Makale

Duygu Okulu Olarak AİLE

Neclâ Koytak

Duygu Okulu Olarak
AİLE

Doğarken muhteşem bir potansiyeller yumağı ile dünyaya gelsek de, bizi insan yapan her şeyi eğitim yoluyla elde ederiz: Dili, düşünceyi, kültürü ilmi, ahlâkı ve sanatı. Antropoloji, insanın zamanından önce doğmuş bir varlık olduğuna dikkatimizi çeker. Doğduğunda insan organizması, özellikle beynin sinirsel bağlantıları tamamlanmamıştır. Onun gelişmesi çevre ile yaşayacağı etkileşimler sayesinde gerçekleşecektir. İnsan yavrusunun doğarken getirdiği 3-5 refleks dışındaki tüm davranışları öğrenme yoluyla şekillenecektir.
İnsanın bu tamamlanmamışlığı aynı zamanda onun büyüklüğünü, üstünlüğünü, özgürlüğünü, eşref-i mahlûkat mertebesini teşkil eder. Çünkü bu sayede, sahip olduğu ilâhî cevhere, insanî öze, Farabi’nin ifadesiyle "ilâh siretinde" bir açılım kazandırma marifetini gösterebilecektir.
Öte yandan bu tamamlanmamışlık bir başka oluşuma yol açar: Zayıflığından dolayı çocuğun yıllar boyunca korunma, bakım, eğitilme ve yetiştirilme zorunluluğu, toplumu ve aileyi oluşturan doğal ve temel etken olarak rol oynar.
Aile çocuğun temel biyolojik, ruhsal ve psiko- sosyal ihtiyaçlarını karşılarken onun gelişimini desteklemiş ve yönlendirmiş, aynı zamanda da eğitmiş olur. İnsanda yaşama içgüdüsü en temel içgüdüdür. Doğumla birlikte bebek, travmatik düzeyde ölüm korkusu yaşar. Onun bu korkusu ancak, doğumu takip eden saat ve günlerde hayatının tehlikede olmadığını hissettiren annenin sevgi dolu bakım ve özeni ile yatıştırılır. Böylece güçlü bir kişiliğin, dolayısıyla da hayat başarısının ana öğesi olan özgüven duygusunun temeli kurulmuş olur.
A. Comte, Freud ve daha birçok bilim adamı, ailenin rolünün, insanın doğarken getirdiği vahşi, ilkel, katı ve sert içgüdülerin dönüştürülmesi, sosyalleştirilmesi ve insanileştirilmesi olduğunun altını çizerler.
Aile bu rolünü, yalnızca sevmekle yapar. İnsanın insanı tanımasını ve sevmesini sağlayan tek araç ailedir. Yetişkin ya da çocuk, her ferdin kendini özel ve biricik, yeri doldurulmaz bir varlık olarak keşfetmesini sağlayan, dünyadaki tek fırsattır aile.
Çocuğun normal, sağlıklı ve kapasitelerinin üst sınırlarına varacak düzeyde gelişmesinde ilk yılların önemi büyüktür ve bu yıllardaki gelişme daha sonraki gelişimi de belirler.
Bu dönemde çocuğun biyolojik ihtiyaçları yanında karşılanması gereken duygusal ihtiyaçlarının tümü (koşulsuz sevgi, güven, kabul edilme, onaylanma, takdir edilme, otorite, disiplin v.b.) ancak ve ancak aile içinde karşılanabilir. Böylelikle İnsanî varoluşun temel, sorunlarından biri olan "değerliyim" duygusu kazanılmış olur.
Diğer yönden aile, toplumun en özerk, en otarşik, kendi kendini yöneten, ideolojik dayatmalara en çok direnç gösterebilen kurumudur.
Bu korumalı ortam, belli bir kültür ve medeniyetin temel kodlarının yeniden üretildiği ve genç kuşaklara aktarıldığı alandır. Kültür ve medeniyetin belirleyici kodlarını teşkil eden temel anlam sistemleri ve değer sistemleri, yani temel inanç sistemleriyle, hayata yön verecek birincil paradigmalar ve idealler, aile içinde benimsenen kimlik öğelerdir.
Gerçek şu ki, din, kültür, medeniyet, ideoloji, siyaset, güç ve iktidar ilişkileri, cinsiyet rolleri ailede üretilir, iyilik de kötülük de şiddet de adalet de davranışın, aile eğitimi sürecinde kazandığı niteliklerdir.
Bundan olmalı ki, Firavun’un kuşatması altındaki kavim için ayette "Evlerinizi karargâhlar edinin" diye buyurulmuş, böylelikle varolma stratejisinin, hayata karşı belirli bir tavrın üretilmesi gibi geniş ve belirleyici bir rol yüklenmiştir eve ve aileye.
Aile yaşamı bize ilk duygusal dersleri verir. Bu yüzden her şeyden önce aile, bir duygu okuludur. Alain, "bütün diğer okullardan önce bir duygu okulu gereklidir ve bu işlevde ailenin yerini neyin tutabileceği bilinmiyor" der.
Ailede, yakın ilişkilerin bu sıcak potasında kendimizi nasıl göreceğimizi, başkalarının bizim hislerimize nasıl tepki vereceğini, bu hisler hakkında nasıl düşünmemiz gerektiğini, hislerimizi nasıl yönetebileceğimizi, tepki verirken ne gibi seçeneklerimiz olduğunu; umutlan, korkuları, acıları, nasıl okuyup ifade edebileceğimizi öğreniriz. Tekrarla- na tekrarlana alışkanlık haline gelen ve bu nedenle birer özellik olarak kişiliğimizi oluşturan bu duygusal donanım, karakter yerine son zamanlarda "Duygusal zeka" (EQ) olarak kavramlaştırılmakta.
Araştırmalar, bu duygusal ve sosyal becerilerin hayatta başarı sağlamak açısından kişinin zihinsel yeteneklerinden çok daha önemli olabileceğini gösteriyor.
Duygusal zekayı oluşturan özelliklere gelince, bunlar:
- Özgüven
- Olumlu benlik imajı
- Merak
- Amaç gütme
- İyimserlik
- Sebat
- Dürtü kontrolü, hazzı erteleme, iç denetim
- Öz motivasyon
- Sevecen bir heves ve şevk
- Empati
- Duyguları anlama ve yönetme
- Bağımsızlık (irade)
- Gerçekçi düşünme, muhakeme açıklığı
- İlişki kurabilme
- iletişim yeteneği
- Sevme yeteneği
- Sorumluluk
- Saygı-nezaket
olarak sıralanabilir.
Açıkça ortadadır ki, bu beceriler bireye hayat başarısını sağlamakla kalmaz, toplumsal uyum ve esenlik için gereken erdemlerin de temelini teşkil ederi
Bu duygusal dersleri ana babanın sadece söyledikleri ve yaptıklarıyla değil, kendi duygularını idare edişleriyle ve aralarındaki etkileşim modeliyle de verirler. Bazı ana-babalar üstün yetenekli duygu öğretmenleri iken, bazıları ise gaddardırlar.
Aslında aile, ana-babalar için de bir duygu okuludur. Onlar bir çift olmanın, sonra çocuk sahibi olmanın tecrübesini yaşarken sorumluluk doğrultusunda duygularını yönetmeyi öğrenirler.
Beynin duygusal mimarisi hakkındaki yeni bilimsel keşifler, hayatta duyguların mantığa galebe çaldığı en şaşırtıcı anlara açıklama getiriyor. Beynin öfke, korku ya da tutku ve sevinç anlarını yöneten yapılarının arasındaki ilişki, duygusal alışkanlıklarımızın nasıl öğrenildiğini, bu alışkanlıkların bazen en iyi niyetlerimize nasıl engel olabileceğini ve aynı zamanda daha yıkıcı, kendimize (veya çevremize) zarar verici dürtülere nasıl hakim olabileceğimizi açıklıyor.
En önemlisi bu nörolojik bulguların ışığında, çocuklarımızın duygusal alışkanlıklarını şekillen- direbilme fırsatına sahip olduğumuzu görebiliyoruz.
Her birimizin genetik yapısı, beynimizde belirli duygusal eğilimlere yol açan belirli bir duygusal devre ile dünyaya gelmemizi sağlıyor. Bu devre "mizaç" dediğimiz kişilik özelliğimizin bir taslağıdır. Yani hem bugünkü ve gelecekteki duygulanım tarzımız, duyguları ifade ve yönetme tarzımız hem de davranışlarımızın bir taslağı. Ancak bu beyin devreleri olağanüstü esnektir. Yeni bulgular mizacın kader olmadığını söylüyor. Doğumdan itibaren anne ile bebek arasında kurulan interaktif ilişki içerisinde sayısız tekrarlara dayalı olarak öğrenilen duygusal derslerin beyindeki duygu devrelerini şekillendirerek çocuğa daha yeterli ya da yetersiz bir duygusal zeka kazandıracağını ortaya koyan araştırmalar var.
Bu, çocukluk ve ergenlik döneminin yaşam boyu davranışlarımıza yön verecek temel duygusal alışkanlıkların oluşmasında kritik dönemler olduğu anlamına gelir.
Demek ki çocuklar, belirli duygusal eğilimlerle doğsalar da belirli bir dönem boyunca beyin devrelerinin en azından bir dereceye kadar esnekliğini korumakta. Bu dönemlerde yeni sinir bağlantılarını ve daha uyumlu biyokimyasal dokuları yaratacak yeni duygusal ve sosyal becerileri öğrenebilirler. Çocuklara bu imkânı verecek olan, ilk yıllardaki gelişim ortamı ve bu ortamın en önemli öğesi olan ana-baba yaklaşım ve tutumlarıdır. Ana baba yaklaşım ve tutumlarının gelişim üzerindeki çok yönlü etkileri tartışılmaz niteliktedir.
O halde beynin duygusal devrelerinde değişiklikler yapmak için doğal veya geleneksel ebeveynlik tutumlarımızı sorgulamak ve yaşam tarzımızın normal alışkanlıklarına belki de ters düşebilecek şekillerde davranmak zorunda kalabiliriz.
Öte yandan çocuğun zihinsel gelişimi, genetik kapasiteyle sınırlı olsa da kapasitenin elverdiği oranda gelişmesi de uyarıcı zenginliğiyle çevrenin sunacağı desteğe muhtaçtır.
Demek ki zihinsel gelişim bakımından da ailenin destekleyici rolü birincil öneme sahip.
Amerika’da yapılan son araştırmalar çocukların daha zeki olmalarını sağlamakta benzersiz bir başarı elde edildiğini ya da en azından standart testlerde çocukların daha başarılı olduğunu gösteriyor.
Yeni Zelanda Otago Üniversitesinden siyaset felsefecisi Flynn’a göre, IQ 20. yüzyılın başlarında ilk ölçüldüğünden bu yana 20 puanın üzerinde artış göstermiştir. Bu, evrim modelleri hakkında bildiklerimize meydan okuyan bir bulgudur. Flynn etkisi olarak bilinen bu artışın kesin nedenleri açık değilse de bir dereceye kadar bebeklere daha iyi bakılması ve genel sağlık bilinciyle açıklanabilir.
Flynn, bu artışın en azından bir bölümüne 2. Dünya savaşından bu yana ebeveynlikteki değişimlerin yol açtığını belirtiyor.
Yine de çelişkili bir biçimde her kuşak bir öncekinden daha zeki gibi görünürken, duygusal ve sosyal becerileri âdeta zayıflamaktadır.
Öte yandan, eğer duygusal zekâyı ruhsal sağlıkla ve diğer sosyolojik istatistiklerle ölçersek, bugünkü çocukların önceki kuşaklardan birçok açıdan daha kötü durumda olduğunu görebiliriz.
Gerçek şu ki, akademik zekâ, hayat başarısının, zenginliğin ya da mutluluğun bir garantisi olmadığı halde, ailelerimiz, okullarımız ve modern kültür, akademik becerilere takılıp kalmakta; kişinin geleceğini belirlemede, bundan da öte çevre ile etkileşimin niteliğini, ahlâkî tutumunu tayin etmede çok önemli rolü olan ve "Duygusal zekâ" terimiyle kavramsallaştırılan, yukarıda sıraladığımız bir grup duygusal ve sosyal yetenek kümesini göz ardı etmekte.
Duygusal ve sosyal yetenek, bir meta yetenektir. Yani ham zekâ dahil var olan diğer yeteneklerimizi ne kadar iyi kullanabildiğimizin belirleyicisidir.
Gitgide artan sayıdaki bulgular, hayattaki ahlâkî tavrın, temeldeki duygusal yeteneklerin ürünü olduğunu söylüyor.
Dürtü, duygunun ifade aracıdır, tüm dürtülerin özü, kendini bir eylemle ifade etmek isteyen duygulardır. Dürtülerine teslim olan kişilerin ahlâkî anlayış ve tavırları yetersizdir.
Dürtü kontrolü (içdenetim) irade ve karakterin temelidir. Aynı şekilde fedakârlığın temelinde empati, yani başkalarının hissettiklerini anlama yeteneği yatar.
Başkalarının ihtiyaç ve acıları anlaşılamıyorsa ilgi, şefkat, iyilik de olmaz.
Mevlâna’nın, "Bilgi ve hüner sahibi olup da merhameti ve ahlâkî olgunluğu olmayan varlığın örneği şeytandır" sözündeki hikmeti doğrularca- sına zekânın artışına karşılık duygusal yeterliliğin desteklenmemesi iç karartıcı sonuçlar yaratmıştır. Çok sayıda toplumsal araştırmanın ortaya koyduğu dünya çapındaki yaygın eğilim şudur: Şimdiki kuşak bir öncekine oranla daha fazla zorluk çekmekte, daha yalnız ve depresif, daha sorumsuz, daha asi, daha sinirli, daha bencil ve saldırgan.
Günümüzün ünlü insan gelişimi uzmanı Lawrens Saphir’ in tespiti şu:
"Eğer bir çözüm varsa bunun, çocuk yetiştirme tarzımızda yattığını görmemiz lazım. Çocuklarımızın duygusal eğitimini şansa bırakıyoruz ve bunun sonuçları yıkıcı oluyor."
Gerçekten de iyi insanlar yetiştirmek, insanlığın geleceği için her şeyden daha önemli değil mi?
Netice olarak ve esasen aile ve ailedeki eğitim, yetişkin hüviyeti kazanması uzun yılları alan insanoğlunu hayata hazırlayan zihinsel duygusal ve sosyal donanımı sağlarken toplumsal açıdan da bir medeniyetin pratik numunesi ve nüvesi olarak iş görür.
Bu doğal, zorunlu ve belirleyici işlevi ile onun otarşik ve özerk tabiatı bir arada düşünüldüğünde ailenin, toplumsal değişme yaratacak müdahale misyon ve stratejileri için son derece elverişli bir fırsat kapısı olduğunu görürüz. Nitekim günümüzde insan gelişimi ile toplumsal gelişim arasındaki dinamik bağ daha iyi anlaşılmakta. Ve bu husus, Batı dışı toplumların modernleştirilmesine ilişkin müdahalelerde temel çıkış noktası olarak dikkate alınmaktadır.
Bu açıdan bakıldığında aile, mevcut kültür ve medeniyetin gelecek kuşaklara aktarıldığı alan olduğu gibi, ortak bir aksiyon iradesi ve birlik ruhunun yaratıldığı dönemlerde yepyeni bir medeniyet sentezinin üretilebileceği, hayat bulacağı bir diriliş alanı da olabilir.