Makale

Temel Haklar ve Hak İhlâlinin DİNI SORUMLULUĞU

Temel Haklar ve Hak İhlâlinin
DİNI SORUMLULUĞU

Dr. Ülfet Görgülü
Vaize / İzmir Müftülüğü

Cinayet, katliam, intihar, gibi yaşam hakkını ihlâl anlamına gelen söz konusu her türlü uygulama, dinen büyük günah kapsamına girmekte olup, failini ahirette can yakıcı azaba sürükleyecektir.

Temel haklar; ferdin insan olarak yaratılmış olmaktan kaynaklanan, vazgeçilmez, dokunulmaz, reddedilmez ve istisnaî durumlar dışında kısıtlanamaz haklarıdır. Bunlar; dinine, diline, ırkına, rengine, milliyetine, cinsiyetine ve sosyal statüsüne bakılmaksızın tüm insanlara tanınmıştır.

Temel haklar insanın, üzerinde her türlü tasarruf yetkisine sahip bulunduğu haklar olmayıp, bunları belli şartlar altında kullanımı söz konusudur. Zira bu hakların Allah’ın, insanlara bir bağışı ve lütfu olduğu kabul edilmiştir. Nitekim Şatıbî, ferdî hakların Allah hakkı kapsamında bulunduğunu söyleyip, “Allah dileseydi bu hakkı kula tanımayabilirdi.” demektedir. (Şâtibî, Muvâfakât, II, 219)

Dolayısıyla insanın insan olmasından dolayı hak sahibi olduğunu benimseyen görüş böyle bir zemine oturmaktadır. İslâm bilginleri dinin maksadının, din ve dünya işlerinin kendisine bağlı bulunduğu beş temel ilkenin konulması ve korunması olduğunu belirtmişlerdir. ‘Zarûriyyât/zarurî maksatlar’ da denilen bu beş ilke;

1- Dinin korunması,
2- Canın korunması,
3- Neslin/ırzın korunması,
4- Aklın korunması,
5- Malın korunmasıdır.
(Bkz. Şâtıbî, age, II, 4)

İnsanın yeryüzünde varlığını sürdürebilmesi ve beşerî sorum-luluğunu yerine getirebilmesi için korunması gereken ve bugün insan hakları çerçevesinde düşünülen hemen bütün hak ve özgürlükleri kapsayan bu beş ilke, Müslüman olup olmadığına bakılmaksızın, evrensel olarak bütün insanların temel hak ve yararlarını belirlemeye yöneliktir. (Recep Şentürk, ‘İnsan Hakları’ mad., DİA, XXII, 328)

Biz temel insan hakları ve hakların ihlâliyle ilgili bu yazımızda özellikle yaşama hakkı, kişi dokunulmazlığı, hürriyet, adalet-eşitlik ve mülkiyet hakkı üzerinde durmak istiyoruz.

1- Yaşama Hakkı
Kişinin hak ve özgürlüklerden yararlanabilmesi, her şeyden önce yaşama hakkına sahip olmasını gerekli kılar. İslâm, hiçbir ayırım gözetmeksizin her ferde hayat hakkı tanımış ve bu hakka yönelebilecek her türlü ihlâl ve tecavüzü önleyici tedbirler almıştır.

İslâm’da haksız yere bir cana kıymak yasaklanmış, böyle bir suçun işlenmesi durumunda ağır cezalar konmuştur. Kur’an yaşama hakkına son vermenin büyük bir suç olduğunu şu şekilde ifade etmektedir: “Kim, bir cana veya yeryüzünde bir bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur.” (Mâide, 32; Ayrıca bkz. İsra, 83; En’am, 151) Hz. Peygamber de Veda Hutbesi’nde konunun önemine dikkat çekerek; “Bugün, bu ay ve bu beldeniz nasıl kutsal/masûn ise, canlarınız, mallarınız ve ırzlarınız da öyle masûndur/güvence altındadır” buyurmuştur. (Buhâri, Hacc, 132, Edeb, 43; Müslim, Hacc, 19; Kasâme, 9)

İslâm, kişilerin can güvenliğini sağlarken suça iten sebepleri olabildiğince ortadan kaldırmış, insanı, kâmil iman ve ibadet ile olgunlaştırıp güzel ahlâk ile donatmak için gerekli tedbirleri almış, bütün bunlardan sonra kasten cana kıyılmış ise, cana kıyanın canına kıyma hükmünü koymuştur. Ayrıca yaralamaları da kısas kapsamına almıştır. (Mâide, 45) Suçluyu affetme yetkisini ise ancak maktulün/mağdurun yakınlarına tanımıştır. (Bakara, 178) Ölenin yakınlarının intikam duygusuyla hareket edip, misilleme şeklinde karşılıklı cinayet işlemeleri yani kan davası gütmeleri ise kesinlikle yasaklanmıştır. Ayrıca soykırım ve katliamın yasak olması, savaş hâlinde iken bile kaçan yaralıların öldürülmemesi gerektiği, kadınlara, çocuklara ve din adamlarına dokunulmaması gibi hükümler de (Buhârî, Cihad, 147-148; Müslim, Cihad,1) İslâm’ın yaşama hakkına verdiği önemin birer yansımasıdır.

İnsan, önce kendi yaşam hakkına saygı duymalıdır ki, başkalarının da hayat hakkına saygı gösterebilsin. Hayat, insana Allah’ın emanetidir. Onu sona erdirme yetkisi sadece Allah’a aittir. Dolayısıyla insanın hayatını sonlandırma gibi bir hakkı kesinlikle bulunmamaktadır.

Cinayet, katliam, intihar, gibi yaşam hakkını ihlâl anlamına gelen söz konusu her türlü uygulama, dinen büyük günah kapsamına girmekte olup, failini ahirette can yakıcı azaba sürükleyecektir. Yüce Allah, haddi aşanlar için elem verici bir azap olduğunu hatırlatırken (Bakara, 178; Nisa, 93), Hz. Peygamber de Allah’ın haram kıldığı bir cana kıymanın helâk edici olduğunu ifade etmektedir. (Buhârî, Vesâyâ, 23; Tıb, 48)
2- Kişi Dokunulmazlığı ve Özel Hayatın Gizliliği

İslâm bir taraftan insanın hayat hakkını kutsal sayıp, teminat altına alırken, öte taraftan kişilerin şahsiyetlerini ve özel hayatlarını da korumayı amaçlamıştır. Bu bağlamda dedikodu, gıybet, iftira, alay etme, kötü lakap takmak gibi insan onurunu rencide edici her türlü söz ve davranış yasaklanmıştır. (Hucurât, 11)

Yine insanların birbirlerine kötü zan beslemelerinin ve gizli hallerini araştırmalarının yasaklanması (Hucurât, 12), evlere izinsiz girilemeyeceğinin belirtilmesi (Nûr, 27-28) özel hayatın gizliliğine saygı gösterilmesinin gerekliliğini ortaya koymaktadır. Bu nevi hak ihlâlleri, insanın maddî ve manevî hayatına tecavüz ve zulüm anlamına gelmektedir. Nitekim Allah Teâlâ, bu tarz suçları işleyip de tevbe etmeyenlerin zalimler olduğunu bildirmiş (Hucurât, 11), “Mümin erkeklere ve kadınlara yapmadıkları bir şeyden dolayı eziyet edenler, şüphesiz bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmişlerdir.” (Ahzab, 58) buyurarak kişilik dokunulmazlığının ihlâlini büyük bir günah olarak nitelendirmiştir.

Yine namuslu kadınlara zina isnadında bulunup, bunu ispat edemeyenlere had cezası getirilmesinin yanında, şahitliklerinin hiçbir zaman kabul edilmeyeceği ve onların tamamen günahkâr oldukları belirtilmiştir. (Nûr, 4)

3- Hürriyet

Hürriyet insanın vazgeçilmez, devredilemez temel haklarından olup, insan hayatı onunla anlam kazanır. İnsanlar hür doğarlar. Hürriyet esas olduğu için bunu ispata delil gerekmemektedir.

Din ve vicdan özgürlüğü; kişisel özgürlüklerin başında gelmekte olup, kişilerin istedikleri dini seçebilme ve seçtikleri dinin kurallarını hiçbir müdahaleye maruz kalmadan uygulayabilmeleri anlamına gelir. İslâm’a göre insanların bir dini seçme ya da seçmeme hakları vardır. Dinini seçme hakkına sahip olan bir kimse, onu öğrenme, öğretme, yayma ve yaşama ile her türlü örgütlenme hakkına da sahiptir.

Dinin özünü hür bir seçimle yapılan iman oluşturur ve bir dine bağlılığın en önemli kriterini ihlâs/samimiyet teşkil eder. Zorlama ile gerçekleşen inanç ve ibadetin hiçbir anlamı ve değeri bulunmamaktadır. Bu yüzden, “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara, 256) Yine Kur’an’da; “Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen inanmaları için insanları zorlayacak mısın?” (Yûnus, 99) buyrulmaktadır. (Ayrıca bkz. Âl-i imran, 20;” Yûnus, 108; Nahl, 125; Kehf, 29) İslâm, vicdanlara baskı yapılmasını asla hoş görmemiş, insanların dinlerini özgürce seçmelerine engel olanları sert bir dille eleştirmiştir. (Bkz. Âl-i İmran, 99; A’raf, 86; Nahl, 88)

İslâm, kendisi dışındaki dinlerin bâtıl ya da muharref/asliyetini kaybetmiş olduğunu belrtmekle beraber, onların varlığını kabul etmiş ve ortadan kaldırılmalarına dair bir görüş serdetmemiştir. Hz. Peygamber de Medine’ye hicretin akabinde orada bulunan farklı dinî gruplarla sözleşme imzalamış (İbn Hişam, II, 143), onları Müslüman olmaya zorlamamıştır. Yine Mekke’nin fethinde kimseye İslâm’a girmesi için baskı yapılmamıştır.

İnsanlara din farkı gözetilmeksizin iyi davranılması gerekmektedir. (Mümtehine, 8) Müslümanların beldelerinde yaşayan gayrimüslimlere de din hürriyeti tanınmış ve herhangi bir müdahaleye uğramaksızın din ve inançlarını yaşayabilmeleri sağlanmıştır. Bu yüzden de farklı İslâm ülkelerinde tarih boyunca gayrimüslim azınlıklar din ve kültürlerini koruyarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Osmanlı toplumunda gayrimüslimlerin sahip oldukları haklar bunun güzel bir örneğidir.

İnanma ve inandığını yaşama hürriyeti yanında “düşünme ve ifade özgürlüğü” de İslâm anlayışında önemli bir yer tutar. İslâm akla ve aklın kullanılması anlamında düşünceye önem vermiş, insanları bilgi ve fikir sahibi olmaları için düşünüp araştırmaya yönlendirerek, aklı devre dışı bırakma anlamına gelen taklit ve taassuptan sakındırmıştır.

Hz. Peygamber’in hemen her konuda ashabıyla istişare etmesi, onun yönetim anlayışını göstermenin yanında, onları düşünme ve fikir üretmeye yönlendirmesinin bir yansıması olarak da anlaşılabilir. Bu bağlamda sahabenin yeri geldikçe görüşlerini rahatlıkla açıklayabilmelerini; devlet başkanının huzurunda hak talebinde bulunabilmelerini ve kürsüde konuşan halifenin sözüne müdahale edilebilmesini, İslâm’da fikir ve ifade özgürlüğünün tezahürleri olarak değerlendirmek mümkündür.

Kimse düşüncesinden dolayı kınanamaz, suçlanamaz. İnsanların farklı düşünce inanış ve davranışa sahip olmaları son derece doğaldır. Bunun engellenmesi bir yana, toplumsal bir zenginlik olarak algılanıp, değerlendirilmesi gerekir. Ancak düşüncenin ifade biçimi oldukça önemlidir. Kişilerin düşünce ve ifade özgürlüğü, bir başkasının kişilik haklarını ihâle, toplumun düzen ve başırını zedeleyecek sonuçların ortaya çıkmasına neden olmamalıdır.

4- Adalet ve Eşitlik

İnsan haklarının gerçekleşmesi ve gelişmesi, diğer hukukî değerlerde olduğu gibi, hukukun üstünlüğünü ve adaletin bulunmasını gerekli kılar.
Adalet, davranış ve hükümde doğru olmak, hakka göre hüküm vermek, eşit olmak ve eşit kılma gibi anlamlara gelmektedir. Gerek Kur’an-ı Kerim’de, gerek Hz. Peygamber’in sünnetinde adalete ve hukukun üstünlüğüne devamlı vurgu yapılmış, haksızlığın ve zulmün hem dünyevi cezayı hem de uhrevî azabı gerektireceği hatırlatılmıştır. Kur’an herkese adaletle muamele edilmesini isterken, şahsi menfaat, akrabalık ve düşmanlık gibi durumların ya da taraflardan birinin sosyal statüsünün diğerlerine göre farklı oluşunun bu ilkeden sapmayı mazur göstermeyeceğini belirtmiştir. (Mâide, 8; Nisa, 58, 135; Nahl, 90)

Adalet, hakka uymakla gerçekleşir. (Araf, 159, 181) Hakkı ihlâl etmek ise zulümdür. Kur’an, Allah’ın lânetinin zalimler üzerine olacağını (Hud, 18) ve Allah’ın zalimleri sevmediğini (Şûra, 40) ifade etmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.) de zulümden kaçınılması gerektiğini, zira zulmün kıyamet gününde bir karanlık olduğunu belirtmiştir. (Buhârî, Mezâlim, 8, 10; Müslim, Birr, 56-62)

İslâm anlayışında kanunsuz suç ve ceza yoktur. Aksi ispat edilmedikçe herkesin masum olduğuna hükmedilir. “Beraatı zimmet asıldır.”

Adaletin yakından ilgili olduğu bir diğer kavram da eşitliktir. İslâm nazarında insanlar hak ve değer bakımından eşittirler. Kimsenin diğerine karşı, ırk, renk, cinsiyet ve dil bakımından bir üstünlüğü yoktur. Kur’an’a göre yegâne üstünlük ölçüsü takva/dindarlık ve sorumluluk bilinci olarak belirlenmiştir. (Hucurât, 13)

Hz. Peygamber Veda Hutbesi’nde evrensel anlamda eşitlik ilkesine vurgu yaparak; “Ey insanlar! Dikkat edin, Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Arab’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arab’a, kızılın siyaha, siyahın da kızıla takvadan başka bir üstünlüğü yoktur.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 411) demektedir.

İslâm, insanları kanun önünde eşit kabul etmiş ve onlara adil yargılanma hakkını tanımıştır. Mâide sûresinin 8. ayetinde: “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa olan kin, sizi adil davranmamaya itmesin. Adaletli olun. Bu, Allah korkusuna daha çok yakışan (bir davranış) dır. Allah’a isyandan sakının. Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilmektedir.” buyurulmuştur. Hz. Peygamber’in hırsızlık suçuyla yargılanan bir kadının cezadan muaf tutulmasıyla ilgili kendisine ulaştırılan talebe karşılık, suçu işleyenin kızı Fatıma da olsa cezasını tereddütsüz uygulayacağına dair cevabı İslâm’da hukukî eşitliğin önemini gösteren oldukça anlamlı bir örnektir. (Müslim, Hudûd, 8, 9; Buhârî, Hudûd, 12)

Eşitlik ilkesi, kanun önünde eşit olmanın yanı sıra fırsat eşitliğini de kapsamaktadır. Fırsat eşitliği, hiç kimseye, aileye, zümreye ve sınıfa imtiyaz tanımadan ve öncelik hakkı vermeden toplumda devletin sunduğu imkânlardan halkın eşit şekilde yararlanmasını ifade eder. (Bkz. Servet Armağan, İslâm Hukukunda Temel Hak ve Hürriyetler, s. 20)

Fırsat eşitliğinin diğer sahalarda olduğu gibi eğitim ve öğretim alanında sağlanması da zaruridir. Bu eşitliği bozan ya da zedeleyen her uygulama temel haklara vurulmuş bir darbe niteliği taşımaktadır. Bu bağlamda kız çocuklarının ve kadınların eğitim hakları güvence altına alınmalı, fırsat eşitliğinden tam olarak yararlandırılmaları sağlanmalı, bu hakkın ihlâali anlamına gelen her türlü engelleme ve kısıtlamaların kaldırılmasına yönelik gerekli düzenlemeler yapılmalıdır.

5- Mülkiyet Hakkı

İnsanın helâl ve meşru yoldan kazandığı ve elde ettiği ekonomik değerlere sahip olma ve bunlar üzerinde tasarrufta bulunma hakkı (Karaman, I, 168) olarak tanımlanabilecek olan mülkiyet hakkı, temel haklardan birini teşkil etmektedir. Fıkıhta ferdin mülkiyet hakkı tanınmıştır. Ancak mülkiyetin İslâm dininin cevaz verdiği çalışma, miras ve ticaret gibi meşru yollardan elde edilmiş olması gerekir. Dolayısıyla hırsızlık, kumar, rüşvet, karaborsa ve tefecilik gibi gayri meşru yollardan mülk edinmek uygun değildir. (Armağan, s. 165)
Mal dinen kutsal kabul edilmiş ve ona yönelik saldırılar suç kapsamına alınmıştır. Bu bağlamda hırsızlık suçuna ağır cezalar konulurken (Mâide, 39) malı uğrunda öldürülen kimsenin şehit olduğu bildirilmiştir. (Buhari, Mezâlim, 33; Tirmizi, Diyât, 22)
Sonuç
İslâm, vazettiği hükümlerle, bir yandan temel hak ve özgürlükleri tespit ederken, diğer yandan hak ihlâllerine karşı getirdiği müeyyidelerle bu hakları garanti altına almıştır.

İslâm, zulüm, şiddet, cehalet ve esaretin hüküm sürdüğü bir sosyal doku içerisinde doğmuş olup, zulüm ve şiddetin yerine adaleti, cehlin yerine ilmi ve eğitimi, köleliğin yerine hürriyeti tesis etmeyi hedeflemiştir. Onun insan hakları alanında uygulamaya koyduğu pek çok olgu, mevcut düzen içersinde orijinal olma özelliğini ve devrim niteliğini taşımaktadır. Bu bağlamda köleliğin kaldırılmaya çalışılması ve kölelerin insan yerine konması, kadınların evlilikte söz ve mirasta pay sahibi kılınmaları, aylarca süren çatışmalara ve kan davalarına son verilmiş olması gibi uygulamalar; temel hakların konulması ve korunması konusunda atılmış önemli adımlardır.

İslâm’ın insan yaşamına, onur ve haysiyetine, adalet ve hukukun üstünlüğüne dair tezlerinin tüm bu olumsuzlukları aşmada hak ihlâllerinin ve suistimallerin önüne geçmede yeni açılımlar ve çözümler sunacağına dair inancımızı belirtmek isteriz.