Makale

Hat Sanatı ya da Sessizliğin dili

Hat Sanatı ya da
Sessizliğin dili

Doç. Dr. Burhanettin Tatar
Ondokuz Mayıs Üniv. İlahiyat Fakültesi

Günümüz Türkiye’sinde klâsik İslami sanatlara olan ilgi azlığından ya da ilginin yüzeyselliğinden en fazla nasibini alanlar arasında hat sanatı bulunmaktadır. Son 20 yıldır ilgide bir artışın görülmesi ve özellikle entelektüel gençler arasında bu sanata gönül vermek isteyenlerin çoğalması bizi ne yazık ki, bu genel kanaatin dışına sevk edecek güçte değil. Usta hattatlarımızın tarihsel öneme sahip eserler vermekte oluşları, bu ilgisizliğe karşı gelmeye yetiyor. Belli ki, ilgisizliğin tahripkâr gücü, hat sanatının gücünü aşan bir boyutta.
Burada ilgisizliğin sosyo-kültürel, tarihsel, ekonomik ve siyasî nedenlerini araştırmayacağız. Bu başlı başına geniş boyutlu bir çalışmayı gerektirir. Ancak dikkatleri çekmek istediğimiz nokta, zaten tabiatı itibariyle sessiz bir dil olan hat sanatının, ilgisizliğin derin ses sizliği içinde daha da suskunlaşmak zorunda bırakıldığıdır.
Artık, "Bırakalım sanatın kendisi konuşsun!" diyecek bir durumda değiliz. Sanatın kendisinin konuştuğu devirler, Râkımların, Yesarilerin, Sami Efendilerin devirleriydi. Günümüzde ise hat sanatı, diğer klâsik İslâmî sanatlar gibi, kendi dilini anlayacak insanların oldukça azalmasından dolayı, kendisine tercüman olacak insanlara ihtiyaç duymaktadır. Galiba bizim sorunlarımızdan biri tam da burada bulunmakta: Sanatın dilini tüm zamanlara yayacak mütercimlerimizin ve filozoflarımızın azlığıdır.
Hattatların görevi, sanatın kendisini konuşturmak. Hattat daima kendi sanatının gerisinde durur. O, ancak sanatı konuştuğu sürece kendisine gizlice atıfta bulunulan biridir. Sanatının önüne geçip konuşmaya çalışan hattat, elbette kendi sanatını konuşacak seviyeye ulaştıramamış hattattır. Ne demek istediğimizin daha iyi anlaşılması için, imzasız harika eserlerin günümüzde hâlâ kendi dilini konuşuyor olması gerçeği ile kendi sanatının önüne geçmeye çalıştığı halde, hem kendileri hem de çalışmaları unutulan hattatları karşılaştırmak yeterlidir. Sanatı konuştuğu sürece, hattat, kendi sanatının gölgesi altında varlığını koruyabilir. Bu nedenle bir hat sanatı eseri, kendi hattatının ondan anladığı şeyden daha fazlasını dile getirir. Kısacası, sanat eseri daima sanatkârın ilerisinde yürür.
Ancak bir hat sanatı eseri ile hattat arasındaki bu ilişki, söz konusu eserin tüm zamanlara konuşabilmesi için yeterli değildir. Hattatın yanı sıra bir de bu sanat eserlerini yorumlayacak, onların dilini gündelik dile, bilim, felsefe ve sanat diline dökebilecek yorumcular gerekiyor. Yukarıda kısaca değindiğimiz sorun, bizde hep büyük hattatların yetişmesine karşılık büyük hat sanatı yorumcularının bir türlü yetişmeyişi. Elbette yorum sorununu çözmek hattatların görevi değil. Yorum sorunu, hattatların üretmekte oldukları nadide eserlerin dilini farklı açılardan ön plana getirebilecek veya bu dilde bir kusur varsa bunu açığa çıkaracak bir ortam oluşturma sorunudur.
Daha açık olarak söylersek yorumlar, eserleri kendi ortamları içinde yeniden açığa çıkaran, ilk bakışta fark edilemeyen özelliklerine veya boyutlarına dikkatleri çeken ve eserleri çok farklı açılardan konuşmaya zorlayan entelektüel ortamlardır. Her bir yorum, eserin farklı bir açıdan konuşmasına imkân veren bir zemin görevini üstlenir. Yorumlanmadıkları sürece eserler, sadece sessizdirler. "Eserleri konuşturan yorumlardır" derken, yorumcuların, eserleri sadece diledikleri gibi konuşturduklarını kastetmiyoruz. Tam tersine eser sadece kendi dilini konuşur. Ancak bu dilin anlamının yayılması, bu anlamın bir entelektüel ortama dönüşmesi ve yeni anlamların ortaya çıkmasında rol oynaması, yorumlar aracılığı ile olur.
Bütün bunları anlamak için ashabın, Kur’an ile Hz. Peygamber’in hadislerinin anlamının yayılması, bu anlamların birtakım İslâmî ilimlerin ortaya çıkmasına yol açacak şekilde bir entelektüel ortama dönüşmesi ve yeni anlamların ortaya çıkmasında rol oynamaları noktasında, bir temel yorumcular topluluğu teşkil ettikleri gerçeğini hatırlamak yeterlidir.
Ashabın, Kur’an’a ve Hz. Peygamber’in hadislerine gönül vermesi, bu kutsal metinlerin yorumlanması ve hayat bulmasında nasıl bir rol oynamışsa, benzer şekilde hat sanatına gönül verecek yorumcuların var olması, hat sanatının yeniden hayat bulmasında ve kendi dilini daha gür bir şekilde konuşabilmesinde rol oynayacaktır.
Ancak, bu sanata "gönül vermek" derken, sadece bu sanatı sevmek veya bu sanatı elden geldiğince icra etmeye çalışmak anlaşılmamalıdır. Gönül vermek; bir şeye hayat vermek, ruh üflemek, onu diriltmek veya yaşamasına katkıda bulunmaktır. Diğer bir deyişle, gönül vermek, o şeyin kendi dilini konuşabilmesine imkân vermek, onun tarih sahnesinde kendi oyununu oynamasına yol açmaktır. Nasıl ki ashab, Kur’an’a ve hadislere gönül verdiği için bu metinler kendi dillerini konuşabilmişlerse, benzer şekilde hat sanatına gönül verenler, bu sanatın asırlardır kendi dilini konuşmasına imkân vermişlerdir.
Öyleyse gönül vermek, her şeyden önce gönül verilen şeyin dilini anlamakla sahih bir anlam kazanır. Zaten dilini anlamadığımız bir şeye nasıl gönül verebiliriz ki? Gerçekten dilini anladığımız sürece bir şeye kendi gönlümüzü akıtabilir ve onu yaşayan bir şeye dönüştürürüz. Sözgelimi, Türk dilini iyi anlayanlar, kendi gönüllerini akıtarak bu dili yaşayan dile dönüştürürler. Gönül verenlerin başında da elbette şairler gelir. Şairlerin ardından, bu şairleri anlayacak yorumcular gelir.
İmdi, hattatlar da bu sanatın şairleridirler. Onlar kendi şiirlerini, bu sanatın karakterleriyle yazarlar. Nasıl ki, şairler kendi şiirleri aracılığıyla bir dile duygusallık, zerafet, esneklik, uyum, canlılık ve derinlik katarlarsa, benzer şekilde hattatlar Arapça karakterlere duygusallık, zerafet, esneklik, uyum, canlılık ve derinlik katarlar. Bilahare şiir yorumcularının şiirleri zihinlerin ve entelektüel ortamın daha da hassaslaşmasını sağlayan bir unsur haline getirmeleri gibi, hat sanatı yorumcularının bu sanatı, zihinlerimizin ve entelektüel ortamın daha da hassaslaşmasına yol açan bir unsur hâline getirmesi beklenmektedir.
Başta belirttiğimiz gibi, hat sanatına ilginin azlığı, bu sanatın şairleri olan küçük bir hattat grubunun ancak oldukça sınırlı bir biçimde bu dili konuşabildiklerini gösterir. Hat sanatının dili, artık unutulan diller arasına girmeye aday. Teknolojik iletişimin böylesine geliştiği bir çağda, bir tarihsel sanat dilinin unutulmaya terk edilmesi nasıl açıklanabilir? bilmiyorum. Elbette unutulmaya terk edilen şey sadece hat sanatının dili değil. Nasıl her dil aynı zamanda bir toplum hafızasını ve bilincini temsil ediyorsa, hat sanatı da Müslümanların tarihsel hafızasını ve bilincini temsil edegelmiştir. Bu dilin unutulmaya terk edilmesi, Müslümanların kendi hafıza ve bilinçlerini unutulmaya terk ettiklerini gösterir. Diğer bir deyişle, bu sanatın unutulmaya terk edilmesi, Müslümanların gündelik geçim kaygısı, ekonomik çıkarların en yüksek değeri belirlemesi, televizyon ekranlarında ve medyada sıkça ortaya çıkan yüzeysel ve anlamsız görüntülerin, kendileri gibi zihinleri ve ruhları yüzeyselleştirmesi gibi faktörler sonucu, unuttuğunu fark edemeyecek kadar unutkanlaşan bir topluma dönüştüğümüzün bir göstergesidir.
Kısacası hat sanatının dilini unutmakla, gerçekte biz kendimizi unutuyoruz ve unuttuğumuzu unutacak kadar dalgınlaşıyoruz.
Evet, hat sanatı yorumcularının belki de en temel görevi, bize kendi dilimizi (ve kendimizi) unutmakta’ olduğumuzu hatırlatmalarıdır. Diğer bir deyişle, hat sanatının dilini unutmanın bir bedeli olarak, ödünç alınan bilinç, hafıza ve ruhlarla yaşamaya kendimizi alıştırmaya başladığımızı bize hatırlatmalarıdır.
Burada hat sanatının diline gereğinden fazla önem verdiğimizi ve bunu fazlaca abarttığımızı düşünenler olabilir. Hatta onlar şunu bile düşünme imkânına sahipler: ’Sahiden kendi dilini konuşabilecek ve kendi gücünü koruyabilecek bir sanat olsaydı, hat sanatı zaten bu durumlara düşmezdi! Hat sanatının gücü ilgisizliğin değil, tarihin kahredici gücüne yenik düşmüştür.’
Elbette hat sanatının kendi dilini daha ne kadar konuşabileceğine, ancak geleceğin tarihi şahit olacaktır. Bizler geleceğin tarihi adına konuşmaya yetkili değiliz. Ne var ki, tarihi anılmaya değer kılan şeyler, kendisinde ortaya çıkan değerli şeyler değil midir? Sözgelimi, bugün Osmanlı tarihini anılmaya değer kılan şeyler arasında, hat sanatının kendi dilini hâlâ konuşuyor olması gerçeği yer almıyor mu? Şayet hat sanatı hâlâ kendi dilini konuşuyor olmasaydı, bu aynı zamanda tarihin anılmaya değer oluşunda zorunlu bir eksikliğe yol açmaz mıydı? Tarih kendi gücünü, kendi içinde var olan değerli şeyleri yıkmakla değil, onarmakla ve yaşatmakla kazanır. Bunun anlamı şudur: Günümüz tarihi kendi gücünü ancak kendi dillerini konuşmasına imkan verdiği değerler ile kazanmaktadır.
Bu nedenle, günümüz Müslümanlarının hat sanatının dilini unutmakla kendilerini unutulmaya terk ettiklerini söyleyebiliyoruz. Burada unutulan şey sadece geçmişin veya günümüzün tarihi değil, aynı zamanda geleceğin tarihidir. Galiba Müslümanların kazandıkları tuhaf huylardan birisi işte bu: Daha ortaya çıkmadan, geleceği unutulmaya terk etmek! Yani geleceğe geçmiş muamelesi yapmak.
Sessizliğin dili olarak hat sanatı kendi dilini konuşabildiği sürece, geleceği hatırlama imkânına kavuşacağız. Burada bu dilin şairleri olan hattatların, bu dilin konuşmasını sağladıkları için ne kadar büyük bir şey başardıklarını belirtmek gerekiyor. Ancak sürekli vurguladığımız üzere, hattatların başarısını destekleyecek ve onurlandıracak yorumcuların ortaya çıkmasını acilen beklemek zorundayız. Ümit ediyorum ki, Türkiye’de ve diğer İslâm ülkelerinde hat sanatının yorumcusu olma görevini üstlenme kapasitesine ve iradesine sahip çok sayıda insan vardır. Artık bizim susmamızın ve onların konuşmaya başlamasının tam zamanı...