Makale

KAMU HİZMETİ ve HELÂL KAZANÇ anlayışı

Doç. Dr. Fikret Karaman
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı

KAMU HİZMETİ ve
HELÂL KAZANÇ
anlayışı

Her insan geçimini sağlamak için bir arayış içindedir. Bu husus; yetişkin, dar gelirli ve yoksul vatandaşlar açısından daha da önem arz etmektedir. Zira özel veya herhangi bir kamu kurumunda çalışma imkânı bulamayanların problemleri, sadece kendileriyle sınırlı olmayıp çevrelerini de belli ölçüde etkilemektedir. Nitekim günümüzde de; kalkınmakta olan toplumlarda benzer olaylar, gerginlikler ve taşkınlıklar gözlenmektedir. Bu nedenle her gencin en büyük ideali, arzusu ve rüyası bir iş ve meslek sahibi olmaktır.
Bugün ülkemizde, eğitilmiş insan gücü artmasına rağmen, işsizlik bir sorun olarak gündemdeki yerini korumaktadır. Kırsal bölgelerden şehirlere doğru yoğun bir göç olayı meydana gelmiştir. Bunların büyük bir kısmı sağlıksız mekânlarda oturmaktadır. Düzenli bir iş ve meslekleri yoktur. Eğitim ve kültür yönünden önemli eksiklikleri vardır. Bu nedenle çevreye de tam uyum sağlayamamışlardır. Benzer sıkıntıları dile getirerek bu şikayetleri çoğaltmamız mümkündür. Fakat amacımız bu olumsuzlukları sıralamak değildir. Çünkü sağ duyu sahibi her insan işsizliğin ne kadar zor olduğunu biliyor ve görüyor.
Diğer yandan kamu veya özel bir kurumda çalışma fırsatını elde etmiş birçok insan vardır. Bunlar genel olarak işçi, iş veren, memur, yönetici, siyasetçi veya serbest meslek sahibi olan kimselerdir, işsizlerle bir karşılaştırma yapıldığında, bunların ne kadar şanslı olduğu açıktır. Ancak bazılarının bu fırsat ve imkânı elde ettikleri hâlde, bulundukları görevin hakkını verdikleri söylenemez. Bunlar durumlarına şükredip daha çok hizmet üretmesi gerekirken şikayet, mazeret ve dedikodu üretmektedirler. Onun için bu yazımızda kamu hizmetinde çalışanların görev anlayışları ile sorumlulukları üzerinde durmak istiyoruz. Bunlar acaba kendilerine verilen görevin bir emanet olduğunu düşünüyorlar mı? Aldıkları ücretlerini helâl edecek kadar alın teri döküp çalışıyorlar mı? Mesailerinde bir boşluk ve ihmal söz konusu olduğu takdirde kamu ve kul hakkının ihlâl edildiğinin farkındalar mı? Çok ciddî bir rahatsızlıkları olmadığı hâlde hastalığı bahane ederek rapor alıp işe gitmemeyi nasıl izah ediyorlar? Veya işe gittikleri hâlde mesai dahilinde çalışmadan, üretmeden boşoturup, ay sonunda maaş almayı nasıl açıklıyorlar?
İnsanın söylemeye dili varmıyor ancak, kamuoyunda sıkça rastlanıldığı için yazmakta sakınca yoktur. Görevleri başında iken, zimmet ve rüşvete teşebbüs edenler rahat uyuyabiliyorlar mı? Benzer endişeleri ve soru işaretlerini çoğaltmak mümkündür. Fakat sadece olumsuzlukları ortaya koymak istemiyoruz. Özel, resmî ve bütün sosyal hayatımızda temiz, dürüst, verimli ve heyecanlı bir çalışma hayatını sergileyen insanların da olduğunu hatırlatmakta yarar vardır. Zira unutmayalım ki, bir ülkenin İdarî, siyasî ve İktisadî yönden kalkınması; kamuda çalışan elemanların başarılarıyla yakından ilgilidir. Bu görev ve emaneti üstlenenler sadece kendilerini değil, geride kalan işsiz ve çaresiz kimseleri de düşünmek zorundadırlar. Bu yüzden devletin sevk ve idaresinde sorumluluk alan herkes, daha çok çalışarak yeni iş sahalarının açılmasına katkıda bulunmalıdır. Bu aynı zamanda dinî, millî ve İnsanî bir görevdir. Çünkü özel veya kamu hayatında çalışma ve iş imkânı hazırlanamadığı takdirde toplum karamsarlığa düşer, insanlar yarınına ve geleceğine güvenle bakamaz. Ümitleri kaybolur.
Oysa ki, işçi ve memur başta olmak üzere bir iş yerinde çalışmaya karar veren herkes, fiilî bir sorumluluğun altına girmiş demektir. Bu özel veya tüzel kişiliklerle akit yapılmış sayılır. Dolayısıyla iş akdine sadık kalmak zorundadır. Bu imkânı elde edenlerin artık büyük bir aşk ve şevkle çalışmaları gerekir. "İki günü birbirine eşit olan zarardadır." prensibinden hareketle; bugünü dünden, yarını da bugünden daha iyi olmalıdır. Aksi hâlde fakirlik ve yoksulluk içinde bulunan bir toplumdan mucize beklenemez. Geçmiş tecrübelere bakılırsa, bu tablodan ancak cehalet, bunalım, kargaşa ve huzursuzluk ortaya çıkmıştır. İşte bu muhtemel felâketlere dur demek için; fertlerin, ailelerin, toplumların ve bütün insanlığın beklentilerine katkıda bulunmak kadar daha mutlu bir şey düşünülemez. Buna göre kamu hizmetinde çalışanların bazı temel ilkelere riayet etmeleri gerekir. Bunlar sorumluluk, emanet ve helâl kazanç anlayışı gibi ilkelerdir:
Sorumluluk: Kamu hizmeti bir bütündür. Burada görev alanların ilgi alanları, meslekleri, sanatları, eğitimleri ve katkı oranları farklı olabilir. Fakat sorumluluk duygusu, bütün iş ve davranışların ortak paydası olarak herkes tarafından benimsenmelidir. Hz. Ömer’in, Dicle ve Fırat kenarındaki bir koyunun güvenliğini bile dert edinmesi, sorumluluğun önemini ve sosyal hayatımıza nasıl yansıdığını göstermektedir. Geçmişte olduğu gibi çağımızda da devletin bütün maddî ve manevî değerleri; insan unsurunun sorumluluğu ile şekillenmektedir. Bu nedenle hassas ve önemli yerlerde çalıştırılacak görevliler, daha büyük bir itina ile seçilmektedirler. Oysa ki, bütün kamu hizmetleri aynı derecede olmasa bile, önemli bir hizmeti yerine getirmektedirler. O hâlde, hangi düzeyde olursa olsun kamuda çalışan herkes sorumluluğunu idrak etmelidir. Bugünün işini yarına bırakmamalıdır. Çok ama çok çalışmalıdır. Hakettiği mesai ve alın teri dışında bir hak ve menfaat sağlamamalıdır. İsraf, savurganlık ve kamu malına zarar vermekten kaçınmalıdır, iş ve ihtiyaç için gelen insanlara yardımcı olmalıdır. Elinde imkân olduğu hâlde bugünün işini yarına bırakmamalıdır. Yüzü asık, buruk, öfkeli ve muhatabını tanıma ve dinleme ihtiyacını duymayan sevimsiz bir görüntü sergilememelidir. Daima; "bugün, bu hafta ve bu ay Allah için ne yaptım? Amaç ve hedefler gerçekleşti mi? Tamamlanamayan iş ve hizmet varsa sebepleri nelerdir?" gibi soruları kendi kendine sorarak, çevresine ve sosyal hayata olan katkısını test etmelidir. Böylece aldığı kazancın da helâl olup olmadığına, kendisine, ailesine, çevresine ve ülkesine yeterince iyilik edip etmediğinin vicdanî bir muhasebesini yapmalıdır. Bir gün ashaptan biri, Hz. Peygamber (s.a.s.)’e iyilik ve kötülüğün anlamını sormuştu. Allah’ın sevgili elçisi şöyle cevap vermiştir: "iyilik; hayır, doğruluk ve güzel ahlâktır. Kötülük ise; vicdanı tırmalayan, kalbin onaylamadığı, özellikle başkaları tarafından duyulması hâlinde kendisini mahcup edecek ve hoşlanmayacak davranışlardır." (et-Tac, el- Cami’ul Usul; Cilt, 5; s. 3) Gerçekten sorumluluk taşıyan her insan, birinci şıkta ifade edilen hayrı ve güzel ahlâkı tercih etmelidir. Kendisini mahcup edecek ve savunamayacak yanlış işleri yapmamalıdır. Halkımıza mâl olmuş bir ifade ile, "Karın ağrıtacak çiğ lokma yenmemelidir." Bunun günümüzdeki karşılığı ise; haksız yollarla elde edilen her türlü mal, kazanç ve diğer menfaatlerdir.
Emanet: Kamu hizmetlerinin yararlı ve verimli olması için, olmazsa olmaz şartlardan biri de emanet anlayışıdır, insanlar gelip geçicidir. Fakat eserler ve hizmetler kalıcıdır. Bunlar; nöbet usulü ile devam eder, durur. Toplum ve sosyal hayatımız için hayati değerler ifade eden her şey bir emanettir. Göklerin, yerin ve dağların bile çekinip üzerlerine alamadığı emaneti koruma ve yerine getirme görevi, sadece insanlara verilmiştir. (Ahzab, 72) Buna göre insana yüklenen emaneti; özetle ifade etmek gerekirse bütün davranışların, akıl ve düşünce süzgecinden geçirilerek yerine getirilmesidir. Bu anlamda Yüce Allah, yeryüzünü ve onda olan her şeyi insana emanet etmiştir. Artık onu tanımak, usulüne uygun yararlanmak ve korumak, yine insanın anlayışına bırakılmıştır. Emanete ihanet veya onun prensiplerinden sapmak, büyük bir eksikliktir. Sahabeden Ebu Hureyre’nin bildirdiğine göre Hz. Peygamber (s.a.s.), kendisine emanet hakkında yöneltilen bir soruya cevap olarak; "Emanet zayi edildiği zaman kıyameti bekle!" buyurdu. Bunun üzerine emaneti zayi etmek nasıl olur? diye açıklama istenince, bu kez şu cevabı verdiler: " İş; ehli olmayan kimseye havale edilip dayandırıldığı zaman kıyameti bekle!" (Buhari, Kitabü’r- Rikak, 35) Bir defasında da Ebu Zer kendisinden bir yöneticilik görevi istemişti. Onun yapısını bilen Allah’ın Rasulü: "Ey Ebu Zer, sen zayıfsın, o makam bir emanettir. Sonu da kıyamet gününde üzüntü ve pişmanlıktır. Yalnız hak ederek alan ve üzerine düşeni de yerine getiren müstesnadır." (Müslim, imaret, 16) Kur’an-ı Kerim de emaneti, İdarî ve siyasî anlamda daha kapsamlı bir şekilde ifade ederek şöyle açıklamıştır: "Allah size, mutlaka emanetleri ehli olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder..." (Nisa, 58)
Buna göre kamu hizmetini yapanlar gelip geçici insanlardır. Yerine getirdikleri iş ve hizmetler ise birer emanettir ve kalıcıdır. Söz konusu hizmeti icra etmek için kullandığı her türlü araç, gereç ve malzemeler de birer emanet olup yine topluma aittir. Bu nedenle kamu veya özel sektör tarafından kendisine verilen eşya, mekân ve diğer varlıkların tamamının korunması gerekmektedir. Buradan hareketle biraz geriye gittiğimizde, şanlı tarihimizin bize bıraktığı medeniyetler, kültür varlıkları, tarihî eserler ile inanç, ibadet, meşru örf ve âdetler gibi değerlerin tamamı bir emanettir. Onları yaşatmak, korumak hatta yenilerini ekleyerek gelecek kuşaklara aktarmak da bir emanettir. Her kuşaktaki insanımıza bu duygu, bilinç ve heyecanın verilmesi gerekmektedir.
Helâl kazanç: Daha önce de ifade edildiği gibi özel veya bir kamu hizmetinde çalışmak, başlı başına bir nimettir. Bu anlamda Allah’a hamd, insanlara da teşekkür etmek gerekir. Çünkü bu görev sayesinde, hem topluma hizmet etme imkânı sağlanmış hem de alın terinin karşılığı olarak bir kazanç takdir edilmiştir. Bu kazancın az veya çokluğunu burada tartışmayacağız. Zira bu teklifi, kendisi kabul etmiş ve akdi yine kendisi imzalamıştır. Dilediği zaman bu akdi tek taraflı sona erdirebilir. Bu duruma göre harcadığı mesainin karşılığı olarak takdir edilen ücreti almakta herhangi bir sakınca yoktur. Ancak görevini kötüye kullanmak, aşırı derecede hediye almak, rüşvet kabul etmek, çeşitli yöntemlerle mal zimmetine geçirmek gibi aşırılıkları kabul ve izah etmek mümkün değildir. Bu tür bir hata; kamu hizmetine ve ülkeye yapılacak en büyük bir haksızlıktır. Hz. Peygamber (s.a.s.) döneminde zekat başta olmak üzere malî vergi toplayan bir memur görevden döndüğünde; "Bu sizin zekât malınızdır. Bu da bana hediye verilendir." dedi. Daha sonra kendine de bir pay ayırdı. Bunun üzerine Allah’ın Sevgili Elçisi şöyle buyurdu: "Bu adam evinde otursaydı, kendisine aynı hediye verilir miydi?" Diyerek onu ikaz etmiş ve kınamıştır. (Buhari, Hibe, 15)
Hediye ile menfaat sağlamaktan daha katı olan diğer bir yöntem ise; rüşvet alıp vermektir. Zira rüşvet; hakkı olmayan bir işi gördürmek için görevli kimseye verilen mal, para ve menfaate yönelik olan haksız bir kazançtır. Genellikle birden fazla şahıs veya şahıslar arasında meydana gelen bir olaydır. Bu yönüyle suçlunun belirlenmesi de kolay olmamaktadır. Yüce Allah, bu haksız kazancı da şu ayetle yasaklamıştır: "Ey iman edenler! Karşılıklı rızaya dayanan ticaret hâli olması müstesna, mallarınızı batıl (haksız ve haram yollar) ile aranızda alıp vererek yemeyin." (Nisa, 29) Bu ayetin anlamından da anlaşıldığı gibi, batıl yollarla mal ve servet alınıp verilmesi yasaklanmıştır. Batıl kavramından anlaşılan şey de; aslı ve haklı gerekçesi olmayan haksız kazançtır. Yemek sözcüğü ise; genel mânâda ele alındığı zaman sadece yenecek şeyleri değil, haksız elde edilen bütün ekonomik değerleri ifade etmektedir. Karşılıklı rızaya dayanan mal, para, emek, ücret vb. alışveriş çeşitlerine gelince, bunlar caiz hatta teşvik edilmiştir. Çünkü meşru yollarla elde edilen kazançlar, fert ve toplum hayatını olumlu etkilemektedir. Oysa ki rüşvet ve yolsuzluklarla, sadece sınırlı kişilere, çıkar sağlanmaktadır.
Çağımızda karşılaşılan olaylar da gösteriyor ki; temiz toplum veya helâl kazanç idealine ulaşmak için çoğu kez yasalar ve polisiye önlemler yeterli olamamaktadır. Doğru ve en sağlıklı çözüm yolu, insanın iyi bir inanç, eğitim ve disiplinle yetiştirilmesidir.