Makale

ŞİDDETİN KARMAŞIK DÜNYASI

Prof. Dr. Naci Bostancı

ŞİDDETİN
KARMAŞIK DÜNYASI

Şiddet denildiğinde, bu kavramın neleri içerdiği konusu bir ölçüde açıklıktan uzaktır. Çünkü maddî olduğu kadar moral şiddet uygulamalarından da bahsedilebilir ve böylelikle kavramın sınırları hemen hemen her tür zor kullanımını kapsayacak şekilde genişletilebilir. Oysa kavramların işe yarar anlamlara sahip olmaları ve bağlamlarına uygun şekilde kullanılmaları, her şeyle ilişkilendirilerek bir anlam enflasyonuna uğratılmalarıyla değil, aksine sınırları üzerine az çok kurulacak bir mutabakat ile mümkündür.
Bu çerçevede şiddetin, rıza hilâfına yönlendirme için fizîkî zorlamaya maruz kalınması biçimindeki tarifinde önemli ölçüde anlaşıldığı söylenebilir. Böylelikle bir şiddetten bahsedilebilmesi için iki temel hususun aranması gerekiyor: Öncelikle fizîkî zorlama olacak, nihayet buna maruz kalan kişi (veya grup, topluluk) iradesi dışında bir yönlendirmeyle karşı karşıya bulunacak.
Şiddete karşı olmak
Şiddetle ilgili popüler klişelerden birisi, "şiddete karşı olmak"tır. Burada kastedilen elbette meşruluğu tartışmalı ve bir tahakküm stratejisi olarak kullanılan şiddettir. Ancak her bakımdan şiddeti reddetmek sanıldığı gibi barışçı bir dünyanın kurulmasını sağlayacak bir politika olmadığı gibi, kendisini gerçekten böyle bir konumda görüp, her halükârda bu durumunu muhafaza etmeye niyetli olanların sayısı da sanıldığı kadar yüksek değildir. Semantik düzeyde "şiddete karşı olmak", yükümlülüğü olmayan bir iyi niyet gösterisidir; sorun, gerçek hayatın içindeki olgular karşısında insanın ne yaptığıdır. Özellikle iktidar sahibi olmak ve hiyerarşik olarak doğrudan ya da kitabına uydurulmuş şekilde, "şiddete açık" alt kademelerle bir arada bulunmak bu açıdan test edicidir.
Yine, ilkel toplumlarda ya da modern toplumlarda olsun, şiddetin tarafları "çeşitli gerekçelerle" kendi muhakeme biçimlerini ve tutumlarını meşrulaştırırlar, "haklı ve yerinde" görürler, karşı tarafı ise "şiddetin doğmasına neden olan barbarlar" olarak nitelerler. Her iki taraf da kendisini şiddet olayının faili olarak görmez; dolayısıyla bu akıl yürütme hem şiddetle iç içe olmayı doğurur, hem de herkesin "ahlâken" şiddete karşı çıkma değer yargısı sahipliğini ve haklılığını muhafaza etmesine imkan verir.
Bu konuda mitosların da bize söylediği farklı değildir. Rene Girard "Şiddet ve Kutsal"da, şiddetin karşılıklı failleri olan Teiresias ile Oidipus arasındaki bir konuşmadan hareketle şunları söyler: "Şiddete dayalı farksızlaşma ve çatışma hâlindeki kişilerin kimlik yitimi, trajik ilişkideki hakikati tam olarak dile getiren replikleri, birdenbire anlaşılır duruma getiriyor."(Şiddet ve Kutsal; 101) Çatışmanın tarafları karşılıklı tanımlama ve suçlamalarında "şiddet eğilimi “dahil? her konuda "suç"u karşı tarafa atmaktadır..
Öte yandan şiddete karşı pasifist mücadele türleri az da olsa tarihte maxcut5p8tılalardan birisi olarak Hindistan’ın bağımsızlık mücadelesi Gandhi tarafından pasifist yöntemlerle yürütülmüş ve netice alınmıştı; ancak buna benzer ikinci bir örnek verilemeyeceği gibi, Gandhi’nin mücadelesiyle eski sistem sömürgeciliğin so bulması arasındaki derin ilişki de hesaba katılmadan, Hindistan’daki süreci anlamak kolay olmaz.
Şiddet uygulama isteği ile şiddete karşı olma değer yargısı bazen o kadar karmaşık bir şekilde iç içe geçer ki, şiddeti önleme ya da şiddetsiz bir dünya kurma "yüce ideallerinin bir aracı olarak dahi şiddete başvurulabilir ve büyük yıkımlar gerçekleştirilebilir. İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesini sağlayan önemli olaylardan birisi Japon adalarına atom bombası atılmasıydı. Keza ABD, Irak’ın devrik lideri Saddam Hüseyin’in bir despot olarak dünya barışı için tehlikeli girişimleri olabileceği değerlendirmesi ve Irak’a barış, özgürlük getirme iddiası ile II. Körfez savaşını başlatmıştı. Bu türden örnekleri çoğaltmak, şiddet karşıtlarının şiddeti üzerine tarihten sayısız örnek göstermek mümkündür.
Şiddetin kökeni
Şiddet üzerine yürütülen antropolojik çalışmalarda, bu tutumun hemen hemen evrensel nitelikte olduğu gözlenmektedir. David Me Knight, "Avustralya’daki Aborigine"lerin Kampında Toplu Dövüş’’ başlıklı makalesinde, 1966 yılında Morngton Adası’ndaki alan çalışmasında, ilk defa yerliler arasında bir toplu dövüşe şahit olduğunu, çok heyecanlandığını, olan biteni öğrenmek için çaba harcadığını, bunu gören bir yerli kadınının gülerek, "Hiç acele etmemesi gerektiğini, çünkü burada bulunduğu sürece daha bir çok kavgaya şahit olma şansı olacağını" belirttiğini ifade eder. Gerçekten de üç yıllık alan çalışması sırasında, "yüzlerce" kavgaya şahit olur ve artık onları vakayi adiyeden görmeye başladığı için not etmeyi bırakır. Onu şaşırtan, "Nazik, candan, iyi kalpli ve keyifli bu insanlar"ın bir tartışmada birden saldırganlaşmaları, küfürbaz olmaları ve "erkeklerle birlikte kadınların da" hemen dövüşmeye hazır bulunmalarıdır. (Antropolojik Açıdan Şiddet; 1 71-2) Şiddetin buradaki rolü, toplumsal ilişkilerin biriken öfkelerini tüketmektir. Bir bakıma modern toplumlarda sporun işlevini, önemli ölçüde kontrollü olan bu şiddet ifa etmektedir.
Fransız Antropolog Clastres, savaş düşünülmeden ilkel toplumun düşünülemeyeceği kanaatindedir. "İlkel toplumsal varlıkta içkin ve onun işleyiş tarzının dolaysız ve evrensel verisi olarak savaşçı şiddet, vahşilerin evreninde bu toplumun varlığını bölün- memişliği içinde korumanın, her topluluğu yekpare bütünlüğünün özerkliği içinde, özgür ve diğerlerinden bağımsız tutmanın başlıca aracı olarak ortaya çıkar." (Vahşi Savaşçının Mutsuzluğu; 208) Bu tespit, savaşçı şiddet olmadan "ilkel toplumların" kendi varlıklarını koruyamayacağı, kişisel kimliği de kapsayan bir şekilde kabilevî varoluşla, savaş arasında bir kader ortaklığı bulunduğu iddiasını içermektedir. İlkel toplumlarda elbette herkes savaşçı değildir; ancak bu, diğerlerinin savaşa ilgisiz kaldıkları, şiddetin doğmasında bir rol ifa etmedikleri anlamına gelmez. Bu kesimler de savaşı yüceltir, galip gelmiş savaşçıları över, onların kahramanlıklarını bayramlarda "şarkılarla" yad ederler. Clastres bu türden değerlendirmelerin ardından sözünü şöyle bağlar: "O halde toplum ile savaşçı arasında olumlu bir bağ vardır." (A.g.e.;210)
Savaşın ilkel toplumlar gibi, modern toplumlar üzerinde de benzeri bir etki yarattığını söyleyebiliriz. Kolektif kimliklerin teşekkülünde "öteki" olarak kurulan düşman, sürekli canlı tutulan bir hasımlık kültürü, tarihteki savaşlardan kimlik ve gelecekteki varlık adına çıkartılan dersler, bu anlamda örnekler olarak karşımıza çıkar.
Şiddetin kimi ilkel toplumlarda bir başka uygulanış biçimi de, gençlerin erkekliğe kabul törenlerinde onların bedenlerine işkence yapmaktır. Bazen günlerce süren bu işkenceler sırasında genç erkekler ancak bayılırlarsa işleme ara verilmekte, sonra yeniden başlanmaktadır. Hatta çekilen acıyı daha da artırmak amacıyla vücutta yaralar açmak, kafa derilerini kesmek için kör bıçaklar, uçları testere gibi olmuş taşlar kullanılmaktadır. Bu işkencelerden amaç, kabul törenini "unutulamaz" kılmak, acı yeteneğini sınamak, kişiyi kabileye ait kılmak, kişiye büyük bir haz olarak toplumsal hayranlığı sunmak vs. dir. Burada kontrollü iç şiddetin aynı zamanda dışarıya, ötekilere, düşmanlara karşı şiddetin bir hazırlığı olarak da görmek gerekir. Nitekim bu savaşçılar düşmanla büyük bir cesaretle savaşmakta, ölümlerden ve işkencelerden korkmamakta, kabilelerinin kolektif kimliğini yıldırıcı bir cesaretle donatmaktadırlar. Bu örneklerin de gösterdiği gibi, ilkel dünyada şiddet doğrudan doğruya kimlikle ilgiliydi ve çelişkili bir şekilde kendisine olumlu bir anlam atfediliyordu.
İlkel dünyada şiddetin yerine ilişkin bir başka örneği Ca- netti’den alabiliriz: "Yoruba’nın müstakbel kralları önceden dövülürdü... Sierra Leone’da kral, kral ilan edilmeden önce zincire vurulur ve iyice dövülürdü." (Kitle ve İktidar; 415) Buradaki şiddetin ise, halk tarafından eline iktidar gücü (ve bir bakıma şiddet kullanma hakkı) verilen kişiye, kudret kaynağının ne olduğunu unutulmaz bir şekilde hatırlatma vardır. Buradaki şiddetin, modern toplumlar- daki devletin gücünü kısıtlayan kurumların varlığına benzer bir işlevi yerine getirdiği söylenebilir.
Modern dünya
Şiddetin kökeni başlığının ilk örneği olan Aborigine’lerin "vahşi oldukları" ifadesiyle, orada yaşanan şiddeti "olağan" karşılamak gerektiği tezi, tarihin her döneminde şiddetin varolduğu dikkate alındığında, insanoğlunu beraat ettirmez. Tıpkı Aborigine’ler gibi "Nazik, candan, iyi kalpli ve keyifli" metropol sakinlerinin de trafikte ne kadar sal- dırganlaşabileceklerini herhalde görmeyen kalmamıştır. Rasyonel açıdan bakıldığında, kaderleri birbirine bağlı, bu yüzden ancak kurallara uyulması hâlinde can ve mal kayıplarının yaşanmayacağı trafik düzeninde, neredeyse her birey kendi inisiyatif alanını alabildiğine genişletme, zımni bir öncelik hakkı tanıma, çifte standartlı bir sürüş kuralları repertuarıyla davranma, diyebileceğimiz bir zihni dünya ile bulunur. Trafik düzeninin "nesnel aklı" ile sürücülerin "kendilerini önceleyen akılları" nın, her karşılaşmada şiddete davetiye çıkartması kaçınılmazdır.
Modern toplumların şiddeti başka bir bağlama taşıyarak olumlamaları sadece "trafik"le sınırlı değildir; genel düzeyde toplumun içinde dolaşımda olan değerlerde de çelişen bir çok hüküm, sahte bir bütünlük içinde bir arada bulunur, insanlara bir yandan özgür bireyler olmaları öğütlenirken, aynı zamanda iktidar karşısında itaate de çağrılırlar; "bilgi" en önemli stratejik bir değer olarak öne çıkartılırken, aynı zamanda herkesin bilgiye ulaşımının önüne çeşitli engeller dikilir ve bunlar meşrulaştırılır.
Tüm karşılaştırmaların ötesinde, her kültürel sistem kendini "hakikileştirip", ötekini "sunî bir kurgu" olarak nitelerken, kendine ait yanılsamaları bağlılarının gözünden saklamaya çalışır. Böylelikle doğanın bir dublikasyonu olarak takdim edilen "kültürümüzün" ötekisi diğer "kültürler" olmaktadır. Bazen bu yaklaşım, "Beyaz adamın eşsiz ve başkalarınca hiçbir şekilde kavranamaya- cak, içselleştirilemeyecek kültürü" anlayışı, dolayısıyla bir yandan etnosentrik ve "kültürel ırkçı" bir kategori doğururken, diğer yandan insanoğlunun "ilerleme çizgisinde nihai merhaleyi oluşturduğu için de "modernleşmek isteyenlerin" kaçınılmaz olarak talep etmeleri gereken bir aşama biçiminde gösterilmeye çalışılır. Modern dünyaya ait bu türden çelişkiler uzun bir repertuar oluşturur.
Weber ve şiddet
Şiddet konusunda ise Max Weber’i hatırlamamak imkansızdır. Weber devleti tanımlarken, "Birliğin bütünlüğünü ve devamını sağlayan, en yüksek kararları olan ve şiddet tekeline sahip organizasyon," ifadesini kullanır. Böylelikle şiddet kişisel ya da gruplara ait keyfi kullanımdan "bir bakıma çıkartılarak" kolektif bir akılla, toplum yararına kullanacağı varsayılan devletin ellerine bırakılır. Aslında bu tanımlama bir öneri olmaktan çok fiilî bir durumu anlatmaktadır. "Şiddeti yasal olarak örgütleyen, toplum yararına kullanarak onu meşrulaştıran ve bu alanda tekeli olan" devletin, tam da bu tespitlere uygun ulusal ve uluslar arası politikalar yürüteceğinin herhangi bir garantisi yoktur. Yasama, yürütme, yargı güçlerinin ayrılığından Montesquieu’nün beklediği gibi ne kadar "siyasal özgürlükler" çıkıyorsa, aynı şekilde şiddet konusunda da o kadar "kitaba uygunluk" durumu beklenmelidir. Thomas Hobbes’in egemen ile toplum arasında kurulan "sözleşme" ile iradelerin egemene teslim edildiği, halk adına bu yetkilerden vazgeçiş bir kez yaşandığında da artık bir daha hiçbir şekilde hak talebi doğamayacağı görüşünün, aradan dört yüz yıla yakın zaman (Leviathan, yayınlanış:1656) geçmiş olmasına rağmen, hâlâ bize bugünü anlamada önemli ipuçları verdiğini anlıyoruz. Dünyanın son yüz yıllık tarihinde yaşanan savaşlar, çatışmalar, işgaller, yahut kimi ülkelerin topraklarında yaşanan trajik insan hakları ihlâlleri, "devletlerin" "tekel olarak uhdelerine aldıkları şiddet kullanma yetkisini", "teoriye" uygun şekilde fiiliyata taşımadıklarını, sivil kesimden gelen tepkileri ise dikkate almadıklarını ortaya koyuyor.
Elbette tüm bu yaşananlara rağmen hâlâ "neyin şiddet olduğu" konusunda, kafa karışıklığı giderilebilmiş değildir. Özellikle kitle iletişim araçlarının propaganda amaçlı kullanımları, simülasyonlar, her gün daha gelişen ve insanın temel varoluşuna kadar nüfuz etme istidadı gösteren reklam teknikleri, kafa karışıklığını daha da artırmakta, şiddet dahil modern dünyanın çelişkileri üzerine ince bir şal çekmektedir. Her şeye rağmen bu şal elbette incedir ve altta olan hiyeroglifi sökme imkanı her zaman mevcuttur.
Sonuç
Şiddet, insanoğlunun tarihiyle yaşıt; şiddete itiraz, ahlâken reddediş ve nihayet karşı şiddet de aynı şekilde mevcut. Genellemelerin yanıltıcı yanları saklı kalmak kaydıyla, şiddet uygulayanlar egemenler, şiddet uygulanan ve buna itiraz etmeye çalışanlar ise tabî olanlardır, denilebilir. Her durumda şiddet, "amaçsız, kör, salt saldırganlık" değil, aksine amaçlı, politik, sistematik ve -kategorik olarak- aklîdir. Prusyalı generalin, "Savaş, politikanın başka araçlarla devamıdır," meşhur sözünün de ima ettiği gibi, şiddet de politikanın uzantısıdır. O yüzden, maddî ve moral değerlerin piyasa şartları dışında, güç ilişkileri çerçevesinde paylaşma hâli devam ettikçe, öyle anlaşılıyor ki, şiddet de hayatımızın bir parçası olacak. Şiddete karşı ahlâkî söylemin netice alması mümkün değildir; ahlâk daha çok, şiddete maruz kalanların kendilerini daha haklı ve meşru görmelerine aracılık eder. Şiddet, ancak onu kullanan güce itiraz edebilecek mukabil bir güç aracılığıyla önlenebilir; fakat bu yeni gücün şiddete açık yapısı nasıl dengelenebilir, o da başlı başına ayrı bir sorun olarak insanoğlunun karşısında durmaktadır.