Makale

Mehmet Akif Ersoy'un Dindar Kimliğini Oluşturan Faktörlerden Biri: Aile Ocağı

Doç. Dr. Adem Efe
SDÜ İlahiyat Fakültesi

Mehmet Âkif Ersoy’un Dindar Kimliğini Oluşturan Faktörlerden Biri: Aile Ocağı

Mehmet Âkif Ersoy, hicri 1290 yılı Şevval ayında (22 Kasım veya 20 Aralık 1873) İstanbul’un geleneksel semtlerinden olan Fatih/Sarıgüzel Mahallesi/Nasuh Sokağı’nda ailesine ait 12 numaralı evde doğmuştur. Âkif, İstanbul’da doğmuş olmasına karşın babasının memuriyeti münasebetiyle nüfus kâğıdının Çanakkale/Bayramiç’te çıkartılmasından dolayı, doğum yeri olarak Bayramiç ilçesi kayıtlıdır.
Mehmet Âkif Bey’in babası Fatih medresesi müderrislerinden Arnavutluk’un İpek kasabasının Suşişe köyünden, “ümmi” bir Arnavut olan Nureddin Ağa’nın oğlu Mehmet Tahir Efendi (1826-1888)’dir. Tahir Efendi, o sıralarda kocası Derviş Efendi’nin ölümüyle dul kalan, iffet ve namusuna herkesin şahit olduğu Emine Şerife Hanım’a talip olmuştur. Emine Şerife Hanım (1836-1926) ise anne ve baba tarafından Buharalı bir ailenin kızıdır. Kocasından evvel iki oğlunu da kaybetmiş, bir kızıyla İstanbul’da kalakalmıştır. (Ayvazoğlu ve diğ., s. 5.)
Âkif, vefatından dört ay önce verdiği mülakatlarda kendisine ilk dinî telkinlerini aile, mahalle ve okul çevresinden aldığını ifade etmiştir. Bu konuda özellikle dindar anne ve babasının kendisi üzerinde olumlu etkilerine dikkat çekmiştir. “İlk dinî terbiyemi veren, ev ve mahalle, iptidai, rüşdi tahsilden aldığım telkinler olmuştur. Bilhassa evin bu husustaki tesiri büyüktür. “Annem çok abit, zahit bir hanımdı. Babam da öyle... Her ikisinin de dinî salabetleri vardı. İbadetin vecdini, zevkini, heyecanını tatmışlardı. Pederim, Nakşi şeyhlerinden Hacı Feyzullah Efendi’nin müritlerinden idi. Annemin tarikata intisabı yok. Babam bana tasavvuf telkininde bulunmadı.” (Eşref Edib, Mehmed Âkif Hayatı ve Eserleri ve 70 Muharririn Yazıları, Asarı İlmiye Kütüphanesi Neşriyatı, 1357-1938, (Nevzat Ayas’a ait yazıdan), İstanbul 1938, s. 558-559.) Hakk’ın Sesleri’ndeki manzumelerinden birinin haşiyesinde de babasından şöyle bahseder:
“Babam Fatih müderrislerinden Hoca Tahir Efendi merhumdur ki benim hem babam hem de hocamdır. Ne biliyorsam kendisinden öğrendim. Şiirin daha iyi anlaşılmasına, merhum da vesile olur diye bu açıklamayı yazmaya mecbur oldum.” (Süleyman Nazif, Mehmet Âkif, Amedi Matbaası, İstanbul 1924, s. 4.) der.
Babası Tahir Efendi’nin bir diğer özelliği de onun bir Osmanlı geleneği olan “Huzur Dersleri”ne muhatap olarak katılan âlimlerden olmasıdır. Bilindiği gibi huzur dersleri Osmanlı devleti kurulduğundan beri her ramazan ayında padişahların da katıldığı tefsir toplantılarıdır. Bu dersler, Sultan Üçüncü Mustafa tarafından 1758’de kanuna bağlanmıştır. Kur’an’dan bazı ayetleri açıklayan bir hoca efendi ile onu dinleyen ve yeri geldiğinde birtakım sorular sormak suretiyle konunun açılmasını ve ilmî bir platforma dönüşmesini sağlayan on beş âlim (Muhatap) katılmaktadır. Bu on altı âlim her ders değişmekte, padişah ve diğer davetliler de dinlemektedir. (Ahmet Faruk Kılıç, Milli Yürek, Değişim Yay., Sakarya 2008, s. 10.)
Âkif’in içinde yaşadığı ailesinin temel özelliklerinden birisi de anne ve babasının çocuklarıyla yakından ilgilenmesidir. İlk eşinden olan çocuklarını kaybeden Şerife Hanım, Âkif ile Nuriye’yi derin bir sevgi ve şefkatle büyütüyordu. Tahir Efendi de çocuklarıyla çok meşgul oluyor ve onları her bakımdan en güzel şekilde terbiye etmeye çalışıyordu. Tahir Efendi erkenden kalkar, çocuklarını kendi elleriyle yıkar, kızı Nuriye’nin saçlarını kendi elleriyle tarar, sahleplerini pişirip içirir ve mekteplerine gönderirdi. (Kılıç, s. 11.)
Annesi İsmet Hanım da oğlu Âkif’ten devamlı ‘hocazadem’ diye bahsederek, ona olan muhabbetini göstermiştir. (Mithat Cemal, s. 159.)
Mehmet Âkif’in çocukluğu dindar, saf, abit ve zahit bir Müslüman çevrede geçmiştir. İçinde doğup büyüdüğü bu çevre şairin kişiliğini, karakterini ve dünya görüşünü derinden etkilemiştir. Süleyman Nazif bu durumu şöyle tasvir etmektedir: “Maişet-i mütekaddimesinin eşkâlini zamanın icabat-ı tabiiyyesi az çok tadil etmekle beraber, ilk devre-i hayatının esasını ve ruhunu asla tağyir etmedi.” (Süleyman Nazif, s. 4.) Buradan anlaşıldığına göre Âkif’in dinî hayatının teşekkül edip gelişmesinde çocukluk döneminde ailesinden özellikle babasından aldığı dini bilgilerin ve yaşayış biçimlerinin çok önemli katkısının olduğu muhakkaktır. (Vahit İmamoğlu, Mehmet Âkif ve İnanan İnsan, Ravza Yay., İstanbul 1996, s. 14.)
İyi bir eğitimci olan Tahir Efendi iki çocuğunun da manevi eğitimlerine ayrı bir özen göstermiştir. Onların dinî, ahlaki ve kültürel değerleri yerinde görerek anlayıp kavramaları için yakınlarında bulunan Fatih Camii’ne götürmüştür. Âkif, Fatih Camii adlı şiirinde kız kardeşiyle birlikte babasının iki yanında mutlu bir halde camiye gittikleri o günleri 38 yaşlarında iken şu şekilde dizelere dökmüştür:
“Sekiz yaşında kadardım. Babam gelir: “Bu gece,
Sizinle camie gitsek çocuklar erkence.
Giderseniz gelin amma, namazda uslu durun
Meramınız yaramazlıksa işte ev, oturun.”
“Deyip alırdı beraber benimle kardeşimi
Nazma durdu mu haliyle koyverir peşimi
Dalar giderdi. Ben artık kalınca azade
Ne aşıkane koşardım hasırlar üstünde
Hayal otuz sene evvelki hal-i pişimden
Geçirdi başladım artık yanımda görmeye ben;
Beyaz sarıklı, temiz, yaşça elli beş ancak
Vücudu zinde, fakat saç sakal ziyadece ak
Mehib yüzlü bir adem: Kılar edeble namaz;
Yanında küçücük kızcağızla pek yaramaz”
Çocukluğunda camiye giden Âkif daha sonraki dönemlerinde camiye gitmeyi sürdürmüştür. “Gidip de öğleyi Fatih’te kılmak istiyoruz”, “Geçende Fatih’e çıktık ikindiüstü biraz”, “Alıp dolaşmadayım yatsı vakti dünyayı” gibi ifadelerinden onun inançlı ve ibadetlerini camide eda etmeye çalışan bir şahsiyet olduğunu çıkarsamak mümkündür.
Öz olarak dindar bir ailede, çevrede yetişen Âkif, tıpkı ailesi gibi samimi dindar bir şahsiyet olarak yaşamış ve o şekilde vefat etmiştir. Kendisi üzerinde büyük emeği olan anne ve babasını hayatının her aşamasında derin bir sevgi ve saygıyla yad eden Âkif, özellikle babasını Safahat’ın birçok yerinde doğrudan veya dolaylı olarak anmış, okuyuculardan babası için dua istirham etmiştir. Böyle kuvvetli bir dindarlığın yaşandığı ailede yetişen Âkif’in dinî şahsiyeti konusunda M. Cemal “O, dinî bir sanatkâr gibi değil bir mütefekkir gibi sevmiştir.” (Mithat Cemal, s. 213.) der. Jaschke de “Mehmet Âkif’i, sağlam, sarsılmaz hatta biraz çocuksu inançlı tam bir Müslümandı. (Gotthardt Jaschke, Yeni Türkiye’de İslamlık, Çev. Hayrullah Örs, Bilgi Yay., Ankara 1972, s. 17.) şeklindeki ifadesiyle onun dindarlığını değerlendirir.
M. Tahir Efendi oğluna hiçbir konuda baskı uygulamamış, hatta Rüştiye’den sonra gideceği okulu bile onun tercihine bırakmıştır. Özgür seçimiyle Âkif, devrin gözde okullarından mülkiyeyi tercih edecek, idadi kısmını bitirdikten sonra, yüksek kısmının birinci sınıfına devam ederken babasını kaybedecektir (1888). Bunun ardından Sarıgüzel’deki evlerinin yanması ile mülkiyeli Âkif maddi bakımdan çok zor bir durumda kalacaktır. Genç yaşta evin bakımı ve idaresi ile karşı karşıya kalan Âkif, o yıllarda mülkiye mezunlarına hemen iş verilemediğinden yeni açılan ve mezunlarına hemen bir iş verileceği vaat edilen Mülkiye Baytar Mektebi’ne birkaç arkadaşıyla beraber kaydolur. (Ayvazoğlu ve diğ., s. 7-8.) Bu okulu bitirir bitirmez atanır ve mesleği sayesinde Anadolu’nun birçok yerini dolaşarak Türk toplumunu yakından tanıma fırsatı bulur. Bu ara cümleden sonra tekrar aynı konuya dönersek Âkif, babasının ve Hoca Kadri Efendi’nin telkinleri ile yabancı bir dil öğrenmenin önemini çok çabuk kavramış, dile karşı olan kabiliyeti ile gerek rüştiyede gerekse mülkiyenin idadi kısmında Arapça, Farsça ve Fransızca derslerinde akranları arasında daima birincisi olmuştur. Küçük yaşlarından itibaren babasından Arapça ders aldığı için dört dili kullanabilecek seviyeye ulaşmıştır. Âkif Baytar Mektebi’nde okurken bir yandan derslerine çalışırken bir yandan da ortaokul yıllarında başladığı hafızlığını tamamlamaya çalışıyordu. Mektebi bitirdikten kısa bir süre sonra hafızlığını ikmal etmiştir. Bu cümleden olarak Âkif’in ailesinden aldığı dinî eğitim ve daha sonra Baytar Mektebi’nden öğrendiği pozitif bilimler ve yine babasının ve hocalarının telkinleri ile öğrendiği yabancı diller sayesinde çok yönlü bir aydın olmuştur.
Sonuç olarak Âkif içinden yetiştiği aile ocağı sayesinde, sarsılmaz ve güçlü bir iman sahibi, son derece samimi ve dost canlısı, sözünün eri, maddeci hayat anlayışından uzak ve oldukça cömert, asla yalan söylemeyen, her daim verdiği sözü tutan ve şükreden bir insan ve her hâliyle, davranışıyla “örnek” bir insan olmuştur. Bunların yanı sıra gerek mesleği icabı gerekse Millî Mücadele esnasında Anadolu’yu ve bazı toplumları yakından tanıyan Âkif, deyim yerindeyse kendini toplumuna adamıştır. Bir başka deyişle uzun süreden beri birçok sorunla çalkalanan İslam dünyasının ve içinde bulunduğu Türk toplumunun problemlerine çözüm bulmak amacıyla âdeta kendisini kaybetmiştir. Bu cümleden olarak onun toplumu kurtarmak için kendi aile bireylerini ihmal ettiğini dahi söylemek mümkündür.