Makale

“Son Gazi”nin Ardından

“Son Gazi”nin Ardından
Doç. Dr. Halil Altuntaş
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

03 Nisan 2008 günü basın yayın organlarında son gazinin hayatını kaybettiği haberi yer aldı. Habere göre İstiklâl Savaşı gazisi 110 yaşındaki Yakup Satar, Eskişehir’deki evinde son nefesini verdi. Satar, 1898’de Kırım’da doğmuş, ailesi ile birlikte Eskişehir’e göç etmiştir. I. Cihan Savaşı’nda Basra cephesinde, İstiklâl Savaşı’nda ise Sakarya Meydan Muharebesi’nde savaşmıştır.

Haberi duyunca, “İşte bir devrin sonu” dedim. Bu cümlenin içinde neler saklı değildi ki! Üzerinde yaşadığımız coğrafyayı, şanlı bayrağımızı, bağımsızlığımızı, kısaca sahip olduğumuz her şeyi bize bırakabilmek için ev-bark, eş, çoluk-çocuk, anne-baba, mal-mülk, dünyalıklar adına neleri varsa hepsini bırakıp cepheye koşan o mübarek neslin son temsilcisi de aramızdan ayrılmıştı. Tarih bilgimiz ışığında savaşı getiren dönemlere doğru geri gidelim, biraz düşünerek tekrar günümüze gelelim; bu özel insanın aramızdan göçüşünün anlamını daha iyi kavrayacağız.

Bu duygular henüz içimde tazeliğini korumakta iken ertesi gün (04.04.2008) başka bir haber yer aldı basında: “Son Gazi yaşıyor.” Bir gün önce vefat eden Gazi Yakup Satar’ın yaşayan son gazi olmadığı, Çanakkale ve İstiklâl savaşlarına katılmış olan emekli Albay Mustafa Şekip Birgöl’ün hâlen İstanbul’da hayatta olduğu bildiriliyordu. Ölen gazimize Allah’tan rahmet dilerken hâlen yaşayan son kahramana sağlıklı günler diledim içimden. Ama duygularımda pek değişme olmadı. Çünkü “son gazimiz” yaşıyordu, ama gün gelecek o da bu milletin ellerinin arasından uçup gidecek ve kaçınılmaz şekilde “bir devir” son bulacak.

Dikkat edilirse, bu sözlerim arasında öne çıkan bir kavram var: Gazilik. Anlamını ve bizim için ifade ettiği değeri bir heykel somutluğu ile hafızamızda saklamamız gereken bir kavram bu.

Gazi, kutsal değerlerimiz uğrunda savaşanlarla onlara her türlü desteği sağlayan kimse demektir. (Taberani, el-Mu’cemu’l-Kebir, XIX, 27) Gazi ölürse şehit olur, sağ dönerse, “Allah yolunda cihat etmiş kimse” olarak hayatını sürdürür. Bu ruhu yaşatmak üzere tarihte birçok Müslüman devlet adamı gazi unvanını almıştır. Selçuklular döneminin “Gâziyân-ı Rûm” unvanlı mücahit zümresi de aynı anlayışın meyvesidir.

Hz. Peygamber’in hadislerindeki anlamı bu “gazi”nin. Dinî-sosyal kültürümüz, gazi kelimesine özel bir anlam yüklemiştir. Buna göre gazi, kutsal değerler uğurunda girdiği savaştan sağ çıkan kimsedir. Çok kere vücudunda bu mücadelenin bir izini taşır. Aldığı kılıç darbesi, vücuduna saplanan bir kurşun, bir şarapnel parçası onu teslim alamamıştır, ama onu tamamen de bırakıp gitmemiştir. Bir ya da birkaç yara izi vardır vücudunda. Bu izler birer şeref madalyası olarak taşınır ömür boyunca. Göğsünde taşıdığı madalyadan daha anlamlıdır bu izler onun için. Asılı olan düşer, unutulur, kaybolur ama vücuda “nakşedilmiş” olan hep onunladır. Çünkü milletin taktığı madalya aslında bu yara izlerini, bunların oluştuğu savaş alanlarını temsil ediyor.

Tolstoy, “Ölüm Manifestosu” adlı kitabında, Çar ordusuna katılmak üzere seçilecekler arasında olmamak için gençlerin ve özellikle onların ailelerinin sarf ettiği çabaların sergilendiği sahnelere yer verir. Hali vakti yerinde olanların “tuzu kuru”dur. Yoksullar ve çaresizler askere gönderilerek bu badire de atlatılmalıdır onlara göre.

Bir yerlerde herkes ölümden kurtulmanın yolunu ararken, “bizimkiler” ölüme ulaşmanın yolunu nasıl buluruz diye çaba harcadılar. Çünkü bizim aradığımız ölümün bir başka adı var: Şehitlik. Arar da bulamazsak ondan geri tutmadığımız gazilik var, onu kabulleniriz. Büyük sahabi Abdullah b. Ömer (ö. Hicri 73) daha çocuk yaşta iken Uhut savaşına katılmak istemiş, Hz. Peygamber kendisine izin vermeyince de, uygun yaşa gelinceye kadar üzüntü ve sabırsızlıkla beklemişti.

Hayatı cihat meydanlarında geçmiş olan büyük sahabi Halid b. Velid’i dinleyelim:
-“Bunca savaşa katıldım. Vücudumda kılıç yarası, mızrak yarası, ok yarası olmayan bir karış yer yok. Böyle iken bakın devler gibi ecelimle ölüyorum. Korkakların gözü uyku görmesin.” (İbnü’l-Esir, el-Kâmil fi’t-Târih, VII, 129)

Bağdat seferine katılmak isteyen, henüz bıyıkları terlememiş Osman adlı gencin temsil ettiği ruh da aynı İbn-i Ömer’inki ile aynı kökte birleşir: Padişah IV. Murat, düzenli ordunun yanında gönüllülerin de askere alınmasını ferman eder. Ancak bu gönüllüler sağlam yapılı ve yiğit olacaklardır. Öyle ki bıyıklarında tarak tutunabilmelidir. Henüz on sekizindeki Osman bu yiğitler arasına girebilmek için cebinden çıkardığı demir tarağı üst dudağına saplar ve der: “Sultanım işte tarak, işte bıyık...”

Artık Osman, orduya katılma iznini almış ve “Genç Osman” olmuştur.
Zaman ve coğrafya kutsal değerler için her şeyi göze almış olmayı nitelik bakımından etkilemez. Kore’de bıraktığımız aslanlarla, Kıbrıs’ta yazılan destanın kahramanları arasındaki fark, coğrafya farkından başka bir şey değildir. Kore, yüksek değerlerimizin dolaylı yoldan, Kıbrıs ise doğrudan korunduğu topraklardı. Her ikisinde de bu ülkenin, bu Müslüman milletin, kendi değerleri ile geleceğe intikal edebilmesi için mücadele verildi. Can verildi, gazi olundu. Aynı ruh günümüzde yine sahnede. Şehitlik ve gazilik damarımız bu yoldan “çekmeye” devam ediyor.

Biz yalnızca savaştan sağ dönem kahramanlarını değil, şehirlerini bile gazi ilân eden bir ruha sahibiz. Ordu-millet anlayışımızın bir somut örneğidir bu. Bütün bir halka asker elbisesi giydiremezsiniz ama, o halk yurdunu, toprağını, şehrini savunmak için savaşabilir. Yakın geçmişimizde Anadolu’muzun yaşadığı bu idi. Bu ruhu temsilen “Antep”i “Gazi Antep” yaptık.

Yazının başında aktardığımız iki haberden birincisi “son gaziyi uğurladık” diyordu, ikicisinde ise “son gazi yaşıyor” denilmiş. Gerçekte iki haber de doğru değil. Biricisi yanlıştır, çünkü “son gazi” sağdır. İkincisi yanlıştır, çünkü bu milletin gerektiğinde şehit ve gazi olma ahdi vardır. Din, vatan, mukaddesat gibi manevî değerlerimizin gördüğü her saldırı, hatta her yan bakış bizden yeni şehitler alacak, bize yeni gaziler verecektir. Şanlı tarihimiz, bu kararlığımızı ortaya koyduğumuz kesintisiz bir süreç olarak insanlığın önünde duruyor.

Bu millet son şehidini, son gazisini uğurlama şansına sahip değildir.


“Üzerinde yaşadığımız coğrafyayı, şanlı bayrağımızı, bağımsızlığımızı kısaca sahip olduğumuz her şeyi bize bırakabilmek için ev-bark, eş, çoluk-çocuk, anne-baba, mal-mülk, dünyalıklar adına neleri varsa hepsini bırakıp cepheye koşan o mübarek neslin son temsilcisi de aramızdan ayrıldı.”