Makale

Farklı Boyutları ile Şiddet Algısı ve Şiddete Karşı Geliştirebileceğimiz Bir Bilinç Olarak Farkındalık

Nuran Erdoğruca
Ankara Üniv. İlahiyat Fak.

Farklı Boyutları ile
Şiddet Algısı ve Şiddete Karşı
Geliştirebileceğimiz Bir Bilinç Olarak
Farkındalık

İnsan psikolojisinde evrensel olarak varlığı kabul edilen en güçlü iki dürtüden biri olan saldırganlık ve onun sonucu oluşan şiddet, toplumda pek çok boyutuyla gözlemlenen bir olgu olarak, her daim karşımıza çıkmaktadır.
Evde, işyerinde, sokakta bir şekilde tecrübe etmekteyiz şiddeti. Bazen belki de hiç farkında olmadan; sözlerimizle, dinlediklerimizle, televizyon ekranlarında gördüklerimizle, kısacası her yerde şiddet konuk olmakta yaşamımıza.
Şiddet/violence genel tanımıyla bir kişiye güç veya baskı uygulayarak, onu iradesinin dışında bir davranışta bulunmaya zorlamaktır. Şiddet uygulama eylemleri zorlama, saldırı, kaba kuvvet kullanma, bedensel ve psikolojik acı çektirme şekillerinde olabilir. Dolayısıyla şiddet türleri şu şekilde sıralanabilir: Fiziksel, sözel, toplumsal, ilişkileri sınırlayıcı ekonomik vb. gibi birçok alt başlık altında değerlendirilebilir.
Diğer taraftan şiddetin tanımı kadar önemli olan bir diğer konu da, neyin şiddet sayılıp sayılmayacağı, yani "şiddet algısı" ile ilgilidir. Tutum ve davranışlar, kişilik tiplerine göre farklı algılayışlara sahip olabilmektedir. Kimileri, bazı tutum ve davranışı şiddet olarak görüp onunla mücadele ederken, diğer bazıları ise aynı tutum ve davranışı şiddet olarak görmemekte, yapılan davranışı veya söylenen bir sözü olağan olarak değerlendirmektedir. Ve söz konusu bu tutum ve davranışlara meşru bir zemin kazandırılmaktadır. Kısacası şiddetin yaşam içerisinde nasıl sunulduğu ve nasıl kabul gördüğüdür burada önemli olan. Şiddet eğer şiddet uygulayanlar ve ona maruz kalanlar tarafından meşru görülüyorsa, şiddet olmaktan çıkarak, bir alışkanlığa bile dönüşebilmektedir.
Peki, şiddet hangi nedenlere bağlı olarak ortaya çıkmaktadır? Bu soru farklı disiplinler tarafından araştırılmış, halen de araştırılmaktadır. Şiddetin insanın doğasında olduğuna yönelik varsayımlar mevcuttur. Hatta genlere bağlı olduğu düşünülmektedir. Fakat bu varsayımlar henüz kanıtlanmış değildir. Sosyal öğrenme kuramına göre de, diğer tüm davranışların öğrenildiği gibi, şiddetin de öğrenildiği ve aktarıldığı varsayılmaktadır. Şayet durum bu şekilde ise, hassas bir denge bulmak durumundayız. Bir yandan içimizdeki şiddeti bastıracak, diğer yandan ise şiddeti özendirmeyecek bir yol.
Yaşamımız, doğumdan ölüme değin sürekli bir öğrenme süreci ve bu öğrendiklerimizi bilgi ve davranış olarak aktarım şeklinde sürer. İşte bu süreç içerisinde, çocukluğumuzda büyüklerimizden davranışları alır ve kaydederiz. Bu süreçte büyüklerin davranışları bizlere hep doğru gelir. Yetişkinliğimizde de bizler artık örnek olmuşuzdur. işte öğrenme süreci olan bu yaşam iyiyi de kötüyü de öğretir bizlere. Bu açıdan sözlerimizle, davranışlarımızla, şiddet içeren yapılar hep aktarılır.
Doğaya bakıldığında en basit organizmalardan en karmaşığına değin bütün canlılar yaşamlarını sürdürerek ayakta kalabilmek için, sürekli bir mücadele içerisindedirler. En temel ihtiyaçlar olan yeme, içme, barınmadan; sevgi, hoşgörü, adalet ve estetik ihtiyaçlara değin bu hiyerarşi genişletilebilir. İşte bu ihtiyaçlardan yoksun bırakılmak ve yoksun kalmanın yarattığı huzursuzluk, günümüz toplumlarında yaşanan şiddetin bir boyutunu açıklayabilmektedir.
Aynı şekilde cinsiyet rollerimiz de bazen davranışlarımızı şekillendiren unsurlar olarak karşımıza çıkarlar. Buna göre erkeğin korku, çaresizlik, üzüntü gibi duygularını belli etmesini yetersizlik olarak gören ve kızgınlığın şiddet yolu ile ifade edilmesini erkeğe daha fazla yakıştıran kültürler, erkek saldırganlığını özendirir âdeta. Bu çeşit kültürler şiddet ve saldırganlığı erkeklere cesaret, güçlü olma, enerji, ataklık olarak görmekte, başarı ve üstünlük saymaktadır.
Bazen de şiddet bir telâfi, ya da bir sorun çözme aracı olarak da kullanılır. Ki bu, olay yaşandığı an açısından belki telâfi gibi görünebilir. Oysa süreçte olumsuz etkiler olarak ortaya çıkar. Çünkü şiddet hiçbir zaman çözüm değildir. Anı kurtarmak için yapılan tepkisel bir eylemdir. Şiddetin uygulandığı süreçte duygu, düşünce ve davranış beraber işlememektedir. Belki eylem vardır ama, sevgisiz bir eylem söz konusudur. Sevgiden beslenmeyen, ondan gücünü almayan eylem ise şiddet üretir. Diğer taraftan kişiler arası etkileşim ve iletişimde de bazen şiddet seçilen davranış olarak sergilenir. Bu iletişimde ifade edilen sözler, seçilen kelimeler, kazanç, güç, kontrol sağlama gibi amaçlara hizmet eder.
Şiddet konusunda belki de en önemli bir nokta da kişilerin başkalarına şiddet uygulayabildikleri gibi, kendilerine karşı da şiddet uygulayabilmeleridir. Bunu psikoloji bilimi mazoşizm ve sadizm olarak isimlendirir. Mazoşizm kişinin kendisine yabancılaşması ve bu yabancılaşmanın etkisiyle de kendisine rağmen eylemde bulunmasıdır. Diğer taraftan sadizm ise kişinin çevresindeki bireylere karşı gerek sözel gerekse fiziksel acı çektirmesidir.
’Şiddet güçsüzlüktür’ denir. Gerçekten de gücünün farkına varamadığı zaman mı kişi şiddete başvurur ve güçsüzlüğünü sergiler? Ya da bu durumdaki kişi aslında kendi ihtiyacını mı dillendirmektedir, şiddete baş vurarak, işte bunlar şiddete karşı farkındalık oluşturabilme ile ilişkili boyutlar olarak ele alınabilir.
İşte tam da bu noktada çözümümüz ne olabilir ki, şiddete karşı duyarlı olabilelim? işte bunun adına farkındalık adını veriyorum.
Farkındalık, bireyin kendisi ve çevresi ile ilişkili olarak yaşadığı tecrübelerin, olay ve olguların, ruhsal süreçlerin ne derece farkında olduğu; karşılaştığı ve karşılaşacağı deneyimlere nasıl cevap verdiği ve bunlarla baş edebilme düzeyini ne derece geliştirdiğidir. Kısacası farkında- lık, bireyin düşünce, duygu ve davranışlarında ’anlayış’ ve ’uyanıklık’ hali olarak nitelendirilebilir.
Bireyin farkındalığı ’eylemde bütünlüğü’ yakalamasıyla gerçekleşir. Bütünü ancak farkında- lığı yakalayan bir birey sağlayabilir. Farkındalığa sahip birey, anlayış sahibi olarak eylemde bulunur. Çünkü farkındalık, eylemde bulunmaktır. Bu öyle bir eylemdir ki, içselleştirdiğimiz bir davranışın, kendi doğamıza en uygun şekilde eyleme geçmesidir. Farkındalıkta birey vicdanının sesine kulak vererek eylemde bulunur. Diğer taraftan farkında olmaksızın eylemde bulunan birey bilinçsiz, mekanik olarak tepki verir. Dolayısıyla bu durumdaki bireyin sözleri, eylemleri tepkisel olur. Tepkisellik ise şiddeti besleyen bir unsur olarak karşımıza çıkar.
Farkındalığı destekleyen süreçlerden bir tanesi ve önemli bir boyutu da, ’şimdinin yaşanmasıdır. Farkındalık, şimdiki anın içerisinde tam olarak bulunabilmektir. Yani anın, şimdinin en iyi şekilde hissedilerek yaşanmasıdır. Bu durumda ne geçmişe ne geleceğe doğru hareket vardır. Zaman âdeta şimdi içerisindedir. Şiddete yönelik eylemler ya geçmişte yaşanmış olumsuzluklardan ya da geleceğe yönelik isteklerden gücünü alır. Aynı şekilde farkındalıkta dışa endekslilik değil; içten, kişinin öz gücünden beslenmesi söz konusudur. Kısacası farkındalık- ta özne olmak esastır. Birey özne olabildiği, bütün olarak duygu, düşünce ve davranış boyutlarıyla var olabildiği bir süreçte farkındalıkla yaşar.
Korku, ümitsizlik, kendine yabancılaşma ile ilişkili duygu ve düşünceler şiddeti besler. Oysa farkındalık, sevgiden, olumluluktan, şimdinin yaşanmasından, anda var olmaktan, kişinin özünden beslenir.
Sevgi, şefkat, hoşgörü, barış, sabır, özveri, çalışmak gibi yüksek manevî ve ahlâkî değerler hem bireysel hem de toplu bir bilinç ve farkındalığın geliştirilmesi için temel taşlar olarak ele alınabilir. Böylelikle içimizdeki öfke, nefret ve şiddet duygusunun yerini sevgi, hoşgörü, paylaşma, adalet alabilir.