Makale

İslam VE BARIŞ

Prof. Dr. Adnan Demircan
Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

İslam
VE
BARIŞ

Dinlerin tebliğ edildikleri dönemde yerleşik değerlerle çatışmaları, muhalefetle karşılaşmalarına ve bunun sonucunda zorunlu olarak gerilimin ortaya çıkmasına neden olur. Nitekim bütün devrimlerin ve büyük dönüşümlerin oluşum sürecinde de çoğu zaman savaşa varan bir gerilim yaşanmaktadır. Bir peygamberin ve tabilerinin yerleşik inanca karşı oluşlarının peşinden gelen tepki ve baskıların, taraflar arasında mücadeleye dönüşmesi, ardından da çatışmaların meydana gelmesi, bu durumun ilelebet devam etmesini gerektirmez. O halde dinlerin kuruluş dönemlerinde, cepheleşmelerin yoğun olduğu ortamlarda ortaya çıkan olağanüstü şartların aynıyla geleceğe taşınması mümkün değildir. Örneğin Hz. Peygamber dönemindeki mücadelenin bir sonucu olarak, Medine döneminin son yıllarında müşriklere karşı nispî bir sertleşme görüldüğü hâlde, Râşid Halifeler döneminde Müslümanların yönetimine giren ve ehl-i kitap olmayan Mecûsîler gibi dinî gruplara zimmî statüsü verilmiştir.
Dinlerin kutsal metinleri ve kurucularının hedefleriyle, inananlarca ortaya konan tarihsel uygulamalar arasında farklılıklar olabilir. Bu sebeple İslâm’ın her hangi bir konudaki hükmünü anlamak için tarihsel uygulamalardan önce Kur’an-ı Kerim’i ve Hz. Muhammed’in uygulamalarını bütüncül bir bakışla okumak gerekir. Kur’an-ı Kerim, müminlere yeryüzünü ifsâd etmeme ve bozgunculuk çıkarmama görev ve sorumluluğu yükler.(Buharî, Bed’u’l-Vahy, 1) Müslüman, ifsâd etmek için değil, ıslah etmek ve düzeltmek için vardır. O kötülük yapmakla değil iyilikle emrolunmuştur. Kuran-ı Kerîm’de yer alan savaşa ilişkin bazı ayetler, Hz. Peygamber döneminin mücadele koşulları dikkate alındığında zorunlu olarak vardır; ancak bu ayetler, savaşın İslâm’ın amacı olduğu şeklinde yorumlanamaz. Zira barış esas, savaş ise arızî bir durumdur.
Hz. Peygamber’in savaşı bir amaç olarak görmediğini, ancak Müslümanlara yönelik baskıları ortadan kaldırmak için ya da İslâm’a davetin engellenmesi hâlinde bu yola başvurduğunu belirtmemiz gerekir.
Çünkü onun görevi savaşmak değil, güzel öğüt ve hikmetle Rabbinin yoluna dâvet etmektir. ("Düzeltilmişken yeryüzünde bozgunculuk yap mayın. Allah’a korkarak ve umutlu yalvarın. Doğrusu Allah’ın rahmeti iyi, davrananlara yakındır." A’raf, 56) Bir taraftan Hz. Peygamber’e tebliğde takip edeceği usûl bildirilmişken, diğer taraftan da, "Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan, sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli davranmaktan menetmez. Çünkü Allah, adalet yapanları sever."(Muhammed Hamidul- lah, İslâm Peygamberi, Çev. Salih Tuğ, 4. basım, İstanbul, 1980, I. 672) "O hâlde onlar sizden uzak dururlar, sizinle savaşmazlar ve sizinle barış içinde yaşamak isterlerse, Allah size onlara saldırmak için bir yol vermemiştir."(Bahaeddin Yediyıldız, "osmanlı Toplumu", Osmanlı Devleti Tarihi, Ed.: Ekmeleddin ihsanoğlu, İstanbul, 1999, II, 467) buyurularak, İslâm’a karşı cephe almayan insanlara dokunulmaması istenmiştir.
Resulullah(s.a.s), insanlara dinini kabul ettirmek için baskı uygulamamış; onları kılıçla dine sokmamıştır. Üstelik savaşmak zorunda olduğu zamanlarda bile, insanların imha edilmesi ve öldürülmesini hedeflememiştir. Hz. Pey- gamber’in insana verdiği değeri anlamak için, onun döneminde meydana gelen savaşlarda düşmanlarından sadece 250 insanın hayatını kaybettiğini hatırlatmakla yetinelim.(Yediyıldız, "Osmanlı Toplumu", Osmanlı Ta. rihi, II, 468)
Hz.Peygamber, gerek Mekke’de bulunduğu sırada kendilerine reva görülen türlü işkence ve zulümlere, gerekse Medine’ye hicret ettikten sonra müşriklerle aralarında meydana gelen savaşlara rağmen, düşmanlarına her zaman merhametli davranmış ve onların hidayete ermesi için Allah’a dua etmiştir. Bunun güzel bir örneği Taif’e yolculuğu sırasında meydana gelmiştir. Taifliler, kendilerine yeni dini tebliğ eden Hz. Peygam- ber’in peşine şehrin ayak takımını gönderip kendisini taşlayıp kovaladıktan sonra sığındığı bir bağda, durumunu Allah Teâlâ’ya arz ederek, yardım istemekten başka bir şey yapmamıştır. (Buhârî, İlm, 45; Cihâd; 15; Hums, 10; Müslim, imâra, 149,-151; Ebû Dâvud, Cihâd, 24; Nesâî, Cihâd, 21)
Hz. Peygamber dönemindeki uygulamalar, kendisinden sonra yönetime gelen arkadaşları tarafından da sürdürülmüştür. Müslümanlar, ele geçirdikleri yerlerde insana değer veren ve onu yaşatan bir yaklaşım sergilemişlerdir. Mesela Müslümanlarca fethedilen şehirlerde katliama asla izin verilmemiştir. Müslüman olmayanların ortaya koyduğu birkaç icraatı hatırlatmak, Müslümanların düşmanlarına bile ne kadar müsamahakâr davrandıklarını anlamamız için gereklidir: 1258 tarihinde Moğollar, Bağdat’ta kendilerine eman verdikleri hâlde, tamamına yakını Müslüman olan yüz binlerce insanı katlettiler. I. ve II. Dünya savaşlarında hayatını kaybeden milyonlarca insan ise Batı medeniyetinin savaşı, nasıl insan kıyımı hâline getirdiğinin acı örneklerindendir.
Ehl-i kitap veya ehl-i zimmet denen diğer dinlere mensup insanlar, İslâm tarihi boyunca İslam toplumu içinde kendi dinî değerlerini muhafaza ederek yaşamaya devam etmişlerdir. Gayr-ı müslimler, mabetlerinde dinî vecibelerini yerine getirebildikleri gibi sosyal hayatlarında, eğitimde ve hukukta Müslümanlar gibi kendi ihtiyaçlarını cemaatleri içinde karşılama imkânına sahip olmuşlardır. Bu sebeple Müslümanların hâkim oldukları bölgelerde yaşayan gayr-ı müslimler, aradan geçen asırlarca zamana rağmen dinî ve millî kimliklerini muhafaza edebilmişlerdir. Ehl-i kitaba yönelik müsamaha, devlet kurumlarında önemli görevler üstlenmelerini mümkün kılmıştır. Müslümanların zimmî- lere yönelik hoşgörüsü, onların varlıklarını rahat bir şekilde sürdürmelerine imkân tanımıştır. Mesela Osmanlı devletinin ihtişamlı yılları olan Kanuni döneminde, 1520-1535 yılları arasındaki tahrir defterlerine istinaden yapılan tespitlere göre, nüfusun %58,12’si Müslüman, %41,34’ü Hıristiyan ve %0,54’ü Yahudidir. 1844 genel nüfus sayımına göre ise Osmanlı Devletinde %58,13 Müslüman, %38,84 Ortodoks ve %2,55 Katolik olmak üzere %41,39 Hıristiyan ve %0,48 Yahudi yaşamaktadır.(Mahmud Şit Hattab, Komutan Peygamber, Çev.: A. Ağırakça, Istanbul, 1988, s. 17)
Bazı istisnalar dışında, gayr-ı müslim tebaaya, yani "öteki"ne büyük bir müsamaha gösterildiği hâlde, Müslümanların aynı müsamahayı kendi din kardeşlerine her zaman gösterdiklerini söylemek zordur.
Öncelikle Müslümanlar, içinde yaşadıkları topluma mensup bireylerin dinî, kültürel ve sosyal farklılıklarını kabullenerek, her bireyin demokratik şartlarda kendini, başkalarının temel haklarına tecavüz etmeden, özgürce ifade etme hakkına saygı duymalıdırlar. Doğal olarak bunu gerçekleştirmek, Müslümanların yaşadıkları ülkelerdeki yönetimlerin inisiyatifine de bağlıdır. Birçok İslâm ülkesinde yöneticiler, iktidarlarına yönelik tehlikeli gelişmelerin ortaya çıkabileceği kaygısıyla, temel insan haklarını kısıtlamaya devam etmek istemekte ve özgürlüklerin artırılması yönündeki taleplere direnmektedirler. Ne yazık ki baskılar, terör ve şiddeti besleyen en önemli etkenlerdendir.
Müslümanların, temel hak ve özgürlüklere kavuşmaları için dini, gerginlik ve çatışma aracı yapmaktan özellikle kaçınmaları, barış ve kardeşliğe vurgu yapan İslâmî ilkeleri gündemde tutmaları, farklı mezhep ve dinlere mensup insanlar arasındaki ortak değerleri geliştirmeleri gerekir. Bunun için tarihe bağlanıp kalınmamalı, tarihte meydana gelen olumsuz hâdiselerin, günümüze hükmetmesine izin verilmemelidir. Günümüz Müslümanı artık kan davası gütmek için tarihi okumayı bırakmalıdır.
Müslümanların hoşgörüsü, sadece ülkelerinde yaşayan gayr-ı müslimlerle sınırlı kalmamalı, bütün din kardeşlerini de kapsamalıdır. Sosyal barış, herkesin inancını inandığı gibi yaşama hakkını kabul etmekle mümkün olabilir. Dinleri, ideolojilere ve güncel politik meselelere alet etmemek, her Müslümanın üzerinde hassasiyetle durması gereken bir husustur. Dinî nasları kullanarak ayrılıklar çıkarmaya çalışan ve bundan yarar uman insanlara karşı uyanık olmak ise, ayrıca zikredilmesi gereken dinî bir sorumluluktur.