Makale

İslam Dünyasındaki İhtilafların Nedenleri


İslam Dünyasındaki İhtilafların Nedenleri

Prof. Dr. Birol Akgün
Stratejik Düşünce Enstitüsü Başkanı

İslam dünyası ve Müslümanların durumu konuşulmaya başlandığında konu eninde sonunda aynı Allah’a ve aynı kitaba inanan insanların neden bu kadar bölünmüş olduğu ve kendi aralarında neden bu kadar çatışma ve ihtilaf yaşadıklarına gelir. Gerçekten de gün geçmiyor ki, medyada İslam dünyası ile ilgili çatışma ve savaş haberleri gelmesin. Suriye’de üç yıldır süre giden iç savaşta her gün yüzlerce insan hayatını kaybediyor. Irak’ta bombalı saldırıların olmadığı bir gün yok gibi. Son üç yıldır sosyal patlamalarla sarsılan Arap ülkelerinin hiçbirisinde henüz barış, huzur ve istikrar tam anlamıyla sağlanabilmiş değil. Güney Asya’da Afganistan otuz yıldır tam bir açık savaş alanına dönüşmüş durumda ve buradaki gelişmeler Pakistan’ın siyasi istikrarını, ekonomisini ve sosyal dokusunu da olumsuz etkiliyor. Filistin kanayan bir açık yara olarak ortada duruyor. Afrika coğrafyasında ise Somali, Nijerya ve Mali gibi ülkelerde iç karışıklıklar ve dış müdahaleler devam ediyor. Müslümanların azınlık olarak yaşadığı Tayland, Filipinler ve Hindistan (Keşmir) gibi ülkelerde ise merkezi yönetimlerle Müslüman halklar arasındaki ihtilaflar bitmek bilmiyor.
Oysa bizler çoğu zaman aynı peygambere inanan 1,6 milyarlık bir İslam âlemine ait olmakla övünürüz. Öte yandan İslam karşıtı (islamofobik) gruplar, sayısal olarak dünya nüfusunun yaklaşık bir çeyreğini oluşturan Müslümanların neredeyse tamamını 11 Eylül olayları sonrasında âdeta potansiyel terörist olarak gö(ste)rmeye başladılar. Oysa Müslümanlar ne bizim iddia ve hayal etiğimiz kadar güçlü ortak bir dinî kimliğe sahip “tek ümmet” görüntüsü sergiliyor; ne de bazı Batılılar’ın abarttığı gibi Müslümanlar şiddet ve teröre meyillidir. O halde İslam dünyasındaki çatışma haberlerini ve yaygın ihtilafları nasıl açıklamak gerekir? Sorun (haşa) dinin kendinde mi, o dine inanan Müslümanlarda mı; yoksa İslam dünyasının son asırlarda yaşamakta olduğu derin medeniyetsel krizlerden mi kaynaklanıyor?
İhtilaf yalnızca Müslümanların sorunu mu?
Her şeyden önce belirtmek gerekir ki, dünyada yalnızca Müslüman halkların kendi aralarında ve dış dünya ile ihtilaf yaşadıkları iddiası doğru değildir. Doğru olan, hangi dine mensup olursa olsun insanoğlu için belli şartlar oluştuğu takdirde şiddet ve çatışmaların kaçınılmaz bir durum olduğudur. Hristiyanlığın kendi bağlılarına karşı orta çağda uyguladığı engizisyon ve cadı avlarını unutmamak gerekir. Hristiyanlık belki de diğer büyük dinlerle karşılaştırıldığında kendi içinde en fazla mezhebi bölünmeyi yaşayan dindir. Yahudiler arasında da en radikalinden en liberaline kadar dini anlayışı farklı grupları görmek mümkündür. Bu bağlamda aslında İslam’ın kendi içindeki itikadi, siyasi ve sosyal ayrışmalar zannedildiğinden çok daha sınırlıdır. Öte yandan 1400 yıllık İslam tarihinde mezhepsel farklara dayalı çatışmalar ise yok denecek kadar azdır. Örneğin ana bölünmelerden birini oluşturan Şiiler ve Sünniler arasında asla Avrupa’daki yüzyıl savaşlarını andıran şekilde uzun süreli kanlı çatışmalar yaşanmamıştır. Zira İslam peygamberinin Müslümanlar arasındaki ihtilafların rahmet olarak görülmesi gerektiğine ilişkin mesajı, farklı Müslüman gruplar arasında her zaman karşılıklı toleransı mümkün kılan bir dinî psikolojik ortam yaratmıştır.
Ayrışmaların kökeni dinî değil, siyasi
İkinci olarak hatırlanması gereken şey, İslam dünyasını ilgilendiren çatışmalar çoğu kez dinî değil, siyasi nedene dayalıdır ve ekseriyetle farklı güçlerin dışarıdan İslam dünyasını kendi hegemonik çıkarları çerçevesinde kontrol etme girişimlerine karşı siyasi bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Gerçekten de özellikle 19. yüzyılda İslam dünyası kendi iç dengelerini ve dinamiklerini kaybetti. Müslüman dünya büyük ölçüde Batı emperyalizminin siyasi, sosyal ve kültürel etkisi altına girdi. Tam da bu nedenle aslında modern İslam toplumlarındaki bölünmeleri, devrimleri ve çatışmaları Batı’nın yakın tarihindeki reformlar, sanayi devrimi ve aydınlanma gibi gelişmelerden bağımsız düşünmek mümkün değildir. Başka deyişle, son yüzyılda İslam coğrafyasındaki mevcut ihtilafları, gerginlikleri ve çatışmaları İslam dünyasının 1400 yıllık kendi medeniyetsel perspektifi ve geleneği ile açıklamak haksızlık olur.
İslam düşünce tarihi konusunda uzman olan İbrahim Abu Rabi’nin belirttiği gibi, Batı kolonyalizmine karşı İslam dünyası belli başlı tepkisel responslar geliştirdi. Bazıları Osmanlı’da olduğu gibi geç de olsa modernleşme sürecine girdi. Bazıları milliyetçilik fikrine dayalı olarak ulusal kurtuluş mücadelesine başladı ve bugünkü pek çok ulus devletten oluşan İslam ülkeleri ortaya çıktı. Batı medeniyetinin üstünlüğü karşısında İslam dünyasının gösterdiği üçüncü reaksiyon ise İslam’ın özüne dönüş arayışları ya da yenileşme (tecdit) hareketleridir. Bunlar Müslümanların geri kalmasını İslam’ın bidat ve hurafelerle yozlaştırılmasına bağlayan ve yeniden diriliş için İslami kaynakların özüne ve selefin yoluna dönülmesini savundular. Prekonolonyal dönemde Vehhabizm ve postkolonyal dönemde Taliban türü reaksiyoner hareketleri bu çerçevede değerlendirmek gerekir.
Müslüman dünyanın “Batı sorunsalı” bitmedi
Bugün de İslam dünyasının hâlâ temel sorunu Batı medeniyeti karşısında onu aşacak ölçüde güçlü argümanlara ve başarılı örneklere sahip kendi medeniyetsel perspektifini geliştirememiş olmasıdır. Tam da bu nedenle İslam toplumları kendi içinde sürekli olarak, güçlü modernleşme (batılılaşma) arzusu taşıyan gruplarla, İslam’ın kendi değerlerine dayalı özgün bir gelişme, kalkınma ve ilerleme modeli yaratılması gerektiğine inanan özcü gruplar arasında gerilimler yaşamaya devam etmektedirler. Fas’tan Afganistan’a kadar İslam dünyasındaki halklar arasındaki hâlâ temel ayrışma Müslümanların Batıyla ilişkilerini nasıl tanımlayacakları ve onurlu bir geleceğin nasıl kurgulanacağıdır. Öte yandan İslam âleminin geleceğinin ancak batılılaşmayla veya Batı merkezli hegemonik yapının bir parçası olmakla mümkün olacağını öngören grupları, liderleri ve elitleri görmek de mümkündür. Pek çok ülkedeki bu iki akım batılılar tarafından suiistimal edilmekte ve farklı fitnelerle karşı karşıya getirilmeye çalışılmaktadır. Artık sorun yalnızca laik-islamcı ayrışması da değildir; daha kötüsü olan İslam’a karşı İslam politikası uygulanmaktadır.
Özetle, bugünkü İslam dünyasında görülen pek çok ihtilafın ve çatışmanın esası İslam’ın kendi içindeki itikadi bölünmelerden veya içtihat farklılıklarından kaynaklanmamaktadır. Çatışma özünde siyasidir ve İslam toplumlarının küresel hegemonik güçlerle ilişkisinin nasıl tanımlanması gerektiğine ilişkin tartışmalara dayanmaktadır. İslam dünyasındaki ve hatta tüm dünyadaki Batı sorunsalı çözülmeden, İslam toplumlarının kendi içindeki ihtilafları çözmek, dinginliğe kavuşturmak ve kalıcı barışı kurmak kolay olmadığı gibi; Müslümanların kendi öz değerlerine dayanan ve tüm insanlık için geçerli olabilecek kapsayıcı bir medeniyetsel perspektif geliştirmeleri de mümkün olmayacaktır.