Makale

Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün: “Bilgi ahlakı, yanlış olanı kaldırıp bir kenara atmayı gerektirir.”

SÖYLEŞİ

Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün:
“Bilgi ahlakı, yanlış olanı kaldırıp bir kenara atmayı gerektirir.”

Söyleşi: Dr. Lamia LEVENT

Bilginin ahlakla irtibatını kurduğumuz zaman şu soruyu sorduruyor bize: Bilgilerimle nasıl yaşayabilirim? Yani bilgi bana nasıl bir yaşam alanı inşa eder? Öyle bilgilerimiz olmalı ki size doğru yaşanabilir yaşamaya değer bir yaşam, bir hayat önerir.



Biz iman ettiğimiz bir konunun amelini de eylemini de yapmakla sorumluyuz. Ama yapmayan bir insan mümindir, hâlâ mümindir. Şimdi amelle iman arasındaki ayrımın felsefesini burada görmek lazım.


Batı tarihin sonu olarak kavramsallaştırdığı şeyde şunu söyler: insanlığın bütün tarih boyunca hedefi yaşayıp liberal, demokratik bir kültür üretmekti o da geldi ve üretildi. Bundan sonra alternatif ya da paralel herhangi bir şey üretmenin imkânı yoktur.

Türkçe’de çok güzel bir söz var: yapa-bilmek, ede-bilmek, göre-bilmek… Bilmek son eki, yapıp ettiğimiz her şeyin, eylemlerimizin bir bilgi temelinden aslında hareket ettiğini ama herkesin göre-bilmediğini, yapa-bilemediğini de biliyoruz.

Sayın Hocam, Dergimizin bu sayısında bilgi ahlakını ele aldık. Ahlak konusuna girmeden önce İslam düşüncesinde bilginin kaynağı nedir? Vahiy akıl ilişkisi bağlamında bize neler söylersiniz?
Biz bilgiyi sistematik olarak beşerî bilgi ve ilahî bilgi olmak üzere ikiye ayırıyoruz. Bu, bilgiyi sadece insana bağlamayan bilgimizin kaynağını sadece fiziki dünyaya, tabiata ve doğal olana sınırlamayan bir bilgi ahlakı veriyor aslında bize. Yani bilgiyi sadece insanın elde edebildiği biraz kapalı bir sistem bilgisi gibi tanımlamak olur. Bilgi sadece benim elde edebildiklerimdir. Oysa insan yapısı gereği bilgiyi kendisine aktarabilen daha başka, üst mercilere sürekli muhtaçtır. Onun için söyle diyebiliriz: Beşerî bilgi beşerin yani insanın yapısından kaynaklanır. Aynen bir kaplumbağanın bazı şeyleri bilmesi gibi. Yani kaplumbağa yavrularının yumurtadan çıkınca suya doğru gitmesi gibi. Bu da bir bilgi fakat bu bilgi kendisinin keşfettiği bilgi değil. Bu fıtri bir bilgidir. Benzer bir fıtri bilgi insanın yapısında biyolojisinde, fizyolojisinde, fıtratında var. Fakat hayatı bu bilgi ile idare etmek mümkün değil.
Sınırlı bir varlık olan insanın bilgisinin de sınırlı olması ile alakalı bir konu değil mi?
Sınırlılık insanın yapısında var. Fakat insanın zihni sınırsızlık peşindedir. Onun için iki yönümüz var. Biyolojimizle sınırlıyız. Örneğin uçamayız, nefes almadan suyun altında havasız yaşayamayız. Bunlar bizim biyolojik sınırlarımız fakat zihnimiz, emellerimiz, arzularımız, isteklerimiz, işte onlar bizim biyolojik yapımıza bağlı olmayan tarafımız. Onlar bu sınırlı yapıyı aşmak istiyor. Onu aşmak için dışarıdan gelen bilgilere açıklık lazım. Onun için biz beşerî bilgiye ek olarak beşerî bilgiyi destekleyen, onu dışlayan, küçülten, küçümseyen değil, onu destekleyen ve kendisine koyduğu amaçları gerçekleştirmesi için arkadan onu iten, motive eden bir ilahi bilgiyi de kabul ediyoruz. Varlık ve bilgi birbirine yakın şeyler, onu da istiyoruz. Onun için bilgi hem beşerî bilgi hem de ilahî bilgi olarak İslam kültüründe, İslam düşünce geleneğinde bu şekilde karşılık bulur.
Bilginin kaynağı konusunun yanı sıra ahlak konusunda konuşmak istiyorum. Biliyorsunuz ahlak felsefesinin konularından biri de etik bilgi anlayışını içermekte ve bu bilgiyi hangi yöntemlerle ulaşılacağı konusunda birtakım tartışmaların da bu çerçevede yapıldığını görmekteyiz. Bu anlamda bilgi ahlak ilişkisi hususunda bize neler söylersiniz?
Bilginin ahlakla irtibatını kurduğumuz zaman şu soruyu sorduruyor bize: Bilgilerimle nasıl yaşayabilirim? Yani bilgi bana nasıl bir yaşam alanı inşa eder? Öyle bilgilerimiz olmalı ki size doğru yaşanabilir yaşamaya değer bir yaşam, bir hayat önerir. Yanlış bilgi ayağınızı tökezletir. Dolayısıyla bilginin ahlakla irtibatının kurulması yani bilginin ahlakı dediğimiz zaman biz yaşamamıza hem de insani yaşamamıza, salt bir yaşam değil insani yaşama kaynaklık eden bir bilgiden bahsediyoruz demektir. Bu bilgi bize eğer sadece şöyle denir mesela: bilgi doğrudur ve yanlıştır. Size birisi bir şey söyler: işte dünya yuvarlaktır denir ve bu bir veridir. Siz buna doğru ya da yanlış dersiniz. Bunlara biz ihbari yani haber veren bilgiler diyoruz. Fakat bazı bilgiler sadece ihbari değildir, inşaidir. Sizden bir şey ister. Mesela hırsızlık yapmayınız bir taleptir. Bu hukuki bir taleptir. Bunu bir yargı diliyle, hukuk diliyle ifade ederseniz bu hukuki bir ifadedir. Fakat biz şunu da biliriz. Bütün hukuki ilkelerin, yargıların arkasında bir ahlak var. İşte bilginin ahlakı dediğimiz olay orda ortaya çıkıyor. O zaman “hırsızlık yapmayınız” aynı zamanda bir ahlakı ve o ahlakın temelindeki bilgiyi içerir. Şunu biliyoruz kimsenin kimseden güvende olmadığı bir toplumda hiç kimse güvende değildir. Hırsız da.
Felsefede ethos denilen, (ethos oturulan yer demek) bilgi ethosu denen bir şey var ki şöyle bir şey. Atmosfer hava aldığımız yer demek yani biz istesek de istemesek de şu anda atmosferik bir yaşam sürüyoruz ve farkında olmadan havayı soluyoruz. Buna benzer bir şekilde ethosphere denilen bir şey var. Yani farkında olarak veya olmayarak ahlaki bir yaşam sürdüğümüz yer. Aynı atmosfer gibi. O ethospherein olduğu yerde öyle bir eğitim, o eğitime yön veren öyle ilkeler, o ilkeleri pekiştiren, güçlendiren öyle felsefi, dini veriler vardır ki o sürecin sonunda ortaya çıkan insanlar ister istemez o etospherein ya besleyicileridir ya da o ethospheri soluyan, onu tüketen erdemli kişilerdir.
Şunu sormak istiyorum: Ethosu belirleyen kimdir?
Şimdi ahlakı da etik olarak aldığımız zaman evrensellik var. Moralite gibi değil, etikle moral arasındaki farka şöyle diyelim: mesela sokağa tükürmek. Ankara’da İstanbul’da yürürken sokağa tükürdüğünüzde insanlar sizi kınarlar fakat ormanda yürürken bunu yaptığınız zaman sizi kimse kınamaz. O zaman mesele tükürmekte değil mekânla ilgilidir. Buna biz moral diyoruz.
Etik evrenseldir. Adam öldürmek günahtır ve kötüdür. Ankara’da caddede adam öldürme ile ormanda adam öldürme arasında fark yoktur. Bunu ormanda da yapamazsın. Aynı kökten gelen ethosta ve etikte evrensellik vardır. Onun için insanın doğasına yaslanan bu doğayı da besleyen vahyi bir birikimle pekiştirilen bir ahlaktan bahsediyoruz. Ben ahlakın evrensel olduğuna inanıyorum. Bu anlamda da evrensel ahlakın doğru bilgi ile pekiştirildiğini düşündüğüm için doğru bilgi bizi doğru inanca, doğru inanç doğru eyleme götürecek. Bu doğru eylemin adı ahlak ve doğru eylemin yarattığı ahlaki ortama da ethos diyoruz. Yani şu üçlüyü ben çok önemsiyorum: doğru bilgi olmadan doğru inanç olamaz. Yani bilgi olmadan bir şeye iman ederseniz Kur’an’ın ifadesidir: “İmanınız size ne kötü şey emrediyor. (Bakara, 2/93.)” Noktasına gelebiliriz. Onun için eğer eylemlerimiz salt, sadece imanımızdan kaynaklanıyorsa yani doğru bilgiye dayanmayan imandan kaynaklanıyorsa hayatımız keşkelerin toplamından oluşur. Çünkü bilmeden yaptığımız işin sonuçlarını göremediğimiz için bilgi eksikliği, benim inancımın, bir şeye bağlılığımın eylemlere yansımasına yol açar. Onun için Kur’an-ı Kerim’de İsra suresi 36. ayet, “Hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyin peşinden gitme.” Dolayısıyla ister bireysel eylem ister toplumsal eylem, birilerinin canını yakıyor, ortaya sorun çıkarıyorsa, özellikle bizim gibi çok kültürlü, çok dinli, çok mezhepli yapıları olan ülkelerde bizim yaptığımız benim ya da bir başkasının canını yakıyorsa burada bu eylemlerin sadece temelsiz temellendirilmemiş bir beyyineye, bir hüccete, bir delile dayanmayan salt bağlılıklarımızdan, inancımızdan oluştuğunu söylememiz lazım.
İslam ahlakında bilginin gayesi insanı hakikate ve iyiliğe ulaştırmak ve hayatını bu bilgiler ışığında yönlendirmektir şeklinde ifade eder. Dolayısıyla insana yüklenen bu sorumluluk açısından bilgi amel arasındaki irtibat hususunda neler söylersiniz?
Bu çok ciddi bir soru. Ciddi bir soru olduğu için de ihmali ciddi sorunlar yaratıyor. Şimdi bilgi, iman ve amel, eylem. Bizim felsefemiz bu üçüne dayanıyor. Kelamın temel felsefesi bu. Biz insan eylemlerinden bahsediyoruz. Ef’alü’l-ibad. Böyle bir bahis var kelamda. Yani insanların fiilleri, eylemleri. İnsanın bir eylemi yapabilmesi için yani sokakta düşmüş bir adamı benim “ya elinden tutup bunu kaldırayım” demek bir eylemdir. Elinden tutup o insanı kaldırayım eylemine girişebilmem için düşen bir insanı kaldırmanın gerektiğine inanmam gerekir. Bakın düşen bir insanın yanından elli kişi geçer bir kişi, iki kişi tutar kaldırır. Oysa herkes bilir ki düşen bir insanı kaldırmak iyidir. Ama bir şeyin iyi olduğunu bilmek tek başına insanı eyleme yönlendirmez. İman eden bir insan bizim gözümüzde mümindir. Bitti. Eylemlerde bulunur ya da bulunmaz. Biz iman ettiğimiz bir konunun amelini de eylemini de yapmakla sorumluyuz. Ama yapmayan bir insan mümindir, hâlâ mümindir. Şimdi amelle iman arasındaki ayrımın felsefesini burada görmek lazım.
Malumunuz aydınlanma ile birlikte ahlaktan arındırılmış, sırf enformasyona dayanan bir bilgi, indirgenen bir bilgi söz konusu. Aydınlanma ve onların bilgiye yaklaşımları bağlamında bilgi insan ilişkisi hakkında neler söylersiniz.
Şimdi aydınlanma Batı dünyası için gerçekten bir dönüm noktası ve modernizm, kapitalizm, sanayi devrimi vs. bütün bunlar da aydınlanmanın türevleri. Yani salt aydınlanma olarak aldığımızda onun yarattığı artçıları kaybedebiliriz, gözümüzden onlar kaçabilir. Çok olumlu tarafları olduğunu düşünüyorum ben aydınlanmanın. Olumsuz taraflarını da yarattığı onun türevlerinin yarattığı savaşlarda görebiliriz. Ki onu da eleştiren mesela modernite diyelim. Modernizm sorunlar yarattı ama içinden çıkan post-moderizm onun yarattığı sorunları eleştiriyor. Burada aydınlanmanın en büyük katkısı hem avantajı hem de dezavantajı sizin sorunuzda var olan insan algınız, insanın insanla ilişkisi, insanın Allah ile ilişkisi, insanın varlıkla, tabiatla, dış dünyayla ilişkisi. Bu konularda hem avantaj hem de dezavantajlar var. Aydınlanmanın bir tepki hareketi olduğunu düşündüğünüzde o zamana kadar insanın insanla ilişkisinde bence sorun vardı. O da şuydu. İnsan başka insanların tahakkümü altındaydı. Şöyle düşünün: mesela bilgi ahlakından bahsediyoruz. Bilgiyi sadece birilerinin tekeline verdiğimiz, siz bunu kilise ve ruhban sınıfı olarak düşünün ya da kaynağı bile çok net olamayan bir kutsal kitap geleneği yani İncil’den, Tevrat’tan bahsediyorum. İncil’den bahsettiğin zaman yazarları belli. Tevrat’tan bahsettin zaman Yahudi Spinoza’nın belirttiği gibi “Bunun çoğu Yahudi hahamların uydurmasıdır.” dediği kitaplardan bahsediyoruz.
Şimdi bu geleneklerin dogma olarak öne çıkarıldığı ve insanın her türlü bilgi üretiminin var olan bu geleneksel bilgi bloklarıyla denetlendiği bir dönemde birileri çıkıyor ve diyor ki: “Bu doğru değil. Yani bilginin sadece bir kısım insanların tekelinde olması ve üretilen her bilginin de bu bloklar tarafından denetlenmesi olmaz. Dolayısıyla önce insanın insanla ilişkisinde bütün insanların bilgiye erişimde, bilgiyi üretmede, bilgiyi kullanmada, bilgiyi dönüştürmede, bilgiyi bilgi ahlakı gereği yararsız olduğu düşünülen bilgiyi kenara koyup atmada bilgi ahlakı bunu gerektirir. Bilginin üzerindeki bu tekeli bu monopolü kaldırmak aydınlanmanın başarısıdır. Diyeceksiniz ki bilginin üzerinden kaldırılan bu tekelin yerine aydınlanma kendi tekelini koymuştur. Yani siz kartel dünyasına isyan ediyorsunuz, kendi tekelinizi kuruyorsunuz. Burada eleştirimiz var. Aydınlanmanın kutsal bilgi havuzu olarak öne çıkarılan, diyelim ki Galileo diyor ki dünya yuvarlaktır, İncil’de dünya düzdür dediği için adamın canına okunmuştur. Şimdi bilginin denetlenmesi gereken bilgi ahlakı bilginin yeniden üretilmesini, bilginin gerekirse yanlışlandığı zaman kaldırılıp bir kenara atılmasını da gerektirir. Bilgi ahlakı bu. Çünkü evimizde biz manavdan çürümüş elma, armut almıyoruz. Ama yanlış bilgileri zihnimize bir virüs gibi yerleştirip hayatımızı onunla zehir edebiliyoruz. Onun için bilgi ahlakı da yanlış olanı kaldırıp bir kenara bırakmayı gerektirir. Bilginin kimliği var. Dini bilgi, ilahi bilgi, kutsal bilgi vs diye. Bernard Shaw İrlandalı oyun yazarı ve filozof diyor ki “İncil’i, kutsal kitabı bir adam hıfzetse, ezberlese hayatına uygulamaya kalksa evlenmesine bile izin verilmez. Onunla bir aileyi bile idare edemezsiniz.” Bakın İncil için Shaw’ın Kara Kız kitabında dile getirdiği hakikat bu. Yani tamamen arkaik olmuş, hayatla bağı kopmuş birçok veri var orada. Kur’an-ı Kerim’in de müheymin özelliği var. Yani yanlışlanması ve bir kenara bırakılması gereken bilgiler veriler için Kur’an diyor ki bunlar kutsal kitapların ve eski kültürlerin devrettiği verilerdir. Bunların geçerliliği yoktur. Bu müheymin sıfatıdır. Yani kritik eder, eleştiri ve bir kenara bırakır.
Aslında aydınlanma bilginin kutsaldan arındırılıp onun sadece insana endekslemek ya da dış dünyaya pozitif ilimlere indirgenmesi, bir anlamda bu kutsalla olan bağlantıyı kesmedi mi?
Bu genel bir yargı. Aydınlanmanın kutsalla bağı kestiği yargısı biraz abartılmış bir yargıdır bence. Çünkü aydınlanma filozoflarının tamamı tanrısız filozoflar değildir. Tanrının mutlak bir varlık olarak insanların hayatın odağında olması gerektiğini söyler aydınlanma. Fakat Batı’nın düşünce geleneğinin itiraz ettiği ilahi geleneğin dinin Hristiyanlık olduğunu, bu Hristiyanlığın odağında tanrıdan ziyade İsa figürünün bulunduğu ve İsa’nın doğuştan günahkâr sayılarak mahkûm edildiğini, her insanın teker teker kendi yaşamını inşa etmesinin imkânsızlığını, her bir insanın ancak İsa tarafından redemption dediğimiz kefaret yani o çarmıha gerilerek insanlığın günahının kefaretini ödemiştir. Allah da kendi oğlunu işte bu şekilde bütün insanlık için kurban ederek sizin İbrahimi geleneğini dışlayan bir gelenektir o. Yani İbrahim peygamber burada Tanrı kendi oğlunu bizatihi kurban ediyor. İbrahim geleneğinde kurban edilme yok. Dolayısıyla siz ilelebet İsa’ya bu şekilde mahkûmsunuz. Şimdi bunu yanlış olan bir akide üzerine ne doğa bilimini kurabilirsiniz ne insan bilimini kurabilirsiniz. Yani bilim geleneğini böyle bir yanlışın üzerine kuramazsınız. Buna itiraz eden aydınlanmayı da biz bir Müslüman perspektifinden baktığımız zaman ayrı bir aydınlanma var, Hristiyanlık açısından bakarsanız ayrı bir aydınlanma var. Hristiyanların mahkûm ettiği aydınlanma Müslümanlar için mahkûm edilecek bir aydınlanma değil bana sorarsanız. Çünkü orada doğal hâli ile insan yani günahkâr olan insan ve o insanın üreteceği bilgi ve o bilginin yaratacağı bir ahlaki yaşam var. Unutmayalım aydınlanma düşüncesi hep doğal olana vurgu yapar. Mesela doğal hukuk, doğal din, insanın doğası. Neden? Çünkü Hristiyanlığın bunları dejenere ettiğine inanırlar. Peki yanlış mı? İsa’nın pozisyonu peygamberliğin doğasının dejenere edilmesi değil mi? Öyledir. Peki İsa’yı doğuran ilahî ana Meryem bir kadının doğasının dejenere edilmiş hâli değil midir?
Diyelim ki bunları bir tarafa koyup ayrıştırdı. Onun yerine koyduğu bilginin ahlakiliği veya onun yerine koyduğu bilginin hakikati noktasında ne diyebiliriz? Aydınlanma doğru bir yerde mi?
Güzel bir soru. Orada aydınlanmanın kendisi değil ama aydınlanmanın bir türevi olarak modernizmin yarattığı bir sorun var. O da şu: aydınlanma ve modernizm Batı’da üretilen bir düşünme ve yaşam biçimi ve kendisi dışındaki yani Batı toplumları dışındaki insanlarla ilgili algısı sakat doğdu. Kendisini merkeze koydu yani ben ve öteki yahut merkez ve çevre terimleri üzerinden bir yaşam kurdu. Bu da bir tekel oluşturdu ve tek tip modernlik algısı yarattı. Meşhur Kur’an mütercimi Muhammed Esed’in oğlu Talal Esed antropologdur. O tek bir modernlik mi yoksa çoklu modernlikler mi diye bir tartışma açar ve Batı dışında da Batı’nın getirdiği aydınlanma, Batı’nın getirdiği bilgi anlayışının dışında çok farklı modernlikte, çok farklı gelişmişliklerin mümkün olduğunu ve bunların da meşru olarak görülmesi gerektiğini söyler. Niye böyle bir savunmaya gidiyoruz biz, niye böyle bir talepte bulunuyoruz biz. Çünkü Batı tarihin sonu olarak kavramsallaştırdığı şeyde şunu söyler: insanlığın bütün tarih boyunca hedefi yaşayıp liberal, demokratik bir kültür üretmekti o da geldi ve üretildi. Bundan sonra alternatif ya da paralel herhangi bir şey üretmenin imkânı yoktur. Şimdi bu insan her insanın her adımı yeni bir başlangıçtır diyen aydınlanmanın ve modernitenin kendi kendini çökertmesidir.
Aslında bu bir anlamda kendi kendilerini imha etmeyi ve bitişi de gösteriyor değil mi hocam?
Bu Batı düşüncesi ile Batı yaşamı arasında bir simetri yok. Şöyle diyelim. Mesela Batı’nın insan algısı çok pozitiftir fakat bu Batılı insan için böyledir. Batı’nın dışındaki Doğulu insan için, sömürdükleri insan için bu hak ve hukuk söz konusu olmamıştır. Onun için biz koloni dönemlerinden, sömürge dönemlerinden bahsederiz. Edward Said’in oryantalizmi yazmasının sebebi budur. Hayatının büyük bir kısmını Amerika’da yaşamış birisi olarak Batı’dan bahsederken Batı’nın Orient yani Doğu algısını inanılmaz bir şekilde eleştirir. Şöyle denir “West and the rest (Batı ve geri kalanı).” Bu korkunç bir paradigmadır. Batı’nın kendi dışındaki toplumlarla ilişkisini çarpık bir şekilde kurmasının arkasında bana sorarsanız Yahudilik açısından bakarsanız sürgün hayatının getirdiği bir saldırganlık, Hristiyan açısından bakarsanız Yahudi inancı ile Roma’nın siyaseti arasında sıkışmış olmanın getirdiği, burada Filistin’den bahsediyorum, ilk doğuş ortamında katı Yahudi inancı ve diktatör bir Roma siyaseti arasındaki o sıkışmışlık, gerilim onların genetiğine sinmiştir ve tarih boyunca o azınlık psikolojisi ile sürekli kendi dışındaki toplumları ötekileştiren, imkân bulduğunda sömüren, onların yokluğunu kendi varlığının sebebi sayan bir Batı anlayışı maalesef gelişmiştir. Anglosakson kültürü de böyledir, continental dediğimiz kıta Avrupası kültürü de maalesef böyledir. İşin güzel tarafı postmodernite dediğimiz modernite sonrası felsefe Batı’nın bu yıkıcı, tahrip edici tarafını kendi içinden eleştirmiştir. Yani Cezayir’de Fransızların bir milyon insanı öldürmesine ilk karşı çıkan Fransız postmodernistleri ve varoluşçularıdır. Bakın Batı’nın orada avantajı bence kendi içerisinde bilgi ahlakı gereği bu isyanı…
İlim sahibi olanların ahlakına da geleceğiz ama burada onların aydınlanma ile birlikte oluşan o ilerleme ile birlikte biliyorsunuz bir bilgi elde edildi ve bu bilgi ile de inanılmaz gelişmeler yaşandı bütün dünyada. Sonuçta bizim geldiğimiz nokta Hobbs’un da ifade ettiği gibi bilgi güçtür. Yani bilginin yüceltilmesi ve gerçekten de bilgili olan da güçlüdür şeklinde bizim geleneğimizde de karşılığı olan bir şeye evrildi diyebiliriz. Peki, Batı dünyasının bilgiyi iktidarın aracı olarak görürken İslam dünyasında bugün bilginin gücünün farkında olamaması mı söz konusu yoksa Müslümanlar olarak biz bu bilgelik ahlakından ödün mü verdik? Nasıl bu duruma geldik? Bunun bir kıyaslamasını yaparsak neler söylersiniz.
O da çok yanlış anlaşılan ve yorumlanan bir şey bana sorarsanız. Yani bilgi güçtür şöyle anlaşılmalı bence. Bilge kime gelir, sirayet ederse, kime oturursa, kimi mesken edinirse onu güçlü kılar. Bunda yadırganacak bir şey yok Allah’ın isimlerini koyun yan yana. Allah’ın üç tane hem kelam geleneği hem de yunan geleneği hem de İslam düşüncesi geleneği Allah’ın üç sıfatını özellikle yan yana koyar ve bunlarsız sistem kurulmaz der. Bunlardan bir tanesi Allah’ın ilmi (saintia), ikincisi Allah’ın kudreti (potentia), üçüncüsü Allah’ın iradesi (voluntas)’tır. Önce saintia yani bilgisi, ilmi var. Ondan sonra potentia yani o bilgi kudretle birleşir, o kudret voluntas yani ona bir şey yaptırır, onu irade eder. Şimdi âlemi yaratmayı irade eden bir Allah. Âlem çok büyük bir olay, bunu yapmak için bu iradeyi göstermek için bunu yapacak kudretin olması lazım, o kudret olmadan girişin, yapamazsınız. Çöker. Bütün bu kudretin de sağlanabilmesi için bilgi lazımdır. Bilmediğiniz bir şeyi yapabilir misiniz? O bilgi, o kuşatıcılık. Dersiniz ki bu yapmaya değer, öyle bir dünya tasarımladınız ki gezegenler, yıldızlar muhteşem. Bu yapmaya değer diyorsunuz. O bilgi sizi yapmaya itiyor. Diyorsunuz ki mesela çıksam da ben beş on fakire bugün kumanya götürsem. Sonra kumanyayı verdiğiniz zaman yüzlerindeki o sevinci, hissi, minnettarlığı gözünüzün önüne getiriyorsunuz ve diyorsunuz ki ben bunu yapayım. Bilmek yetmedi. O yüzdeki his, o güzellik sizi bunu yapmaya itti. Kalktınız gittiniz irade ettiniz ve onu yaptınız. Bilgi güçtür bu demektir.
Hocam ben de tam oraya geldim. Kur’an-ı Kerim’de biliyorsunuz Bakara suresinde Allah: “Allah bütün isimleri Âdem’e öğretti.” buyuruyor. Ve bunun neticesinde insanların kavramları öğrenen ve yeni kavramlar üreten yönüne de işaret ediyor. Dolayısıyla İslam ahlakına göre insan aynı zamanda bilgiyi elde ettiği kadar bunu üretmekle de yükümlü bir varlıktır. Peki, bu bilgi üretmenin ahlaki yükümlülüğünü biz yerine getiremedik mi, insan bununla ne kadar sorumludur? Biz bunu nasıl kaybettik?
İnsanın asgari ihtiyacı nedir? İnsan karnını doyuracak yani beslenecek. Şöyledir. Alman oyun yazarı Brecht’in sözüdür: “Önce gelir tıkınmak sonra gelir ahlak.” diye. Burada tıkınma kelimesini kasıtlı olarak kullanıyor. Diyor ki karnını doyurmadığınız insanlardan ahlaklı olun diye slogan atmanızı beklemiyor. Ayrıca aç olup ahlaklı olanlar için ise erdemdir diyor. Ama aç olan insanlardan bunu beklemeyin. Bence dünyanın şu anda temel sorunu çevre felaketleri, savaşlar, güvensizlik. Bütün bunların temelinde ekonomi var. İnsanların çok büyük bir kısmı aç ve bu insanların çok büyük bir kısmı dünyada bir adaletin olmadığına inanıyor. Dünya adil bir dünya değil diyorlar. İşte biz burada bunu kaybettik diyebiliriz.
Sorunuzun diğer kısmı bilginlere ulemaya düşen nedir? Sorumluluğumuz nedir? Tespiti yaptık, teşhisi bu: Bu Batı geleneğinde iki teolojiden bahsediliyor. Birisi görkem teolojisi, diğeri de haç teorisi yani İsa’nın çarmıha gerilmesi. Ya acılardan bahsedersiniz. Acılar, ıstıraplar, karnımız aç dersiniz. Bunu Latin ülkeler yapar. Aç ülkeler, açlık edebiyatı yapar. Bir de görkem teolojisi. Bu teolojide çok lüks sorunlar tartışılır. Üst düzey felsefi sorunlar tartışılır. Çünkü adamların karnı toktur, sırtı pektir. Aslında bu güzeldir. Keşke herkesin karnı tok olsa ve hiç kimse açlık tartışmasa. Müslüman ulema iki sorunu da tartışıp beraber götürecek bir söylem bir retorik geliştirmesi lazım. Müslüman ülkelerin içinde bulunduğu toplumsal sorunları, çocuk ölümlerini, kadınlarla ilgili algıyı, her şeyi bir kenara bırakıp da salt felsefi tartışmalar yapalım demek olmaz. Maalesef oraya henüz geçemedik. Çünkü bizim ayağımızı bağlayan çok sayıda toplumsal sorunlar var. Ve biz bunlardan kurtulamadık henüz. Dolayısıyla dünyanın daha iyi bir dünya olmasında bizim rolümüz nedir.
Bence bilgi ahlakı da çok güzel bir başlık. Bir şey biliyoruz. Herkes bunu biliyor ama bildiğimizin gereğini yapmak için ya yeteri kadar irademiz ya da yeteri kadar gücümüz yok. Az önce andığımız üç sıfatın birlikte düşünülmesi lazım. Allah’ın ilim, irade ve kudreti. Bütün insanlar sahip oldukları ilmin mutlaka onlara bir şey yaptırması gerektiğini düşünmesi lazım. Böyle bir irade geliştirmek lazım. Yapabileceğimiz mutlaka bir şey var. Bir sivil toplum kuruluşunda bir şey yapabiliriz. Siyasal partide bir şey yapabiliriz. Üniversitede bir şey yapabiliriz. Türkçede çok güzel bir söz var: yapa-bilmek, ede-bilmek, göre-bilmek… Bilmek son eki, yapıp ettiğimiz her şeyin, eylemlerimizin bir bilgi temelinden aslında hareket ettiğini ama herkesin göre-bilmediğini, yapa-bilemediğini de biliyoruz.