Makale

AB TÜRKİYE İLİŞKİLERİNİN Dinî Alanda Doğurabileceği Muhtemel Problemler ve Kazanımlar

AB TÜRKİYE İLİŞKİLERİNİN
Dinî Alanda Doğurabileceği
Muhtemel Problemler ve Kazanımlar

Gazi Erdem
Din işleri Yüksek Kurulu Uzmanı

Supra-national (uluslar üstü) bir kuruluş olan ve kendisine ait yasama, yürütme ve yargı organı olan Avrupa Birliği, üye devletlerin bazı konulardaki egemenliklerini devretmesiyle kurulmuştur. Avrupa Birli- ği’ne devredilen alanlarda, üye devletlerin karar alma yetkileri yoktur. Devredilmeyen alanlarda devletler, üyelikten önce olduğu gibi bu egemenliklerini kullanmaya devam etmektedirler, insan hakları konusunda egemenlik henüz Birliğe devredilmemiştir. (Gündüz, Aslan, "Türkiye’nin AB Üyeliği ve Din Özgürlüğü", Uluslararası Avrupa Birliği Şurası Tebliğ ve Müzakereleri, D.İ.B. Yayınları, Ankara 2000, c. 1, s. 61) AB temel antlaşmalarında din ile ilgili özel bir hüküm bulunmadığından dinî kurumlar ile devletler arasındaki ilişkiler, üye devletlerin kendi kanun ve mevzuatına göre yönlendirilmektedir. Din-devlet ilişkileri, üye devletlerin tarihlerinden ve geleneklerinden gelen özelliklerle biçimlendirilmiş bulunmaktadır. (Treanor, Noel, "Kiliseler ile AB Arasında İlişkiler", Uluslararası Avrupa Birliği Şurası Tebliğ insan Hakları Sözleşmesi ile paralellik arz eden, ve Müzakereleri, D.I.B. Yayınları, Ankara 2000, c. 1, s .98) "Avrupa Birliği Temel Haklar Beyannamesinin
Avrupa Birliği ülkeleri bugün kendi içlerinde standart bir din politikası uygulamamaktadırlar. Devam eden genişleme sürecinde Birlik, bir dünya dinler mozaiğini birarada yaşatmaya aday durumdadır.
Avrupa Birliği’nde başta insan haklan olmak üzere temel haklarla ilgili düzenlemeler, ilk defa 1997 Amsterdam Antlaşmasıyla getirilmiştir. Buna göre Avrupa Birliği; özgürlük, demokrasi, insan hakları ve temel özgürlüklere saygı ve hukukun üstünlüğü ilkelerine dayanır. Üye devletlerin millî kimliklerine ve Avrupa insan Haklan Sözleşmesi’nde yer alan temel hak ve özgürlüklere saygı gösterir. Din özgürlüğü, saygı gösterilen bir insan hakkı olarak, Avrupa Toplulukları Adalet Divanı (ATAD) tarafından korunmaktadır. (Gündüz, Aslan, a.g.m., s. 62)
Birlik içerisinde, "Avrupa Vatandaşlığı" konseptinin gündeme geldiği 1992 Maastricht AB Antlaşmasından sonra, Avrupa Vatandaşlığı adı altında sosyal ve siyasal hakları da beraberinde bulunduran bir anlayış kabul edilmiş, söz konusu haklar Amsterdam Zirvesinde daha da geliştirilmiştir. Bu bağlamda temel haklar ve özgürlükler içerisinde önemli bir yer tutan din özgürlüğü de zikredilmeye başlanmıştır. Başka bir ifade ile Avrupa Birli- ği’nin, ekonomik birlik safhasını geride bırakıp siyasal birlik olma hedefini benimsemesinden sonra, hedeflere ulaşmak için sosyal konular önemli olmaya başlamış, temel hak ve hürriyetler, bunun yanında din hürriyeti de Avrupa Birliği zirve toplantılarında gündeme gelmeye başlamıştır.
Amsterdam Antlaşması, din teriminin temel antlaşmalar içerisinde yer bulduğu ilk metindir. Bu antlaşma ile tüm ayrımcılıklarla birlikte, dine dayalı ayrımcılığın da ortadan kaldırılması hedeflenmektedir. Konu, Antlaşmanın 1 3. maddesinde, "(Avrupa) Komisyonu, cinsiyet, ırk veya etnik temel, din veya inanç, özürlülük ve yaş temellerine dayalı ayrımcılığın ortadan kaldırılması için gerekli faaliyette bulunur." (Official journal, (O. J. Avrupa Birliği Resmi Gazetesi) C 340, 10.11.1997) şeklinde geçmektedir.
7-9 Aralık 2000 tarihinde gerçekleştirilen Nice Zirvesi’nde kabul edilen ve genel olarak Avrupa
(O. J.,18.12-2000, 2000/c 364/01) 2. bölümünde; düşünce, vicdan ve din hürriyeti, 3. bölümünde ise; eşitlik prensibi ve ayrımcılığın yasaklanması değişik maddelerde yer bulmuştur. Beyanname’nin önsözünde; "Avrupa Birliği, ahlâkî ve manevî değerlerin bilincinde olarak, ayrılmaz evrensel değerler olan insan onuru, hürriyet, eşitlik, dayanışma, demokrasi prensibi ve hukukun üstünlüğü temelleri üzerine kurulmuştur. Birlik, faaliyetlerinde fertleri merkeze alır. Bunun için de bir adalet, özgürlük ve güven alanı meydana getirerek, Birlik Vatandaşlığı statüsü oluşturulmuştur. Birlik, bu ortak değerlerin korunması ve geliştirilmesine katkı sağlamakta, kültür farklılıklarına, Avrupa insanının gelenekleri ve üye ülkelerin milli kimliklerine saygı göstermektedir. Bu hedeflere ulaşmak için; toplumdaki değişimler, sosyal, bilimsel ve teknolojik gelişmeler ışığı altında, temel hakların daha iyi vurgulandığı bir beyanname hazırlanması gerekli görülmüştür." (www.ue.eu.int/df/default) denilmektedir.
Avrupa Birliği Temel Haklar Beyannamesinin düşünce, din ve vicdan hürriyetini konu alan 10. Maddesi şöyledir: "Herkes düşünce, din ve vicdan hürriyeti hakkına sahiptir. Bu hak, din veya inanç değişimi hürriyetiyle tek başına veya toplu olarak, herkese açık veya özel mekânlarda din veya inancın gereğini yerine getirmek, ibadet etmek, inancın eğitim ve öğretimini yapmak haklarını da içerir." Ayrıca, "cinsiyet, ırk, renk, etnik veya sosyal köken, dil, din veya inanç, siyasî veya diğer görüşler, millî bir azınlığa mensubiyet, servet, doğum, yaş ve cinsi yön tayinine bağlı her çeşit ayrımcılık yasaktır." ifadelerinin yer aldığı 21. madde ile de eşitliğe vurgu yapılmıştır.
AB kurumlarında temel antlaşmalara dayalı olarak oluşturulan ikincil hukuk müktesebatında; herkese eşit muamele edilmesi, her türlü ayrımcılığın ortadan kaldırılması, eğitim programlarında ayrımcılığın yasaklanması, üçüncü ülkelerle yapılan antlaşmalarda din hürriyetine vurgu yapılması, sığınmacılarla ilgili yasalarda din hürriyeti konusuna ve dininden dolayı cezalandırılmış olanlara dikkat edilmesi gibi, çeşitli başlıklar altında toplayabileceğimiz çok sayıda konuda, din ile ilgili maddeler veya hükümler bulmak mümkündür. (Avrupa Birliği Müktesebatı veri tabanları olan celex (www.europe.eu.int/celex) ve eurlex (www.euro- pe.eu.int/eur-lex) tarandığı zaman, tüm müktesebat içerisinde 10O’e yakın yerde din sözcüğünün geçtiği görülmektedir. Din terimlerinden bazen birkaç tanesinin aynı metinde geçtiği düşünülecek olursa, ATAD kararları haricinde yaklaşık olarak 15 kadar ikincil hukuk metninde din kelimesi geçmektedir.)
Avrupa Birliği kurumlarının din özgürlüğüne yaklaşımlarını gösteren verileri, AB Komisyonuna verilen soru önergeleri ve cevapları ile ATAD kararlarından çıkarmak mümkündür. Komisyon adına verilen cevaplar kişilere ait görüşler olmaktan öte, Komisyonun resmi görüşü olarak değerlendirilmektedir. 4 Kasım 2000 tarihinde Komisyona yöneltilen P-3884/00 sayılı işyerlerinde, baş örtüsünün yasaklanmasının ayrımcılık olup olmadığı şeklindeki soru önergesi oldukça dikkat çekicidir.
Soru, Komisyon adına şöyle cevaplandırılmıştır:" Konsey, iş ve meslekte eşit muamele şartlarının temini için bir genel çerçeve oluşturan 2000/78/EC sayılı direktifi kabul etmiştir. Bu direktifin 2. maddesi dine dayalı direkt veya dolaylı ayrımcılığı yasaklamaktadır. İslâmî baş örtüsü, İslâm dinine mensup olanların ayırıcı bir işareti olarak düşünülmektedir. Prensip olarak bir iş verenin işçilerine baş örtüsü takmalarını yasaklaması, dine dayalı ayrımcılık yaptığı şeklinde görülebilir. Dolayısıyla bu uygulama söz konusu direktife aykırıdır. (O.)., 06.06.2001, C 163E/221)
AB üyesi ülkelerin ve Türkiye’nin de aralarında bulunduğu aday ülkelerin temsilcilerinden oluşan 108 kişilik Konvansiyon, bir buçuk yıl süren bir çalışma sonunda "AB Anayasası" taslağını hazırlamış ve 20 Haziran 2003 tarihinde Selanik’te yapılan zirveye sunmuştur. Gerek Konvansiyon çalışmaları sırasında, gerekse daha sonraki süreçte AB Anayasası’nda Hıristiyanlığa atıfta bulunulması, başta Vatikan ve bazı AB üyesi ülkeler tarafından ısrarla istenmiştir. Almanya, Fransa ve İngiltere gibi büyük ülkelerin lâik kazanımları savunduğu müzakereler sonunda, bir ortak yol bulunarak AB Anayasası’nın giriş bölümüne, "Avrupa’nın kültürel, dinsel ve hümanist mirasından ilham alındığı" ifadesi konulmuştur, (http://www.abhaber.com) Yukarıda, Nice Zirvesi’nde kabul edildiğini söylediğimiz "AB Temel Haklar Şartı" Anayasada aynen yer alacak, dolayısıyla din özgürlüğü de Anayasaya girmiş olacaktır. (AB Anayasası, birliğe üye 25 ülkenin devlet başkanları tarafından 29 Ekim 2004 tarihinde yapılacak bir törenle, Roma’da imzalanacaktır. İmza töreni için Roma’nın seçilmesi sembolik bir anlam taşımaktadır. Çünkü AB’nin temelleri 25 Mart 1957 tarihinde Roma’da imzalanan "Roma Anlaşması" ile atılmıştı.) Temel antlaşma metinlerinden ve ikincil hukuk müktesebatından yaptığımız alıntılar, Birliğin tüm dinlere eşit muamele ettiğini göstermektedir. Avrupa Birliği bugün, insanı merkez edinmekte, insanların huzur ve mutluluğunu en ön planda ele almaktadır, insanlar arasında düşmanlığa sebep olabilecek, etnik ve dinsel temele dayanan ayırımcılık ve ırkçılık gibi tüm olumsuz hareketleri yasaklamakta; hak ve özgürlüklerin korunması, hukukun üstünlüğü ve demokrasinin geliştirilmesine de katkı sağlamaya çalışmaktadır.
Teorik olarak olumlu görünen bu atmosferde olumsuz bir durum olarak, Avrupa genelinde insanların dinden uzaklaşmaları gerçeği göze batmaktadır. Avrupa toplumu dünyevileşmiştir. Özellikle büyük şehirlerde kiliseler giderek üye kaybetmekte ve Hıristiyanlık sosyo-kültürel olarak önemini yitirmektedir. Kiliselerin özellikle eğitim, sağlık, ekonomi vb. alanlarda, bilimsel literatürde etkin bir şekilde var olmalarına, kurum olarak önemli bir rol oynuyor olmalarına ve hayatın her alanıyla ilgili görevler üstlenmelerine rağmen, giderek bireyselleşen Avrupa’da dinin öneminin azalması, Birliğe üye olma arifesinde bulunan ülkemizde de, özellikle dini pratikler itibariyle canlı olan dini hayatta, böyle bir sürece girileceği endişesini çağrıştırmaktadır. Dolayısıyla, sağlam dini bilgiye ve samimiyete dayanan bir dini hayatın egemen olabilmesi için, şimdiden yoğun bir çalışma başlatmak gerekmektedir. Hayatın hemen her alanıyla ilgili kurum ve kuruluşlarla insanlara yaklaşmaya, onların ihtiyaçlarını gidermeye çalışmak da ayrı bir hedef olmalıdır.
Ülkemiz AB üyesi olsa da olmada da, ülkemizde ve yurt dışında yaşayan vatandaşlarımız ve soydaşlarımızın hâlen karşı karşıya oldukları bazı problemler vardır. Örneğin son yıllarda, aynı okullarda okuyan, aynı mahallelerde büyüyen, aynı işyerlerinde çalışan Türk ve yabancı gençlerin, her iki taraftan ailelerin karşı çıkmalarına rağmen evlilik dışı beraberlikler yaşamakta oldukları, bu şekilde yaşamak isteyen gençlerin büyük bir bölümünün aileden koptuğu, evlilik dışı olan çocukların, daha çok kiliselerin bu şekilde doğan çocukları sahiplenmek üzere kurduğu evlere teslim edildiği bir vakıadır. Bunlara ilaveten gençliği tehdit eden uyuşturucu, kumar, içki gibi alışkanlıkların yanında, diğer yıkıcı ve bölücü grupların faaliyetleri önemli bir yer tutmaktadır. Önümüzdeki süreçte daha da yoğunlaşacağı tahmin edilen bu problemlerin çözümü için yoğun bir çaba gösterilmesine ihtiyaç vardır.
Yine gerek yurt dışında, gerekse yurt içinde yaşayan vatandaşlarımız, özellikle gençlerimiz, çeşitli yönlerden Hıristiyanlığın tesiri altındadırlar.
Yoğun bir misyonerlik ve Hıristiyanlık propagandasına muhatap bulunmaktadırlar. Özellikle yurt dışında, okul öncesi eğitim yerleri olan kreş ve yuvalar ya doğrudan doğruya kiliseye aittir, ya da bağımsız olduğu halde dindar öğretmenlerin elinde ve dolaylı olarak tesir altındadırlar. Okullarda çeşitli bayramları kutlamak için yapılan eğlenceler, belli etmeden Hıristiyanlığı empoze etmektedir. Çocuklar belli aralıklarla kiliseye götürülmekte, ilk, orta, lise gibi okulların açılış-kapanış törenleri kiliselerde kutlanabilmektedir. Türk aileler ve öğrenciler sık sık ziyaret edilerek, onlara çeşitli yardımlar vaat edilmektedir. Bu faaliyetlerin önümüzdeki süreçte ülkemizde oldukça yoğunlaşacağını tahmin etmek güç değildir. Din ve vicdan özgürlüğü bağlamında Avrupa normlarına göre tabii görülen bu faaliyetler karşısında zayıf düşmemek, gençlerimizi bilgisizliğinden dolayı başka dinlerde kurtuluş arıyor olarak görmemek için toplumun her kesiminin üzerine düşen önemli görevler bulunmaktadır. Bu konuda da gerekli çalışmaların ivedilikle yapılmasına ihtiyaç vardır.
Diğer taraftan, bugün Batı’da, oradaki Müslümanların hayatlarını ciddi şekilde ve olumsuz olarak etkileyen, zaman zaman da tıkayan, orijinal adıyla "Islamophobia," yani "İslâm korkusu," vakıası vardır. Bu "fobi" 11 Eylül sonrasında daha da artmıştır. Sistematik olarak devam eden ve İslâm’ı şiddet ve terörle irtibatlandıran yayınlar da, Batı’daki İslâm algısının daha da kötüye gitmesine sebep olmaktadır. Demokratik-lâik yapısıyla ülkemiz ve ılımlı İslâm imajıyla dikkat çeken vatandaşlarımız, bu fobinin yersiz olduğunu göstermesi bakımından en güzel örnek olarak görülmektedir. Batı ile ilişkilerimizin gittikçe yoğunlaşacağı önümüzdeki süreçte, Avrupa ülkelerinde düzenlenecek bilimsel ve kültürel aktivitelerle dinimizi ve insanımızı onlara en iyi bir şekilde tanıtmaya, Avrupa insanını tarihten gelen önyargılarından kurtarmaya yönelik çalışmalar yapılmalıdır. Başkanlığımız, Batı ülkelerinde görev yapan yaklaşık 1000 civarındaki personeliyle önemli bir potansiyel oluşturmaktadır. İyi yetişmiş görevlilerin rehberliğinde, azınlık olmanın getirdiği içine kapanma ve karmaşık yapılanmadan kurtulmuş bir Müslüman topluluğun, kuracağı itibarlı kurum ve yapacağı faaliyetlerle Avrupa insanını İslâm’a ısındırmaları hatta İslâm’ı onlara benimsetmeleri mümkün gözükmektedir. Bu bağlamda, sade ve anlaşılır olarak, bulunulan ülkelerin dillerinde yapılmış meallere, basılı ve görsel yayın yapacak güçlü bir medyaya ve özellikle akademik çevrelerde önemsenecek periyodik ve derleme yayınlara ihtiyaç bulunmaktadır.
Kiliseler, AB’nin oluşum sürecinde ve son dönemde Avrupa Anayasasının şekillenmesi sürecinde, tartışmanın tamamen içinde olmuşlar ve AB’nin oluşumunu her aşamada desteklemişler ve şekillenmesine katkıda bulunmaya çalışmışlardır. Ulusal düzeyde yapılan çalışmaların yanı sıra AB düzeyinde Protestanların kurduğu Avrupa Kiliseler Konferansı Kilise ve Toplum Komisyonu (KEK) ve Katoliklerin kurduğu Avrupa Topluluğu Bişoplar Komisyonu (COMECE) ve diğerleri yaptıkları çalışmalar, yayımladıkları bildirilerle Hıristiyan değerlerin Birlik düzeyinde etkili olmasına çaba göstermektedirler. Sivil toplum örgütleri olarak adlandırılabilecek bunlar ve diğer kuruluşlarla, Avrupa’nın daha müreffeh bir kıta olması yolunda ortak çalışmalar yapılabilir gözükmektedir. Zira, Türkiye’nin henüz dahil olmadığı Birlik sınırları içerisinde, on milyonlarla ifade edilen bir Müslüman nüfus ile İslâm, Birliğin ikinci büyük dini durumundadır. Başka bir ifade ile İslâm, Avrupa’nın bir gerçeğidir. Türkiye’nin üyeliği ile Birliğin Müslüman nüfusu yüz milyonun üzerine çıkacaktır. Birlik vatandaşlarının huzuru açısından Müslüman ve Hıristiyan toplumların birbirlerini iyi tanımalarına ihtiyaç vardır. Bu alanda da Başkanlığımız önemli bir potansiyele sahiptir. Müslüman toplumla iç içe olan ve bir anlamda onlara liderlik pozisyonunda bulunan görevliler, yapacakları çalışmalarla aracı rol oynayabilirler ve başarılı bir sonuç çıkarabilirler. Bu konuda yapılacak projelere AB kurumlarından destek bulunabileceği düşünülmektedir. Yapılacak ortak çalışmalar, Avrupa insanının gözünde daha makul ve makbul olacak; İslâm, ön yargıdan arınmış muhataplara daha kolay ve güzel bir şekilde sunulmuş olacaktır.
Tüm dinlere eşit muamele eden Birlik üyesi ülkelerde yaşayan Müslümanlar, dinlerini yaşama konusunda karşılaştıkları problemleri aşmak için, hukuk yolunu kullanmayı öğrenmelidirler. Ulusal mahkeme aşamasından sonra, kendisini dini özgürlüklerin de koruyucusu olarak gören ATAD’ a müracaat etmekten geri durmamalıdırlar. Örneğin, dinî bayramların tatil olarak tanınması talebinde bulunmak, böyle bir kapıyı açabilecektir. Hıristiyan ve Yahudilerin dinî bayramlarının tatil olarak kabul edildiği üye ülkelerde, eşitlik prensibi, din özgürlüğü ve herkesin kendi dinini yaşamasına imkân tanıma mecburiyeti, neticede bu ülkelerde yaşayan Müslümanlara dinî bayram günlerinde, en azından izinli sayılmaları imkânını getirebilecektir.