Makale

Kısas-ı Enbiyanın Yıldızı Busra

Dr. Mehmet Sılay
Kısas-ı Enbiyanın Yıldızı
BUSRA

Ortadoğu’nun ve Suriye’nin incisi, dünya medeniyet mirasının en güzel şehirlerinden biri, belki de birincisi; Busra…Bu tarihî kent, Orta Doğu’da insanlık tarihinin, kısas-ı enbiyanın kilometre taşıdır. Cami, manastır, tapınak, dar pencereli taş evler ve devasa antik tiyatrolar. Bizans ve Kölemen hamamları ve Selçuklu hanlarıyla birlikte asırlardan beri yaşayan bir barış kenti…
Geniş, verimli arazilerin bittiği ve çölün başladığı noktada kurulmuş. Bedevi akınlarına karşı Doğu Roma İmparatorluğunun tahkim ettiği ileri karakoldur. Milattan önce Nebatilerin başkentidir. Bizans dönemindeyse hem dinî merkez hem de Arabistan vilayetinin başkentidir. Arabistan’dan Orta Doğu’ya gelip giden ticaret kervanlarının zorunlu uğrak yeridir. Palmira ve Petra’dan daha stratejik bir konumdadır.
Ürdün sınır karakolları görülürken direksiyonu doğuya çeviriyor ve yarım saat sonra Busra’nın antik şehir merkezinde ve geniş bir meydanda buluyoruz kendimizi. Evler ve surlar iklim ve çevre faktörlerine dayanıklı volkanik bazalt taşlarla örülü. Şehri dolaştıkça, Nebati uygarlığı, Gassani devleti, Roma medeniyeti ve İslam aydınlığının sembol eserlerini bir arada buluyoruz. Asırlardır koyun koyuna yaşayan göz kamaştırıcı bir tarihî zenginlik.
Yerli halk, sahip olduğu ve her gün yanından gelip geçtiği olağanüstü imkânların farkında bile değil. Tanıtım zayıf, ulaşım zor. Nargile, çay ve portakal suyu ile turizm gelişmez, ziyaretçi çoğalmaz. Birkaç ahşap oyma, sedef kakma ve kilim dokuma atölyesi ile Busra’da turizm henüz emekleme döneminde.
Busra Arapları da Suriyeli kardeşlerimiz gibi samimi, sevecen ve Türk dostu. Bunu, yakın ilgileri, selamları, çay-börek ikramları ve en az birkaç kelime Türkçeleriyle dışa vuruyorlar. “Hasan Şaş–Yavaş yavaş”, “İstanbul çok güzel”, “Sultan Abdülhamid büyük rical-ü devlet, vallahül azim!” diyorlar. Müslümanlıkları kadar Busra’nın şehir dokusunu oluşturan uygarlık eserlerinin üst üste, yan yana binlerce yıllık tarihî profiliyle gurur duyuyorlar. Antik dönemden kalma taş evlerin büyük kısmı yerli halk ve yerleşik hayata geçmeye başlayan bedevilerce konut olarak kullanılıyor. Dedelerinin de bu evlerde yaşadıklarını övünerek anlatıyorlar.
Taş hanlar dokuma atölyesi olarak kullanılıyor. Nebati ve Gassaniler’den kalan mermer sütunlar ve taş döşeli protokol yolları, yıkık bir Bizans bazilikası, muhteşem oyma nakışlı yapılar, sessizce turizme açılmış.
Bahira’nın keşfi
Bu şehir Müslümanlar için önemlidir. Çünkü bu coğrafya, bir bilgin tarafından daha çocuk yaşlarda Nur-ı Muhammedi’nin keşfedildiği yerdir.
Rahip Bahira manastırı, bir risalet belgeselidir. Kaynaklara göre Bahira, çölün derinliklerinden, üzerinde gölge yapan bulutla gelen kervan yolcularını konakladığı yerden manastıra davet edip, onlara ziyafet çekmiş, ikramda bulunmuştu. İlmi ve basireti dolayısıyla bu bilgine halk ve kaynaklar Bahira derdi yani “küçük deniz.” Diğer bir deyişle ilimle donanmış deniz derya gibi adam.
Bahira, 583 yılında Busra’ya gelen 12 yaşındaki Muhammed ibn Abdillah ile konuşur konuşmaz delilleri ve kürek kemikleri arasındaki nübüvvet mührünü gördü ve amcası Ebu Talib’i uyardı:
- Sakın yeğenin Muhammed’i Şam’a götürme. Benim şahit olduğum beklenen son peygamberin işaret ve delillerini Yahudi hahamlar da görür ve ona zararları dokunur! dedi ve iddiasının üzerinde ısrarla durdu.
Ebu Talip, Bahira’yı ve uyarısındaki ciddiyeti önemsedi ve her yıl gittiği Şam’a bu sefer gitmekten vazgeçti. Bir ay kaldığı Busra çarşısında Mekke’den getirdiği malları sattı, ihtiyaçlarını da alıp kervanıyla Mekke’ye geri döndü.
Yirmi beş yaşında bir kere daha Mekke kervanıyla Şam’a gelen ve Hatice binti Huveylid’in adına alış veriş yapan Muhammed ibn Abdullah Busra’da dinlendi ve çöle girmeden önce nihai ikmalini yaptı. Rahip Bahira’nın manastırı mutlaka ve ibretle gezilmelidir.
Peygamberler tarihinde Busra
Kur’an tarihi ve Kısas-ı Enbiya’da Şam ve Busra’nın özel değeri var. Kureyş suresinde Mekke’den kalkan yaz kervanlarının Busra üzerinden Şam’a, kış kervanlarının da Yemen’e sefer yaptıkları vurgulanır.
Rum suresinde ehlikitap olan Bizans ile ateşperest Sasaniler’in arasında geçen savaşın Busra civarında olduğu Tarih-i Taberi’de rivayet edilir. Hulefa-i Raşidin’in ilki Hz. Ebubekir’in, yıllar önce yaptığı Busra seyahati ve izlenimleri anlatılır.
Busra Valisi’ne Peygamber Efendimiz’in Medine’den gönderdiği davet mektubu yüzünden Müslüman sahabi elçi katledilmişti. Yıllar süren diyalog sonuç vermeyince Halit bin Velit komutasında Doğu Roma üzerine yürüyen İslam ordusunu, bugünkü Ürdün topraklarında karşılayan Bizans kuvvetleriyle aylarca süren çarpışmalar Mute Ovası’nda cereyan etti.
Hz. Ali Efendimiz’in kardeşlerinden Cafer-i Tayyar, Mute’de şehit düşen sahabiler arasındadır.
Busra; nihayet Hz. Ömer döneminde 634 yılında komutan Halit bin Velit tarafından fethedilmiş ve bölgenin büyük bir kısmı İslam ülkesinin topraklarına katılmıştır.
Alparslan’ın 1071 Malazgirt Savaşı’ndan sonra Anadolu’nun Müslümanlara açılmasıyla birlikte Busra, Selçuklu yönetimine girdi. Selçuklular Busra’da çeşmeler ve o yılların dört yıldızlı otelleri olan iki büyük taş han yaptırdı. Müslim, gayrimüslim, tüm yolculara ve gariplere hizmet verdi. Nureddin Zengi’nin vefatından sonra 1174 yılında bölgeye gelen Selahaddin Eyyubi, Haçlılara karşı hac yolunun güvenliği için Busra’yı tahkim etti. Roma’dan kalma anfitiyatra bir garnizon yerleştirdi. Daha 12 yaşındayken Rasulüllah’ın amcasının kervanıyla gelip kervan develerini beklediği yere Mabraku-Naka Mescidi’ni yaptırdı. Mabraku-Naka, dişi devenin çöktüğü yer demekti. Aynı noktaya da unutulmaması için bir kadem taşı yerleştirdi.
Busra, İttihad-ı İslam için Mısır Kölemenlerine karşı yapılan1517 Ridaniye Savaşı ile Sultan Selim döneminde Osmanlı idaresine katıldı. Bu şehir Balkanlardan ve İstanbul üzerinden yola çıkan hacıların gidiş dönüşlerinde mecburi ve güvenli bir uğrak yeridir.
Sultan Abdülhamid’in gayretiyle yapılan Hicaz Demiryolu’nun ikmal ve tamir istasyonu Busra’dadır. Ancak Birinci Cihan Savaşı’nın sonunda yani 1918’de Osmanlı’dan koparılmış, Suriye’nin merkez şehirlerinden uzak oluşuyla eski stratejik önemini kaybetmiştir. Fakat içinde mevcut olan çok kültürlü uygarlıklar yüzünden turist çekerken, şehre sılayırahim ziyareti için gelen Müslüman gezgin gurupları tarafından şenlendiriliyor.
Endülüs ve mağrib-i aksa tipi mimari tarzıyla dört köşe prizmatik mimarisiyle Kölemenlerden kalan Hazreti Fatma Camii’ne giriyor ve ikişer rekât tahiyyetü’l-mescit namazı kılıyor ve dua ediyoruz.
Ne büyük nasiptir ki, Busra’yı her ziyaretimde müminlerin bayramına denk geliyor ve cuma namazlarımızı Busra’nın en büyük camii olan Hz. Ömer Mescidi’nde kılıyoruz. Burası Bursa’daki Ulu Cami gibi. Ortasında şadırvan var, kıble duvarı nesih ve sülüs yazılarla süslü. Yanlarda mermer sütunlar, kemerli revaklar, ortadaki şadırvanın üzerinde gerili çadır ve arada süzülen güneşin ısıttığı aydınlıkta zikir meclisleri kuruluyor. Kış yaz, her yaştan çocuklar-gençler Kur’an eğitimini bu cami avlusunda hocalardan alıyorlar.
Busra sokaklarında serin kantaralar, taş kemerler altından geçiyoruz. Roma ve Memlukler’den kalan hamam harabelerini dolaşıyoruz. Selçuklu çeşmeleriyle şehre gelen su medeniyeti Zengiler, Eyyubiler ve Osmanlılardan kalan eserlerle hâlâ yaşıyor.
Hamamlarda göbek taşları, külhanlar, sıcak ve soğuk su havuzları ve dinlenme salonlarıyla izleniyor. Dışarıda antik bulvarlar, taş yollar ve Nebatiler’den kalan protokol yollarında dolaşıyoruz.
Busra, her dönemde çöl yolcularının tuluklarını, mataralarını doldurup sahraya açıldığı stratejik bir noktadadır. İslami dönemde ise bu kaynak, hacıların havuzları olarak su ihtiyaçlarını karşılamış.
Surre alayları için de Busra bir dinlenme durağı olmuş. Şimdi bu hacılar havuzuna mahalle çocukları sıcak havalarda giriyor ve serinliyorlar. Şehir içi gezimizin sonunda bizi sabırsızlıkla bekleyen otobüse doğru yürümeye başlıyor ve çölün en güzel şehri Busra ile vedalaşıyoruz.