Makale

İhtilaf ve Tefrikalar Hangi Zeminlerden Besleniyor

İhtilaf ve
Tefrikalar Hangi
Zeminlerden Besleniyor?

Prof. Dr. Talip Özdeş
Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Miladi yedinci yüzyılın Arap yarımadasında putperestlik ve kabilecilik zihniyeti ile malul cahiliye Arap toplumu, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed (s.a.s.)’in tebliğ, irşat ve mücadelesiyle dönüştürülmüş, tevhit inancına dayalı bir iman kardeşliği mihverinde kalpler telif edilmiş, imani ve ahlaki değerler üzerine yükselen eşsiz bir sahabe toplumu inşa edilmiştir. Aralarında bilgi, kabiliyet, yönelim ve karakter farklılıkları olmakla beraber, genelde bu müstesna sahabe toplumu kimliğini en güzel ahlak üzerine olan Hz. Peygamber’in örnekliğinden (üsve-i hasene olmasından) almıştır. Onların tabi oldukları yol (sırat-ı müstakim), yer ve göklerin Rabbi olan Allah’ın insanlığa hidayet için gönderdiği bütün peygamberlerin, onlara tabi olan salihlerin ve ahlak önderlerinin yolu olmuştur.
Allah, kalpleri tevhit şuuruyla bütünleşen sahabe ve onlardan sonra gelecek mümin kuşaklardan Allah’ın ipine sımsıkı sarılmalarını, tefrikaya düşmemelerini, aralarında ihtilaf çıktığında ihtilafa konu olan problemi Allah’a ve Rasulü’ne götürmelerini, iki mümin topluluk birbiriyle çatıştığında arayı ıslah etmelerini, azgınların haddi aşıp zulmetmelerine izin vermemelerini istemiştir. (Âl-i İmran, 3/103; Enfal, 8/46.) Ancak tarih bize, sahabe asrının belirli bir döneminden günümüze gelinceye kadar Hz. Peygamber’in ümmetine mensup mümin topluluklar arasında birçok ihtilafların, tefrika, çekişme ve çatışmaların dosyasını da sunmaktadır. Günümüzde ise, özellikle 11 Eylül hadisesinin akabinde İslam dünyasının içerisine sürüklendiği istikrarsızlık ve kargaşa ortamında kabile, etnik yapı, mezhep ve ideolojik yapılanmalar üzerinden ortaya çıkan ayrılık ve çatışmalar Müslüman toplumların geçmişte şahit olup yaşadıkları ihtilaf ve tefrikaların günümüzdeki örneklerini oluşturmaktadır.
İhtilaf ve tefrikaların ortaya çıkma nedenleri
Dinin birleştirici ve bütünleştirici bir fonksiyon icra etmesi, özellikle de söz konusu edilen bu din İslamiyet’se, onun ilahî vahye dayalı asli kaynaklarına uygun olarak doğru anlaşılması; bireyler, sosyal gruplar, toplumlar ve kurumlar arasındaki ilişkilerin organizasyonunda iman, ahlak, muamelat ve hukuk planında öne çıkardığı ilke ve değerlerin içselleştirilerek yaşanması ile mümkündür. Ancak, vahiy yoluyla gönderilip tebliğ edilen ilahî mesajın kendisiyle, onun beşer tarafından algılanıp yorumlanması, pratiğe dönüştürülmesi aynı şeyler değildir. Buradan, İslam’la Müslüman’ın birbiriyle özdeş olmadığının altını çizmeliyiz. Sonuçta vahye muhatap olan insan; nefis sahibi, yeryüzünde imtihan için yaratılan, takvası ve fücuru kendisine ilham edilen bir varlık. Nefsini tezkiye etmediğinde ahsenitakvim üzerine yaratılmakla beraber esfelisafiline de inebilen, eşrefimahlukât olmakla birlikte hayvanlardan daha aşağı durumlara da düşebilen, bozgunculuk ve kan dökücülük vasfı öne çıkabilen bir varlık!
İnsanlar aynı Allah’a, peygambere ve Kitab’a iman etmiş olsalar bile, akıl, algılama ve anlayış yönünden farklı seviyelerde olmaları, kendilerine özgü talepleri, tutku ve temayülleri; içerisinde yetiştikleri muhit, bulundukları konumlar, toplumsal şartlar, yaygın zihniyet ve gelenekler onların dine, dünyaya ve olaylara bakışlarında farklılıkların ve ihtilafların oluşmasına neden olur. Yani fıtrat olarak insanların ortak yönleri olduğu gibi farklı yönleri de vardır. Allah, insanları beden bakımından farklı yarattığı gibi, akıl ve ruh bakımından da farklı yaratmaktadır. Bu durum sonuçta aynı dine mensup insanlar ve toplumlar arasında da ihtilafların oluşmasını beraberinde getirir. (İhtilafın fıtriliği ve sürekliliği konusunda geniş bilgi ve değerlendirme için bk. Halil Aldemir, Kur’an-ı Kerim’e Göre İhtilaf, Kitabi Yayınevi, İstanbul 2010, s. 51-68.) İslam dünyasında birbirinden farklı mezheplerin, fırkaların ve yönelimlerin oluşmasının temelinde de bu gerçek vardır. Nitekim aşağıdaki ayet-i kerime bu gerçeğe işaret etmektedir:
“De ki, herkes kendi mizaç ve meşrebine göre iş yapar. Bu durumda kimin doğru yol tuttuğunu Rabbiniz en iyi bilendir.” (İsra, 17/8.)
İnsan ve toplum vakıası ile ilgili yukarıda zikredilen özellikler, ortaya çıkan ihtilaf ve tefrikaların da asıl kaynağını oluşturmaktadır. Bazı ayetlerde, insanların ihtilafa düştükleri konularda doğru hükmün kıyamette Allah tarafından verilecek olması (Bakara, 2/113.), insanlar arasındaki ihtilafların hiçbir zaman için nihai anlamda ortadan kaldırılıp sona erdirilemeyeceği anlamına gelir. Sadece farklı din ve kültürlere mensup insanlar ve toplumlar arasında değil, İslam dinine mensup bir toplumda da din ve dünya ile ilgili meselelerde ihtilafların oluşması doğal/fıtri bir durumdur. Bir milletin mensupları arasındaki fikrî ihtilaflar, tefrikaya dönüşmediği müddetçe, o toplumdaki tefekkür zenginliğini, ilmî dinamizmi ve gelişmeyi teşvik eden pozitif bir durum olarak kabul edilmelidir. Ancak problem olan şey, gerek doğrudan dinî meselelerdeki, gerekse sosyokültürel, ekonomik ve siyasi meselelerdeki farklı algılamaların, görüş, düşünce ve yorumların tefrikaya gitmesi, kutuplaşma ve çatışma zeminlerinin oluşmasıdır. İhtilafla tefrika aynı şeyler değildir. Fikir ayrılıkları karşılıklı sevgi, saygı ve birbirini anlama zemininde gerçekleştiğinde; farklılıklara hoşgörü ve toleransla (Hoşgörü konusunun Kur’an açısından ele alınarak değerlendirilmesi için bkz. Ömer Aslan, Kur’an ve Hoşgörü, İlahiyat, Ankara 2005, s. 107-192.) yaklaşıldığında problem teşkil etmez. Hâlbuki tefrikada benmerkezcilik, grup egoizmi, başkalarını ötekileştirme ve ayrımcılık söz konusudur. Tefrikacı zihniyetin kendisine rakip olarak gördüğü oluşumlara yaklaşımında Makyavelist bir yöntem izlediği; dünyevi çıkar ve iktidar elde etmek için dini ve hukuku araçsallaştırdığı; yalan, hile, sahtecilik ve iftiraya sarıldığı işin tabiatı gereği görülür. Tefrikanın daha ileri aşaması kendi dışındakileri düşmanlaştırma ve çatışma durumudur.
Bir toplumda insanların politik ve maddi çıkarları ile ilgili mevcut ihtilaflar, uygun zeminde dinin, aklın, ahlakın ve hukukun öngördüğü şekilde çözüme kavuşturulmadığında; problemlere yaklaşımda benmerkezcilik, ihtiraslar ve insani zaaflar devreye girdiğinde ihtilaflar giderek derinleşir, sistemleşerek kurumsallaşır. Nitekim Allah’ın insanlığa peygamberler ve kitaplar göndermesinin en önemli hikmetlerinden biri de, ortaya çıkan ihtilaf ve anlaşmazlıkların tefrikaya ve çatışmaya dönüştürülmeksizin ahlak, hakkaniyet, adalet ve dengeler üzerine çözülerek kalplerin telif edilmesi içindir:
“Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere kitapları hak olarak indirdi.” (Bakara, 2/213.)
Kur’an’da kuvvet kullanımıyla ilgili izin verip teşvik eden ayetlerin amacı da, insanların vicdanlarına zorla hükmetmek, onları İslam’ı kabule icbar etmek için değil; haddi aşıp zalimlik yapanların caydırılmaları, dinin, ahlakın ve hukukun öngördüğü çizgiye getirilerek zulümlerinden vazgeçirilmeleri içindir. Allah Kur’an’da müminlerin birbirlerinin kardeşi olduklarını ifade buyurmaktadır. (Hucurat, 49/10.) Eğer iki mümin taife birbiriyle çatışırsa, aralarının ıslah edilmesini, şayet bu iki gruptan birisi barışa yanaşmayıp diğerine karşı azgınlığına ve haddi aşmaya devam ederse, ona karşı Allah’ın emrine dönünceye kadar kuvvet kullanılmasını, aralarının ıslah edilmesinde adalet ve hakkaniyetle hükmedilmesini emretmektedir. (Hucurat, 49/9.) Allah, müminleri iyiliği emredip kötülükten sakındıran hayırlı ve orta bir ümmet olarak sıfatlandırmakta (Âl-i İmran, 3/110.), Allah’ın ipine sarılarak tefrikaya düşmemelerini istemekte, aksi takdirde aralarındaki bağların gevşemesiyle kuvvetlerinin zaafa uğrayacaklarını beyan etmektedir. (Âl-i İmran, 3/103.) Fitne ortamları oluşturulup tefrikaya düşüldüğünde ise Müslümanların kuvvetlerinin zaafa uğraması, dış müdahalelere açık hâle gelerek mahkûmiyete duçar olmaları kaçınılmaz hâle gelir. Nitekim bir hadis-i şerifte sanki İslam dünyasının günümüzdeki durumuna işaret edilmektedir:
“Yemek yiyenlerin birbirini çağırarak kaptaki yemeğin üzerine üşüştüğü gibi neredeyse toplumların üzerinize üşüşmeleri (birbirlerini davet ederek üzerinize gelip hak iddia etmeleri) yaklaştı. Dediler ki: ‘Ey Allah’ın elçisi! O gün sayımız az olacağı için mi?’ Buyurdu ki: “Siz o günde sayıca çok olacaksınız, ancak siz o gün sel süprüntüsü (selin taşımakta olduğu çörçöp) gibi olacaksınız. Allah, düşmanlarınızın kalbinden korkuyu çekip alacak ve sizin kalplerinize de vehni atacak.’ Dediler ki: Ey Allah’ın elçisi! Vehn nedir? Buyurdu ki: ‘(Vehn) dünya sevgisi ve ölüm korkusudur.” (Ebu Davud, Melahim 5; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II/359, V/278.)
Sadece sosyokültürel anlamda Müslüman kimliğine sahip olmak, dinin ilahî vahyin amacına uygun şekilde anlaşılıp yaşanıyor olduğu, insani farklılık ve zaafların elimine edildiği, bütün bir toplumun ihlas ve takva üzerine olduğu anlamına gelmez.Hz. Peygamber’in Veda Hutbesi’nde “Sakın benden sonra bir daha cahiliye âdetlerine dönerek birbirinizin boynunu vurmayın.” ikazına rağmen, maalesef İslam tarihinin ilk dönemlerinden itibaren ortaya çıkan ihtilaf ve tefrikalar, etki ve yansımaları günümüze kadar devam eden büyük kırılmalara ve travmalara neden olmuştur. Bu şekilde İslam tarihinin ilk dönemlerinden günümüze kadar ümmetin birlik beraberlik ruhuna zarar veren, kuvveti zaafa uğratan, tefrika ve kutuplaşmalara neden olan, Müslüman toplumları dış müdahalelere maruz bırakan hareketlerin ortak paydası, aşiret, kabile, etnik yapı, din, mezhep, cemaat ve tarikat gibi olgu ve yapılar (nesneler) üzerinden siyaset yapılmasıdır.
III. Halife Hz. Osman’ın halifeliğinin ilk altı yılından itibaren gelişerek onun şehit edilmesine neden olan olayların, daha sonra Medine’de ümmetin oylarıyla seçilen Hz. Ali’nin halifeliğine karşı Şam Valisi Muaviye’nin isyan ederek kendi saltanatını ilan etmesinin, Hz. Ali’nin şehit edilmesinde ve masum birçok Müslüman’ın ideolojik bahanelerle katledilmesinde önemli rol oynayan Haricilerin ortaya çıkmasının zemininde yukarıda zikredilen faktörler yatmaktadır. Osmanlı devletinin zaafa uğramasına neden olan saltanat kavgaları, etnik mücadeleler de bu zeminden bağımsız değil! Özellikle 11 Eylül 2001 hadisesinden sonra global aktörler tarafından İslam dünyasına karşı yürütülen, Müslüman’ı Müslüman’la çatıştırmayı amaçlayan strateji ve politikalarda kabilecilik, etnik milliyetçilik, mezhepçilik, tekfircilik gibi tefrikaya ve çatışmaya neden olan durumların nasıl kışkırtılıp maniple edildiğine şahit olmaktayız.
Tefrikalardan kurtuluşun reçetesini nerede aramalıyız?
Müslüman toplumlar tefrika, kutuplaşma ve çatışmalardan kurtularak birlik beraberlik içerisinde bütünleşmenin formülünü, Allah’ın son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.) aracılığı ile bütün insanlığa gönderdiği Kur’an ve sahih sünnet başta olmak üzere kendi kültür ve medeniyetlerinin asli kaynaklarında aramak durumundadırlar.
İslam, siyaset ve yönetim konusunda, iktidar erkinin kullanımında nesneleri değil ilkeleri öne çıkarmaktadır. Emanetlerin (mevki ve makamların) ehillerine verilmesi, işlerin şûra (danışma ve istişare) ile yürütülmesi, adalet, temel hak ve hürriyetlerin (maslahatların) korunması, hak ve hukukun gözetilmesi, hizmet ve işlerin yürütülmesinde açıklık, hesap verilebilirlik, doğruluk ve dürüstlük, iyiliklerin emredilip kötü ve çirkin işlerden sakındırılması, ulülemre itaat edilmesi, zulüm ve fitnenin defedilmesi bu ilkelerdendir. (Bakara, 2/177; Nisa, 4/58-59, 69.) İslam siyasetin organizasyonunda ve ikame edilmesinde nesneleri değil ilkeleri öne çıkardığı içindir ki Hz. Peygamber vefat etmezden önce kendi yerine, yani siyasi makamın başına hiç kimseyi atamamış, devletin tabi tutulacağı monarşi, cumhuriyet vb. hiçbir rejim tayin ve tespit etmemiştir. O, bu konuyu Müslüman toplumun sorumluluğuna, akıl ve tecrübesine tevdi etmiştir. (bkz. Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, çev. Salih Tuğ, I-II, İmaj İç ve Dış Tic. A.Ş., Ankara 2003, c. II, s. 1114; Mehmet Said Hatiboğlu, “Hilafetin Kureyşliliği”, Ankara Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. XXIII (Ayrıbasım), Ankara 1978, s. 36.) Tarihî kaynaklar, olaylar ve sahih rivayetler bu gerçeği açıkça ortaya koymaktadır. O böyle yaparak bu işin Kur’an ve sünnetin evrensel ilkeleri çerçevesinde yerine getirilmesine yol açmıştır. Çünkü kimin halife, devlet başkanı, başbakan, genel müdür, müdür, daire başkanı, vakıf, kulüp veya dernek başkanı olacağının tespiti ilahî vahyin konusu olmadığı gibi, Hz. Peygamber’in misyonu içerisinde de değildir. İslam siyaset konusunda esas alınması gereken temel prensip ve hükümleri ortaya koymuş, söz konusu bu prensip ve hükümlerden hareketle siyasetin organizasyonunu ve sistemleştirilmesini insan aklına ve tecrübesine terk etmiştir.
Yönetim konusunda bu ilkeler yerine kabileyi, aşireti, soyu, etnik yapıyı, dinî ideolojiyi, mezhebi, tarikatı veya cemaati yerleştirerek iktidarı saltanata ve hanedanlığa dönüştüren, insanların akıl ve iradelerine ipotek koyarak siyasetin meşru zeminini ortadan kaldıran, gayrimeşru zeminlerde iktidar arayışına soyunan çaba ve oluşumların İslam’ın ruhuyla, temel referansları ve amaçlarıyla asla bağdaşamayacağı açıktır. Kur’an ve sahih sünnet bütünlük içinde ele alındığında, İslam’ın temel referanslarının mezhep, tarikat ve cemaat yapılanmalarından derneklere, sivil örgütlere, siyasi partilere ve devlet kurumlarına kadar beşerî olan her organizasyonda yönetme konumunda olanları Rab olarak gören, yönetim erkini sınırsız ve kontrolsüz olarak onların eline veren, egemenliği yönetimin şahsında mutlaklaştıran, akıl, irade ve vicdanlara ipotek koyan, doğru yanlış ayrımı yapmadan önderlerin her sözünde, fiil ve icraatında hikmet arayan her türlü liderlik sultasına, tiranlık ve diktatörlüğe karşı olduğu anlaşılabilir. İslamiyet, böyle bir zihniyetin insanlar ve toplumlar üzerinde siyasal egemenlik kurmasına asla onay vermez.
Tevhit ilkesi, yani Allah’ın birliği, eşsiz ve ortaksız olması, O’ndan başka ilah olmaması, âlemlerin Rabbi olması, İslam itikadının dayandığı en önemli iman prensibidir. Mutlak teslimiyet ve itaat beşere değil, Allah’adır. Ahlak, ibadet, muamelat ve hukukla ilgili bütün ilke ve hükümler bu temel prensip üzerine bina edilmiştir. Tarih ve devlet tecrübesine sahip Türkiye başta olmak üzere İslam dünyasına mensup ülkelerin aralarında ciddi anlamda birlik, beraberlik ve dayanışma oluşturmalarının, yeni dünya düzeninde söz sahibi olmalarının, global aktörlerin böl-parçala-yut stratejilerini boşa çıkarabilmelerinin yolu, tefrikalara, baskı rejimlerine, tiranlık ve diktatörlüklere götüren zeminleri ortadan kaldırmalarıyla mümkün olacaktır. İhtilaf ve problemleri dinin, ahlakın ve hukukun özüne, insanlığın ortak değerlerine yönelerek çözmeye çalışmak yerine; kendilerine mutlak bir teslimiyetle itaat edilen liderlerin etrafında örgütlenerek ayrımcı, tefrikacı, ötekileştirici, kutuplaştırıcı ve çatışmacı politikaları devam ettirme durumunda olan hareketlerin Müslüman toplumların gençliğini, enerji ve zamanını tüketmenin dışında yapabilecekleri bir şey yoktur.