ve üzerinde savaşır; silâhlı hücûmdan onunla bir koruma engeli oluşturur.
Hz. Peygamber bütün savaşlarında deveyi nakil ve muharebe aracı olarak kullanmıştır. Bedir Savaşı’nda Hz. Peygamber’in yetmiş kadar devesi, bunun ya-nında ise sadece iki atı vardı. Bunun gibi Huneyn Savaşı’nda da askerlerinin çoğu develere binmişlerdi.
b. At: Araplar cahiliye döneminden beri atlarıyla övünmüşler, atlarının neseb-lerini (soy kütüğünü) tutmuşlar, sahibi oldukları atların soylarının temizliğine dikkat etmişler, kendi nesebleri ile ilgili olarak yaptıkları gibi, onlar hakkında da kitaplar telif etmişlerdir. Bütün bunlar, atın "meydanın efendisi" olması, açık arazide vur-kaç savaşına imkân vermesi, sırtının binene sığınak olması, savaş alanındaki ma-nevra kabiliyeti, geri çekilme esnasında kaçış imkânı sağlaması, savaş sonrası ga-nimet taksiminde, biri atı biri de kendisi için olmak üzere sahibine (râkibine) iki pay kazandırması gibi özelliklerinden kaynaklanmaktadır.
c. Yiyecek, İçecek ve Silâh: Hz. Peygamber zamanında, ilgili bahsinde de be-lirttiğimiz gibi, eli silâh tutan ve gücü yeten bütün Müslümanlar asker sayılıyordu. Onlar nefislerini, Hz. Peygamber’e yardıma ve talim ettiği dinin neşrine adamışlardı. Herkes kendini savaşa hazırlıyor; devesini, atını ve silâhını kendisi satın alıyor ve savaşa çıktığı zaman da eşyasını ve azığını yanında ve sırtında taşıyordu. Malı-nın fazlasını bu uğurda harcıyordu. "Ey iman edenler! Sizi elim bir azaptan kur-taracak bir ticareti size göstereyim mi? Allah’a ve Rasûlü’ne iman edip, malla-rınız ve canlarınızla Allah yolunda cihâd edersiniz." ayetine göre hareket edi-yordu.
Önemli gazvelerde, zengin sahâbîler mallarının hepsini veya bir kısmını, at, deve, silâh, erzâk ve harp malzemesi satın almak için sarf ediyorlardı. Talha b. Ubeydullâh muhtelif gazvelerde bu şekilde teberrûda bulunmuş ve bu yüzden Rasûlüllâh kendisine, "Talhatü’1-Hayr, Talhatü’l-Cûd" ismini vermişti. Hz. Os-man, Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir, Abdurrahman b. Avf ve diğer bazı Sahâbîler de Tebûk Gazvesi için asker donatımında, bu şekilde hareket etmişlerdi. Kadınlar da takılarını bu amaçla Rasûlüllâh’a takdim etmişlerdi. Bunlara ilaveten Rasûlüllâh, İslâm ordusunu donatmak ve beslemek için devlet bütçesinin kifayet etmediği dö-nemlerde, zaman zaman gayri müslimlerden silâh ve eşyâ (emvâl) ödünç alıyor-du.


3. Ordunun Çeşitli Silâhları
Hz. Peygamber dönemi ordularının kullandığı silâhlar ile diğer muharebe araç ve gereçlerini, savaştaki özelliklerine göre, çeşitli şekillerde sınıflandırmak müm-kündür. Biz bu silâhları, ağır silâhlar ve hafif silâhlar olmak üzere ikiye ayırarak inceleyebilirdik. Fakat kendimizce daha iyi bulduğumuz başka bir sınıflandırmayı tercih ettik ve bu silâhları uzak ve yakın mesafe atıcı silâhları, kesici silâhlar, dürtü-cü silâhlar, vurucu silâhlar ve koruyucu silâh, araç ve gereçler olmak üzere beş kıs-ma ayırarak inceledik.
a. Uzak ve Yakın Mesafe Atıcı Silâhları: Hz. Peygamber’in düzenlediği ordu-larda uzak ve yakın mesafe atıcı silâhları olarak ok ve yay, demir veya çelikten yapılan koçbaşı ile mancınık ve arrâde kullanılmıştır.
b. Kesici Silâhlar: Hz. Peygamber döneminde kesici silahlar olarak kılıç ve hançer kullanılmıştır.
c. Dürtücü Silahlar: Dürtücü silah olarak sadece mızrak (er-Rumh, el-harbe, en-neyzek, el-aneze, el-mızrak, el-mıtrad) kullanıldığı belirtilmektedir.
d. Vurucu Silahlar: Hz. Peygamber’in düzenlediği ordularda vurucu silah ola-rak, demirden yuvarlak biçimde yapılan ve kısa bir sapı bulunan topuz ile, yine demirden yapılan ve iki tarafı keskin olan balta kullanılmıştır.
e. Koruyucu Silahlar: Bu dönemde koruyucu silah olarak başta kalkan ve zırh olmak üzere, zırhın bir bölümünü oluşturan ve başa konan kısmı miğfer, kuşatma savaşlarında mancınığın yaptığı işi tamamlayan zabr veya debbâbe ile savaş nakliye vasıtaları ve binek hayvanları olarak kullanılan at ve develerin ve aynı zamanda insanların hücumunu engelleyen dikenli teller kullanılmıştır.

SONUÇ
Hz. Peygamber döneminin askerî teşkilâtını gücümüz nispetinde ortaya çı-karmaya çalıştığımız bu araştırmamızda, yaptığımız tespitleri ve vardığımız so-nuçları şu şekilde sıralayabiliriz:
Hz. Peygamber döneminde askerî hizmetin hem gönüllülük ve hem de zorun-luluk özellikleri arz ettiği görülür.
Çok sayıda Kur’an âyeti, devamlı-muvazzaf ordu olarak kabul edilen Müs-lüman nüfusa, gerektiği zamanlarda, savaş için teşkil edilen ordulara katılma yü-kümlülüğü getirmiştir. Ayrıca Mekke’nin Fethi’nden sonraki dönemde, İslâmiyet’in egemen olduğu topraklar üzerinde Müslüman nüfusun artması neticesinde Hz. Pey-gamber, savaş işleriyle ilgilenecek, bilgi ve becerisiyle savaşın ağırlıklarını yüklene-cek ayrı bir topluluk (kıta, birlik, ordu) hazırlama imkânı bulmuştur.
Hz. Peygamber zamanında askere alma işlemi, savaş için teşkil edilen orduya, çağrıya (en-nefir) uyarak bizzat gelip katılmak suretiyle gerçekleşmiştir. Bu iş için bir kayıt kütüğü açılmış ve her aday ismini ve hatta adresini buraya yazdırmıştır:
Askerî birliklere komutanlar atanmıştır. Komutan adaylarında, İslâm’ı kabul ve ona hizmette öncelik ve tecrübe, savaş sanat ve tekniği, cesaret ve Allah korku-su, yiğitlik, zekâ, iyi idare, bilgi birikimi şartları aranmıştır.
Ordu birlikleri kullandıkları silahlar ve gördükleri hizmetlere göre sınıflara ay-rılmıştır. Bunlar atlılar, deve süvarileri, yayalar, okçular, sağlık, istihbârat, levâzım ve istihkâm hizmeti görenler; mancınıkçılar, elçi, İslâm’a davetçi, vâzi’, sâka, sâî, ordu kadısı ve vâiz gibi personel hizmeti yapanlardan oluşan sınıflardır.
Komutan rütbeleri, arîf, nakîb, vâzi ve hâdî olmak üzere belirli bir düzeni takip etmektedir. Askerler hazarda savaşa hazırlama eğitimi, seferde ise muhârebe eğiti-mi almışlardır. Ata binme ve ok atma eğitimi yapmışlardır. Komutanlar askerî ha-rekâtta, bilhassa harp hukuku, ordunun intikâli, takip edilecek strateji ve uygulana-cak taktikler hususunda talimatlar ve yazılı emirler yoluyla eğitim ve öğretim gör-müşlerdir. Bu tür eğitim ve öğretim için belirli bir müessese bulunmamaktadır. As-kerlerin moral eğitimine de önem verilmiştir. Cephede savaşa hazır birlikler, modern ordulardaki resmî geçitlerde olduğu gibi, teftiş için savaşı sevk ve idare eden komu-tanın emir ve görüşlerine arz edilmiştir.
Kıta intikalleri esnasında emniyet tedbirleri alınmış, keşif kolları ve devriye birlikleri çıkarılarak uzak keşif yapılmıştır. Düşmanın harekâtı hakkında bilgi top-lanmış ve bu bilgiler değerlendirilmiştir. Bazı seferlerde gizliliğe riâyet için herkesin bildiği yolların dışında başka yollar izlenmiştir. Gerektiğinde bu yolları çok iyi bilen yol kılavuzları tutulmuştur. Harekât hakkında devlet merkezinde genel komutana bilgi sunulmuştur. Askerleri yorgun düşürmeyecek bir seyir takip edilmiştir. Muhare-be esnasında olduğu gibi intikâl esnasında da askerî disiplin sağlanmıştır.
Hz. Peygamber döneminde yürütülen taarruzî harekât, hep savunma amacına yönelik tedâfuî harekât olarak değerlendirilebilir. Bölgedeki Müslüman varlığını imhâ etmeyi kasteden ve bu amaçla saldıran düşmana, bu varlığı savunma ve ko-ruma maksadıyla karşı çıkılmıştır. Bu karşı harekât yürütülürken de bir harp pren-sibi olarak taarruzî harekât takip edilmiştir.
Muharebe taktikleri olarak, harekâtın hedefi gizli tutulmuş, ikmâl yollarını kesmek suretiyle düşman zayıf düşürülmüş, muhârebe alanında karargâh kurul-muş, düşmanın gözü korkutularak caydırılmaya çalışılmış, düşmanın muhtemel saldırıları düşünülerek karşı tedbirler alınmış, savaşta parola tespit edilmiş, mübâreze uygulanmış, kuşatma savaşı yapılmış, hendeklere gizlenen düşman vur-kaç usûlu ile savaş alanına çekilmiş, arkasına dağı alarak düşmana karşı harekete geçilmiş, düşmana sürünerek, sıçrayarak ve hücum harekâtı ile yaklaşılmış (ez-zahf), kuşatma savaşında düşman ordusunu şehrin dışına çekip hafif çarpışmalar-la meşgul ederek, bulunabilen gizli bir yoldan başka bir birlik gönderilip şehir fethe-dilmiş, durum muhakemesi ve danışma yapılmış (el-istişâre), propaganda ve soğuk harp (el-hud’a) uygulanmıştır.
Ordular intikâl esnasında beşli düzende (el-hamîs) tertip edilmiş, muhârebe es-nasında ise bu tertip sağ kanat (el-meymene), sol kanat (el-meysere) ve merkez (el-kalb) olmak üzere üçe indirilmiştir. Hz. Peygamber bu düzende yer alan askerlerini aynı düzeni koruyarak savaş esnasında saflar tertip ve tanzim etmiştir.
Genel harp prensiplerinden; kitle (el-haşd), kuvvet tasarrufu (el-iktisâd fi’1-cehd), baskın (el-mubâğate), taarruz (et-taarruz), manevra (el-mürîne), emniyet (el-emn), komuta birliği (et-teâvün), hedef (ihtiyâru’l-kasd ve idâmetüh) ve basitlik uy-gulanmıştır.
Orduda bayrak ve sancaklar ve bunları taşıyan bayraktar ve sancaktarlar vardır. Askerlerin yeme-içme, giyim ve barınması, hayvan ve silahı en iyi şekilde sağlanmıştır. Hz. Peygamber zamanında koşu müsabakaları ve atış talimleri ya-pılmış, Peygamber bunları teşvik etmiş ve bazılarına da bizzat iştirak etmiştir. Böl-ge askerî üslerinde atlı kuvvetler bulundurulmuş, buralardaki atların yetiştirilmesi, bakım ve tedavilerine önem verilmiştir.
Orduda uzak ve yakın mesafe atıcı silahları olarak ok ve yay, mancınık, arrâde ve koçbaşı; kesici silahlar olarak topuz ve balta; koruyucu silâh, araç ve gereçler olarak da kalkan, zırh, miğfer, debbâbe ve dikenli teller kullanılmıştır.
-----------------------------
Genel olarak harbin anlamı, iki veya daha çok devletin silâhlı kuvvetleri arasında, mevcut barışı sağlayan temellerden biri sarsıldığı zaman, başgösteren çatışmadır. Mahmûd Şît Hattâb, Komutan Peygamber, çev. Ahmet Ağırakça, İstanbul, 1988, 17, 1 No’lu dipnot.
Hacc, XXII, 39-40.
İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebevivye, Mısır, 1936, II, 240, 245 vd.
Muhammed Hamîdullâh, İslâm Peygamberi, çev. Salih Tuğ. İstanbul, 1980, I, 237.
Hacc, XXII, 39; İbn Hişâm, II, 248-52.
Bakara, II, 256.
Enfal, VIII, 60.
Enfal, VIII, 61.
Bakara, II, 208.
İbn Hişâm, II, 257; İbn Sa’d, et-Tabâkâtü’l-Kübrâ, Tarihsiz, II, 12; Hamîdullâh, İslâm Peygam-beri, II, 1053,
İbn Hişâm, IV, 167; et-Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, Beyrut, Tarihsiz, III, 145.
İbn Sa’d, II, 27.
İlgili ayetler için bak. Nisa, IV, 71-77, 95; Maide, V, 35; Enfal, VIII, 15-16, 39, 65; Tevbe, IX, 36.
İbn Hişâm, IV, 182-87, 205-45; İbn Sa’d, I, 291-359.
Tevbe Suresi, Mekke’nin Fethi’nden sonra vuku bulan Tebûk Seferi ile ilgili olarak nazil olmuş-tur. Bak. Abdülfettâh el-Kâdî, Esbâbü’n-Nüzûl ani’s-Sahâbe ve’l-Müfessirîn, Beyrut, Tarihsiz, 118 vd.
Tevbe, IX, 122.
İlgili ayetler için bak. Tevbe, 91-96, Ayrıca bak. Süleyman Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, İstanbul, 1989, III, 120 vd., 127.
Müslim, 33/38-39 (III, 1507-08), Nr. 138-39; Ebû Dâvûd, 9/12-18 (III; 18, 22), Nr. 2496; et-Tirmizi, 38/53, 63 (IV, 599, 608), Nr. 2392. Müslim, İmâre, 137-138; Tirmizi, Fedâilü’l Cihad, 6; Ebû Davud, Cihad, 20; Nesaî, Cihad, 44.
Buhâri, Cihad, 38; Müslim, İmâre, 135-136.
İbn Sa’d, II, 12.
et-Taberî, III, 101 vd.
el-Ya’kûbî, Tarih, I-II, Beyrut, 1960, II, 58.
Subhî es-Sâlih, İslâm Mezhepleri ve Müesseseleri Tarihi (en-Nüzû’l-İslâmiyye), çev. İbrahim Sarmış, İstanbul, 1983, 371; Abdurraûf Avn, el-Fennu’l-Harbî fî Sadri’l-İslâm, Mısır, 1961, 85.
el-Vâkıdî, Kitâbu’l-Meğâzî, Thk. Marsden Jones, I-III, Kahire, 1965 baskısından ofset, Beyrut, 1984, I, 215 vd.; el-Halebî, İnsânü’l-Uyûn fî Sîreti’l-Emîn ve’l-Me’mûn, Beyrut, 1980, II, 493.
İbn Hişâm, III, 70; es-Süheylî, er-Ravdu’l-Unuf, Kahire, 1967, V, 426.
İbn Hişâm, A.y.; es-Süheylî, V, 426 vd.
Tevbe, IX, 122.
Avn, Abdurraûf, el-Fennu’l-Harbî fî Sadri’l-İslâm, Mısır, 1961, 89 vd.
Hasan, Hasan İbrahim ve Ali İbrahim Hasan, en-Nuzûmü’l-İslâmiyye, Kahire, 1939, 237.
İbn Sa’d, II, 6 vd.
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fî’t-Târîh, Beyrut, 1965, II, 499; Hasan, 237; Subhî es-Sâlih, İslâm Mez-hepleri ve Müesseseleri Tarihi (en-Nüzû’l-İslâmiyye), çev. İbrahim Sarmış, İstanbul, 1983, 372.
İbn Hişâm, IV, 15.
Hadid, LVII, 10.
 Buhari, Cihad, 157, Menakıb, 25; Müslim, Cihad, 18; Ebû Davud, Cihad, 92; Tirmizi, Cihad, 5; İbn Mâce, Cihad, 28.
es Suyutî, Târîhu’l-Hulefâ, Mısır, 1952, 41.
es-Suyûtî, A.y.; en-Nüveyrî, Şihâbüddîn, Nihâyetü’l-Ereb fî Fünûni’l-Edeb, Kâhire, Tarihsiz, VI, 152.
İbn Sa’d, III, 517.
İbn Hişâm, IV, 162; İbn Sa’d, II, 166.
el-Buhârî, Cihad 65, 56/65,68 (III, 221 vd.) Nr.1.
Muhammed Hamidullah, Hz. Peygamber’in Savaşları ve Savaş Meydanları, Türkçe’ye çev. Salih Tuğ, İstanbul, 1981, 232.
Sa’d, II, 10.
Geniş bilgi için bak: İbn Sa’d, II, 11 vd., 27, 31, 35; Hamidullah, Hz. Peygamber’in Savaşları, 227-51.
et-Taberî, IV, 87.
İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Beyrut, 1966, III, 670; el-Kettânî, Nizâmü’l-Hükûmeti’n-Nebeviyye el-Müsemmâ et-Terâtibü’l-İdâriyye, Beyrut, Tarihsiz, I, 235.
İbn Hişâm, II, 85.
Hamîdullâh, İslâm Peygamberi, II, 1054; ay. mlf, Hz. Peygamberin Savaşları, 173.
Mahmûd Es’ad Seydişehrî, Târîh-i Dîn-i İslâm, Nşr. Ahmed Lütfi Kazancı-Osman Kazancı, İstanbul, 1983, 566.
el-Vâkıdî, I, 259.
Âl-i-İmrân, III, 125.
İbn Sa’d, II, 16.
İbn Sa’d, A.y.
Enfâl, VIII, 41.
İbn Hişâm, II, 296; İbn Sa’d, II, 18 vd.; et-Taberî, II, 286.
İbn Hişâm, a.y.; Hz. Peygamber ve Hz. Ömer zamanında, savaşlarda elde edilen ganîmetlerin askerler arasında paylaştırılması ve bu arada fethedilen toprakların durumu (fey’, ganîmet) hakkında bak., Mustafa Fayda, Hz. Ömer Zamanında Gayr-ı Müslimler, İstanbul, 1989, 7-26.
et-Tirmizî, 24/22 (IV, 205), Nr. 1699.-Tirmizi, Cihad, 22.
et-Tirmizî, 23/11 (IV, 174), Nr. 1637-Tirmizi, Fedâilül-Cihad, 11; Ebû Davud, Cihad, 23.
İbn Hacer, el-İsâbe fî Temyîzî’s-Sahâbe, Thk. Ali Muhammed el-Becâvî, Kahire, 1970-72, III, 569.
el-Hindî, Kenzü’l-Ummâl Süneni’l-Akvâl ve’l-Ef’âl, Haleb, Tarihsiz, IV, 101.
Araf, 12.
et-Tirmizî, Siyer, 47 (1666). 22/48 (IV, 161 vd.), Nr. 1618; Ayrıca bak., İbn Sa’d, II, 126; et-Taberî, I, 246; el-Halebî, II, 787.
İbn Hişâm, II, 279.
İbnü’l-Esîr, II. 58.
İbn Sa’d, II, 39; et-Taberî, III, 12 vd.
İbn Sa’d, II, 12.
İbn Hişâm, II, 278; İbn Sa’d, II, I5; İbn Hanbel, V, 420.
Hamîdullâh, Hz. Peygamber’in Savaşları, 135.
el-Vâkıdî, II, 445, 490 vd.; İbn Sa’d, II, 66, 69-71.
İbn Kesir, A.e., III, 469; es-Süheylî, V, 16; el-Halebî, II, 788.
el-Vâkıdî, II, 764 vd.; İbn Hişâm, IV, 30.
İbn Hişâm, II, 252 vd.; İbn Sa’d, II, 10 vd.
el-Vâkıdî, II, 796; İbn Hişâm, IV, 39; et-Taberî, III, 113.
İbn Sa’d, II, 133; İbn Seyyiddî’n-Nâs, `Uyûnu’I-Eser fî Fünûnî’l-Meğâzî ve’ş-Şemâil ve’s-Siyer, Beyrut, Tarihsiz, II, 161; el-Halebî, III, 206 vd.
İbn Sa’d, II, 7.
İbn Abdi Rabbih, I, 127.
Hamîdullâh, Hz. Peygamber’in Savaşları, 70.
İbn Hişâm, II, 272; İbn Sa’d, II, 15, III, 567; et-Taberî, II, 276 vd.; İbnü’I-Esîr, II, 57 vd.
İbn Hişâm, II, 273, 276, 280; İbn Sa’d, II, 15; et-Taberî, II, 281; İbnü’l-Esîr, II, 58; İbn Sey-yiddî’n-Nâs, II. 258.
İbn Hişâm, II, 271 vd.
Bak. el-Vâkıdî, II, 643; el-Halebî, II, 731; Hamîdullâh, Hz. Peygamber’in Savaşları, 70.
İbn Sa’d. II, 49; İbn Sevyiddî’n-Nâs, II, 38.
Lâiklik ve Atatürk’ün Lâiklik Politikası, Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüd Başk., Anka-ra, 1980, 50-51.
el-Vâkıdî, II, 814; İbn Sa’d, II, 135; İbn Seyyiddî’n-Nâs, II, 168.
İbn Hişâm, III, 70; İbn Sa’d, II, 39 vd.
İbn Sa’d, II, 14.
İbn Hişâm, II, 287.
İbn Hişâm, II, 277.
İbn Hişâm, A.y.
İbn Hişâm, III, 50.
İbn Sa’d, II, 157.
Enfâl, VIII, 15.
ez-Zebîdî, Tâcu’l-Arûs, Mısır, 1306, `Zahf Md.’, VI, 124; İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, Beyrut, 1970, ’Zahf Md.’, II, 129-30; Ateş, III, 495 .
Zeki Duman, "Kur’ân-ı Kerim’de Muharebe ve Zafere Götüren Etkenler," E.Ü.İ F.D., sy. 1, Kayseri, 1983, 184 vd.
İbn Sa’d, II, 38.
İbn Hişam, II, 272; İbn Sa’d, III, 467 vd.; et-Taberî, II, 276 vd.
İbn Hişam, II, 295; el-Halebî, II, 446 vd.
Hattâb, 153.
İbn Hişâm, II, 240 vd.; İbn Sa’d, IV, 278.
İbnHişâm, II, 264; et-Tirmizî, 22/3( IV, 121), Nr. 1550; es-Süheylî, VI, 551.
es-Süheylî, A.y.
Saff, LXI, 4.
İbn Hişâm, II, 278; İbn Sa’d, II, 15.
İbn Sa’d, II, 39.
İbn Haldûn, Kitâbü’l-Iber ve Dîvânü’l-Mübtede’ ve’l-Haber fî Eyyâmi’l-Arab ve’l-Acem ve’l-Berber, Beyrut, 1971, I, 226.
İbn Sa’d, II, 6,10.
İbn Sa’d, II, 6.
İbn Hişâm, II, 241.
el-Halebî, II. 348. Müellif el-Halebî, livânın savaşta taşınan bir bayrak (el-alem) olup, komuta-nın bulunduğu yeri gösterdiğini ve bu bayrağı komutanın taşıdığını kaydetmektedir. Bak. A.e., A.y.
Bak. İbn Sa’d, II, 14; İbn Hişâm, II, 264; et-Taberî, II, 272; es-Süheylî, V, 88 vd.; İbn Sey-yiddî’n-Nâs, I, 246.
İbn Sa’d, II, 39 vd.; İbn Hişâm, III, 77 vd.; es-Süheylî V, 425.
İbn Sa’d, II, 106.
İbn Sa’d, A.y.
Hamîdullâh, Hz. Peygamber’in Savaşları, 285.
İbn Hişâm, IV, 87.
İbn Sa’d, II, 110; et-Taberî, III, 58, 187; İbnü’l-Esîr, II, 77; Bazı müelliflere göre bu pay, ikisi at, biri de binicisi için olmak üzere üçtür. Bak. Avn, 276.
Saff, LXI, 10.
el- Halebî, II, 251.
İbn Haldûn, II, 244; el-Halebî, III, 148.
Avn, 126.
Enfal, VIII, 60; el-Hindî, IV, 101; İbn Hacer, II, 235; en-Nüveyrî, a.y.
İbnü’I-Esîr, II, 180.
İbn Hişâm, IV, 126; et-Taberî, III, 139; İbnü’l-Esîr, II, 266; el-Halebî II, 733, III, 48; el-Makrızî, İmtâu’l-Esmâ, Kahire, 1941, I, 312’den naklen Hamîdullâh, Hz. Peygamber’in Savaşları, 221; Corci Zeydân, Medeniyet-i İslâmiye Tarihi, çev. Zeki Meğâmiz, Dersaâdet, 1328, I, 168.
Geniş bilgi için bak. en-Nüveyrî, VI, 202-14; İbn Hacer, III, 569; İbn Kuteybe, Uyûnu’l-Ahbâr, Kâhire, 1925, I, 130.
İbn Hişâm, IV, 88 vd.
en-Nüveyrî, VI, 24-26.
Avn, 154 vd.
Avn, 155.
en-Nüveyrî, VI, 240.
Ayrıntılı tarifler için bak. İbn Sa’d, II, 29; en-Nüveyrî, VI, 241 vd.; es-Sâlih, 376.
en-Nüveyrî, VI, 240.
es-Sâlih, 383.
İbnü’l-Esîr, II, 519; es-Sâlih, 377; Avn, 195 vd.