Makale

AVRUPA BİRLİĞİ SÜRECİNDE Din Faktörü

AVRUPA BİRLİĞİ
SÜRECİNDE
Din Faktörü

Doç. Dr. Osman Cilacı
Süleyman Demirel Üniv. İlahiyat Fakültesi

AB adını almadan önce de Türkiye’nin bu birliği oluşturan ülkelerle çeşitli temas ve devletler arası ilişkilerde bulunduğu bilinmektedir.
Kırk yılı aşkın süredir Türkiye’nin AB ülkeleriyle giriştiği ilişkilerin yeni bir anlam ve boyut kazanması, Helsinki Zirvesi’nden sonra gerçekleşmiştir.
Gerçekte Ankara Antlaşması ile AB’ye tam üye olma hakkı tanınmasına rağmen Türkiye, o merhalede gerekli iradeyi göstermemesi ve entegrasyon için ileri sürülen şartlar yüzünden, bu hakkını iyi bir şekilde değerlendirememiştir. Bu süreçte AB’nin her konuda Türkiye’nin yanında yer aldığını söylemek ne kadar imkânsızsa, birlik üyesi olmak için sosyal, ekonomik ve siyasî alanda gereken reformların tam anlamı ile tarafımızdan hayata geçirildiğini söylemek de o kadar imkânsızdır. (M.Zeki Aydın, AB Ülkelerinde Din Öğretimi, Türkiye’de Din Eğitimi ve Sorunları Sempozyumu, Adapazarı 2001).
Türkiye’ye gelen yabancı sermayeden % 60’ın üzerindeki pay, AB ülkeleriyle olan ticarî ilişkiler çerçevesinde gerçekleşmektedir.
Yakın maziye göz atılırsa Türkiye’nin, AET’ye katılma yolunda ilk başvuruyu 1959 yılında yaptığı görülür. Bu temasların, Türkiye’nin adaylık ilânı ile yeni bir sürece girmesi Helsinki Zirvesi (Aralık 1999)’yle olmuştur. Bugün gelinen noktada bu tarih önemli bir kilometre taşını teşkil etmektedir. Görmezden gelinmeyecek bir başka nokta da Nis toplantısında, 2010 yılına kadar Türkiye’ye üyelik hakkının verilmeyecek olmasıdır. Şartlar müspet şekilde gelişmiş olsa bile, üyelik görüşmelerine başlayabilmenin zaman alacağını bilmek açısından, Türkiye için bu toplantı önem arz etmektedir.
Bütün bunlar Türkiye’nin "uzun ince bir yolda" olduğunu, küreselleşmenin getirdiği ivmeyi iyi değerlendirmesi gerektiğini bir kez daha gözler önüne sermektedir.
Türkiye’nin Kopenhag zirvesi (22 Haziran 1993) kararları çerçevesinde "siyasî", "ekonomik" ve "uyum" başlıkları altında ifade edilen kri- terler’e uyacağını taahhüt etmesi, bunları büyük ölçüde kanun ve yönetmelikler hâlinde düzenleyerek parlamentosundan geçirmesi, tam üyelik için müzakere tarihi almasını sağlayacak alt yapıyı büyük ölçüde oluşturmuş bulunmaktadır.
Burada AB’ye giriş sürecinde gerek Türkiye, gerek birlik üyesi ülkelerin din faktörüne yaklaşımları ve din hürriyetini algılayışları değerlendirilmeğe çalışılacaktır. Konuya bir değerli ilim adamımızın şu çarpıcı tespiti ile bakmakta yarar vardır: "Din her şeyden önce bir ilim ve tefekkür işidir. Bu ilim ve tefekkürü hazırlayan eğitim müesseseleri olmadan memlekette ne din, ne lâiklik, doğru düzgün anlaşılabilir. Halbuki bizde iktidar sahipleri uzun yıllar din eğitimi deyince, Müslüman cemaatine namazda rehberlik eden ve zaman zaman ahlâkî öğütler veren cami hocası zümresini anlamışlardır." (Erol Güngör, İslam’ın Bugünkü Meseleleri, İstanbul, 1982,s.76)
Din, modern sosyal ilimlerce "temel sosyal kurum"lardan biri olarak kabul edilmiştir. Bu bakımdan insanlık tarihi din vâkıasıyla daima karşı karşıya bulunmuş, dünya durdukça da bu konumda olmaya devam edecektir. Çünkü başlangıçtan beri dini öğrenme keyfiyeti, birbirine bağlı ve birbirinden ayrı pek çok ilmin vücut bulmasını sağlamıştır. Antropoloji, insanın doğuştan dindar olduğunu tespit etmiş bulunmaktadır.
AB’yi oluşturan ülkelerde şu an yaklaşık otuz milyonun üstünde bir Müslüman kitlenin yaşadığı nazar-ı dikkate alınır, tam üyelik statüsüne kavuştuğu takdirde yetmiş milyonluk Türk nüfusu da bu rakama eklenirse, yüz milyonluk Müslüman bir kitleden SÖZ edilecektir.(Osman Cilâcı, Türkiye’de Din Eğitimi, Tabula-Rasa, Ağustos, 2004, sy.XI)
Birlik üyesi ülkelerin temelde din itibariyle Hıristiyan kökenden gelmiş olmaları, AB’nin bazı çevrelerce Hıristiyan Kulübü diye algılanışı, Pa- pa’nın bir konuşmasında (9 Kasım 1982), "Avrupa Hıristiyanlık olmadan anlaşılamaz, Hıristiyanlık Avrupa kültür kimliğinin önemli bir unsurudur." tarzındaki ifadesi, vb. hususlar, Türkiye AB’ye ciddi şekilde girmek isteyince, din açısından entegrasyon problemini gündeme getirmiştir.
Yaklaşık yirmi yirmibeş yıl öncesine dayanan bu tür bir düşünce ve anlayış, günümüzde oldukça tavsamış, Müslüman-Hıristiyan diyalogları ile de yeni bir "söylem"e bürünmüştür. Öyle görünüyor ki, Türkiye hem "Müslüman" kimliğini koruyarak AB’ye tam üye olacak, hem birlik ülkelerinden farklı olan bu kimliği uyum açısından bir problem teşkil etmeyecektir. Bir başka açıdan AB üyeleri Hıristiyan olmakla beraber "mezhep" itibariyle farklılıklar arz etmekte, Hıristiyan dünyasında mezhepler arası farklılık âdeta din ayrılığı bağlamında algılanmaktadır. Bir Hıristiyan çok rahatlıkla Katolik, Protestan, Anglikan "din"inde olduğunu söyleyebilmektedir. Halbuki bunlar Hıristiyanlığın "mezhep" diye isimlendirilebilecek kollarıdır. Şunu da belirtelim ki, günümüzde Almanya, Avusturya, Belçika, Finlandiya, Hollanda, İrlanda, ispanya, İtalya, Lüksemburg ve Norveç’te "mezhebe dayalı" olarak din eğitimi verilmektedir. (Mustafa Tavukçuoğlu, Avusturya’da Din Eğitimi, Konya, 2002,s. 64)
Hâl böyle olmakla beraber, Katolik kilisesi AB ortamında ahlâkî değerlere yeterince yer verilmediği için kaygı duymuş, Protestan kilisesi epeyce bir süre AB’ye çok yakın ilgi göstermemiştir. (Mehmet S. Aydın, Avrupa Birliği ve Din, Türkiye AB ilişkileri Sempozyumu, Ankara, 16-1 7 Mart 2001)
Çağın gerektirdiği aktiviteyi göstermeyen ve istenilen performansı sergilemeyen Ortodoks kiliselerine rağmen AB ülkelerinde faaliyetlerini sürdüren diğer kiliselerin aynı durumda oldukları söylenemez; çünkü onlar siyaset kurumlarına müda-hil oldukları gibi, millî ve milletler arası etkinliklerde varlıklarından söz ettirmekte, kurum ve kuruluşlarla giriştikleri ilişkilerde değişim sürecine ivme kazandırmakta, ayrıca birlik ülkesi devletler, kendi topraklarında yaşayan dinî cemaatleri tanımaktadırlar.
Bütün bunlara ilâve olarak, kilisenin AB ülkelerinde saygın bir yere sahip olduğunu söylemek abartılı bir ifade değildir.
(Kemal Aytaç, Avrupa Eğitim Tarihi, İstanbul, 1992, s. 76)
AB’nin her geçen gün çok dinli, çok kültürlü bir yapı hâlini alması, giderek onlarda da devletin bir tek inancı himaye etmesini anlamsız hâle getirmekte, bu da, dinin ön plânda mütalâasını güçleştirmektedir. Bu anlayışın bir başka yansıması klâsik "oryantalizm"in "Hıristiyanlar ve diğerleri" şeklinde formüle edile gelen söylemini de rafa kaldırmak anlamına gelecektir. Türkiye henüz özerkleşmesini tamamlamamış olmakla beraber, Diyanet işleri Başkanlığı’nı, yeterli dinî öğretim ağırlığı bulunmayan İmam-Hatip Liselerini, yine aynı kefede tartılabilecek yüksek din öğretimi veren ilahiyat Fakültelerini bir bütün hâlinde gözden geçirerek, AB ülkeleri bazında yeniden bir yapılanmaya gitmelidir. (Beyza Bilgin, Eğitim Bilimi ve Din Eğitimi, Ankara,1995, s. 67) Bu kurumlara paranoyak bir yaklaşımla yamanmak istenen "irtica" yaftası da, AB süreci doğrultusunda cesaretli ve kararlı adımlar atıldığı takdirde kendiliğinden çözüme kavuşacaktır. Çünkü bugün Türkiye, hiç de küçümsenmeyecek ölçüde İslam’ı çağın şartları doğrultusunda yorumlayacak bir ilâhiyatçı potansiyeline sahip bulunmaktadır. (Halis Ayhan, Din Eğitimi Tarihi, İstanbul, 1999)
AB ülkeleri kanunlarında, din özgürlüğü dışındaki din eğitimi için genel manada bağlayıcı hükümler yoktur. Çünkü din eğitimini uygulama bağlamında her ülke tarihî, siyasî ve İçtimaî yapısını göz önünde bulundurarak din dersine yer vermektedir. Ayrıca bu ülkelerin anayasalarında din konusunda ortak ilkelerin bulunduğu bilinmektedir. Türkiye tam üyelik statüsünde bu kervana katıldığında, din faktörünü ve din özgürlüğünü bütün kurumlarıyla yeniden organize etmekte hiçbir sakınca görmeyecektir. (Cemal Tosun, Türkiye’de Din Eğitimi ve Öğretimine Genel Bir Bakış, Tartışılan Değerler Açısından Türkiye, Bildiriler, Ankara, 1996, s. 78) AB ülkeleri arasında oluşmakta olan "Avrupa vatandaşlığı" kavramı, bu yaklaşıma bir başka açıdan kolaylık sağlayacaktır. Bundan ayrı olarak iki AB ülkesi(Avusturya, Belçika) nın İslâm’ı, resmî "din" olarak kabul ettiği gözden uzak tutulmamalıdır.