Makale

Bilgi-Âlim İlişkisi

Bilgi-Âlim İlişkisi

Doç. Dr. Halil ALTUNTAŞ
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

Kul, Allah karşısındaki konumunu ilim sayesinde kavrar. Bunun bir soncu olarak da “Allah’a karşı ancak; kulları içinden âlim olanlar derin saygı duyarlar.”

İlmin faydalı olması, pratiğe aktarılması ile mümkün olduğuna göre Allah’ın Rasulü faydasız ilimden Allah’a sığınırken gerçekte sakındığı şey uygulanmayan, gereği yapılmayan ilimdir. Öte yandan bilgi yerinde ve usulünce kullanılmadığı için de faydasız hâle gelebilir.

İnsan ne kadar büyük âlim olursa olsun bildikleri bilmediklerinin yanında okyanusta damla bile olamaz.

Maddeci bakış açısıyla ilim; eşya ya da olayların iç yüzünün ve mahiyetinin öğrenilmesi yolunda belli usul ve esaslar çerçevesinde sarf edilen çabaların ulaştığı sonuçtur. Burada içyüzü ve mahiyet kavramları tamamıyla maddi olanla ya da onun yansımaları ile sınırlı olup aşkın olanla ilgisi yoktur. Duyu organları yanında vahyi de bilgi kaynağı olarak işaretleyen İslam, ilimi algı ise aşkın alanı kapsamına alır. İşte âlim bu geniş düzlemde eşyanın maddi yüzü kadar onun kökeni ve akıbeti ile de ilgilenir. Nitekim İslam ilim geleneğinde dinî ilimler “nakli ilimler” ya da “şeri ilimler” diye etiketlenirken akli ilimler “tabii ilimler” yahut “maddi ilimler” diye ya da “ulûm”(ilimler) genellemesi ile kategorize edilmişlerdir. Bu ayırım kategoriler arasında bir derecelendirme tesisinden çok dayanaklarının vurgulanması hedefini güder.
İslami algıda bilginin en yüce katmanını Allah’ı bilmek oluşturur. Güncel hayatımızda sahip olmamız gereken her türlü bilgi sonuçta Allah bilgisine götüren birer kılavuz konumundadır. Bu sebeple dinî geleneğimizde ilim rütbesi, rütbelerin en üstünüdür. Çünkü kul, Allah karşısındaki konumunu ilim sayesinde kavrar. Bunun bir sonucu olarak da “Allah’a karşı ancak; kulları içinden âlim olanlar derin saygı duyarlar.” (Fâtır, 35/28.)
Hakikat bizatihi hakikattir; niteliğini kişilerden ve kişisellikten almaz. Bu sebeple âlim, “Bir kimse böyle söyledi, o hâlde hakikat budur.” yerine “Filanca kişinin sözü gerçeğe uygundur/uygun değildir.” tutumunu benimser. Hz. Ali’ye isnat edilen söz de tam bunu vurguluyor: “Hakikat insanlara bakarak öğrenilmez. Önce hakikati öğren, hakikat üzere olanları da tanırsın.”
İlim adamı durmadan değişen ve dönüşen olgular karşısında gerekli zihniyet yenilenmesini gerçekleştirebilmelidir. Zihniyetin değişmesi bakış açılarının şartlara ve ihtiyaçlara göre yenilenmesi, bir ufuk tazelenmesidir. Bu yenilenmenin sağlanamadığı durumlarda zihinsel durgunluk ilmî sürece hâkim olabilir ve artık yetersiz olan mevcut hâl kabullenilebilir. Daha da kötüsü bu tutum, zamanla topluma da yansıyacak şekilde, var olan eskinin mutlak olarak “iyi” görüldüğü taassup olgusunun fideliğine dönüşebilir.
Zihniyetin yenilenmemesi taassup olgusunun sebebi olabileceği gibi sonucu da olabilir. Bir meseleye çözüm aranırken sahip olunan ön yargılar, mensubu bulunulan dünya görüşü, mezhep ya da cemaatin zihin alanına takılıp kalmak gerçeğin o alanın tekelinde olduğunu zımnen kabul ve iddia etmek olur. Bu durum karşısında ilim erbabına düşen, hakikate götüren yolun başka bir yöntemde, başka bir algı biçiminde olabileceğini dikkate almaktır.
İlmin faydalı olması, pratiğe aktarılması ile mümkün olduğuna göre Allah’ın Rasulü faydasız ilimden Allah’a sığınırken gerçekte sakındığı şey uygulanmayan, gereği yapılmayan ilimdir. Öte yandan bilgi yerinde ve usulünce kullanılmadığı için de faydasız hale gelebilir. Fayda olgusunda önceliğin belirleyici bir rolü vardır. Faydalı, ama neye göre ve ne zaman ve ne kadar gerekli? “Hangi bilginin gerekli, hangisinin daha az öncelikli ve hangisinin de önemsiz olduğunu bilmek daha önemlidir.” (Tolstoy, Bilgelik Takvimi, [Kaknüs, ikinci basım, İst. 2003] s. 352.) faaliyet alanında yer alır.
Âlim mesaisini olabildiğince verimli kılmak, enerjisini ve üretim kabiliyetini insanlığın yararına olacak alanlarda sarf etmek yükümlülüğündedir. O bilir ki Hz. Peygamber (s.a.s.) Allah’tan faydalı ilim istemiş (İbn Mace, İkametü’s-Salat, 32.) faydasız ilimden O’na sığınmıştır. (Ebu Davud, Salat, 365.)
Üretilen bilgi üretenin ya da belli bir zümrenin tekelinde tutulmamalı, insanlığın ondan yararlanmasına ortam hazırlanmalıdır. Aksine tutum ilmi yok olmaya mahkûm etmek olur. Kur’an’ın, “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun.” (Âl-i İmran, 3/104.) ayeti bu gerekliliği ortaya koymaktadır. Büyük fakih ve mutasavvıf İbnü’l-Mübarek (ö.181/797) İslam âlimi ile ilim arasındaki ilişkiyi, sonuncusu ilmi yaymak olan altı aşamada çerçeveler: “İlmin başlangıcı niyettir. Sonra dinlemek, sonra anlamak, sonra hıfzetmek, sonra uygulama, sonra da onu yaymak gelir.”
Hz. Peygamber (s.a.s.) “Âlimler peygamberlerin varisleridir. O mirası kim alırsa büyük bir pay almış olur.” (Buhari, Fadlu’l-ilm, 9.) şeklindeki tespiti bir yandan ilim sahiplerinin toplum içinde yüksek konumunu belirlerken aynı zamanda onların görev ve sorumluluklarının da büyük olduğunu ortaya koymuş oluyor. Hadiste kastedilen miras Hz. Peygamber’in vahiy yolu ile aldığı bilgiyi yani bir bütün olarak İslam’ı temsil ediyor. Dolayısı ile ilim yoluna koyulan kimse gerçekte peygamberlik makamının uygulama ve tebliğ sorumluluklarını üstlenmiş demektir. Böylesine ağır ve önemli bir sorumluluğu üstlenenin onun hakkını veren kişinin değeri elbette büyük olacaktır. Peygamberler icra ettikleri bu “öğrenme” ve öğretme işi (tebliğ) üzerinden Allah rızası dışında bir karşılık beklemedikleri gibi âlimin ilmî faaliyetlerinin temelinde de Allah’ın rızasının yer alması gerekir. Nitekim İslam ilim geleneğinde yerleşmiş temel ilke bilginin dünyalık menfaatler uğrunda değil, Allah rızası için üretilmesi şeklindedir. Bu temel şarta uyulması ve asıl amacın ahiret yurdu yararı olmak kaydı ile ilimin sağlayacağı dünyevi yararlar meşru sayılır.
Âlimin madde ve kâinata dair alanlarda ürettiği bilgi evrensel olup hayatın kolaylaşmasını ve dünyanın imarı görevine katkı sağlayan bir niteliğe sahiptir. O, kevnî kanunlar çerçevesindeki bilgiyi ortaya koyar ve “alın, yararlanın” der. Bir bakıma görevi burada bitmiştir. Din eksenli bilgiler noktasında ise, üretilen bilgi öncelikle üreteni yani âlimi bağlar. O, ürettiği bilginin yaşayan modeli olmak durumundadır. İslami gelenekte “ilmi ile amil olmak” diye ifade edilen nitelik budur. Peygamber aldığı “bilgi”yi öncelikle kendisi yaşamadıkça davasını ispat edemeyeceğine göre bildiğini yaşamayan kimseye “bilgili kimse” denebilirse de “âlim” demek mümkün olamaz.
İnsan, ilim ve amel basamaklarından geçerek takva noktasına gelir. İlim, amel ve takva üçlüsünde ilk ikisi eylem kökenli, takva ise bunlara sahip olan kişinin davranış biçimi ve niyeti ile ilgilidir. Buna göre âlimin ilimle ilişkisinde amel ve takvayı anahtar kelimeler olarak işaretlemek gerekiyor. Bildiğini fiilen yaşamayan kimse bilgili kişi, “alanının uzmanı” olabilir ama o “âlim” sıfatını hak etmiştir denilemez. Bilgi üretmek yahut bilgi sahibi olmak, öncelikle bunun gereğini yapmayı gerektirir. Bunu atlayarak uygulamayı başkalarına bırakmak, bunu onlardan beklemek tutarsızlık olur. İlim elbette bir özgül ağırlığa sahiptir, tek başına değer ifade eder. Fakat ilmin amele, pratiğe dönüşmemesi onun var oluş sebebine, hikmete aykırıdır. Âlim ürettiği ya da edindiği bilgiyi uygulayarak örnek olmak durumundadır. Aksine tutum açık bir tutarsızlıktır. Kur’an-ı Kerim böyle bir tutarsızlığa şiddetle kaşı çıkar. Tevrat’ı okuyup durdukları hâlde edindikleri bilgileri uygulamayan fakat halka uygulamalarını emreden Yahudi din âlimlerini azarlar. (Bakara, 2/44.) Daha ağır bir eleştiri yine uygulamakla yükümlü tutuldukları Tevrat’ın hükümlerini bildikleri halde onları uygulamayan, çeşitli tevillere giderek bu yükümlülüğünden kurtulmaya çalışan Yahudi toplumuna yöneltilmiştir. (Cumu’a, 62/5.) Şüphesiz ki, bu tarihi olguya Kur’an’da yer verilmesi aynı mesajın Müslümanlar için de geçerli olduğu vurgusunu içerir.
Âlimin çabası inceleme alanı ile ilgili hakikati ortaya koymaya yöneliktir. Hakikati bulmak için düşünmeye, fikir üretmeye, bunun için de bilgiye ihtiyaç vardır. Hakikat yolunda bilgi bir araç konumundadır. Bu noktanın gözden kaçırılması bilginin alt düzey yararlara indirgenmesi ile sonuçlanır. Ulaşılan nimetler sahip olunan bilgi ile temellendirilir ve işin ilahi irade ve kudret yönü yok sayılır. Bilgi edinme ile ilahi rızaya ulaşma amacı arasındaki organik bağ kopar. İlimde niyet ve ihlas unsuru devre dışı kalır, bir dünyevileşme hali söz konusu olur. İlim ve âlim yerini “bilgi yüklü adam”a, “entelektüel”e bırakır. Bu durumda kişiyi itibar, şöhret ve maddi imkân sahibi olmak gibi bıçak sırtı durumlar kıskaca alabilir; ben duygusu tutum ve davranışlara hâkim olabilir. İlim kisvesinin yüklediği tevazu ve edep sorumluluğu yitirilir. Oysa “Bir dirhem ilim, bin okka edebe muhtaçtır.” der Ebubekir Razi (öl. 312/925).
Yunus’un ilimde edep yolundan çıkmanın önemli bir göstergesi olarak kendini, ilim okyanusu içindeki yerini ve haddini bilmemeyi muhayyel muhatabı üzerinden ne güzel eleştirir:
Sizin tanımlamanıza göre “İlim ilim bilmektir.” Bu yüzeysel ve öylesine bir açıklamadır. Zira bütün ilmî çalışmalar sonuçta kâinatın sırlarını keşfetme yolunda verilen çabaların genel adıdır. Kâinatın en mükemmel bir unsuru olarak insan bu keşif faaliyetinin hem öznesi, hem de konusudur. Yani insan gerçekte kendini keşfetmenin çabasını veriyor. Kendini keşfeden insan yaratıcısını da keşfeder. O sebeple “İlim kendin bilmektir.” noktasına gelmek gerekir. Kendini bilen insan haddini ve yerini bilir, aczini bilir, teslimiyeti tam olur. Ömrünü okumakla, “ilim” tahsili ile geçirdiğin halde bu hakikati kavramamışsın. Her şeyi bildiğini zannedersin ama daha “Sen kendini bilmezsin”. Edindiğin birkaç malumat kırıntısı burnunu kaf dağlarına çıkarmış. Bunca gayretin sonucu, kendi mahiyetini bilmemek ve kendinde bir varlık hissetmek olacaksa ve Hakk’ı bulamayacaksan “Bu nice okumaktır. Okumaktan murat ne? Kişi Hakk’ı bilmektir. Çün okudun bilmezsin, ha bir kuru emektir.”
“İlmin sonu yoktur.” sözü, “insan ne kadar büyük âlim olursa olsun bildikleri bilmediklerinin yanında okyanusta damla bile olamaz. O hâlde bildikleri insan için, ne kadar çok şeyi bilmedikleri konusunda ölçü olmalıdır. Bu gerçeğin farkında olarak gerektiğinde bilmiyorum diyebilme cesaretine sahip olmalıdır gibi ince bir mesaj içerir. Kendisine yöneltilen soru karşısında “bilmiyorum” cevabını veren Şabi’ye, “Bu durum seni mahcup etmiyor mu?” diye solunca o, “Niçin mahcup olayım ki. Melekler bile, Rabbimiz, senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur, o sebeple eşyanın isimlerini bilmiyoruz.” (Bakara, 2/32.) diye karşılık vermişlerken ben ne diye mahcup olayım?” cevabını vermiştir. Ebu Hanife’nin şu ifadesine bakınız: “Eğer bilmediklerim ayağımın atında olsaydı, başım göğün en yüksek katına değerdi.”
Âlimin sınandığı önemli konulardan biri de itkan yani ürettiği bilginin gerekli özen ve ilmî incelik süzgecinden geçmiş olup olmadığıdır. İlmî nitelik taşıyan, belli bir konuda çözüm yahut yeni bir bakış açısı getiren bir “küçük” çalışma yığma yöntemi ile “kendince” yazılmış yüzlerce sayfa yazıdan elbette değerlidir. “Bilgide önemli olan nicelik değil niteliktir.” (Tolstoy, aynı yer) Gerçekte itkan âlimlik sıfatına layık olabilmenin şartlarından biridir. İtkan ile bağlantılı meselelerden biri de âlimin ilim ahlakı ilkelerine bağlı kalmasıdır. Ne yazık ki bu ilkeler zaman zaman çeşitli şekillerde ihlal edilmekte ve bu da genellikle bir kimsenin başkasına ait bilgi ya da düşünceleri kendi etiketi altında takdim etmesi (intihal)şeklinde ortaya çıkmaktadır.
Âlim hakikati araştırma yolunda hata yapma riski ile karşı karşıya bulunduğu için yazıp çizdikleri, söyleyip ettikleri eleştiriye açık durumdadır. Eleştiriye tahammül ilim yolculuğunun temel ilkeleri arasında yer alır. İslam ilim geleneğinde ilmî eleştirinin yeri büyüktür. Ebu Hanife, “Bu bilgi benim görüşümü yansıtmaktadır. Birisi bana bundan daha iyisini getirirse onu kabul ederim.” sözü ile bu ilkeyi tablolaştırmıştır. Buna karşılık eleştiri de yapıcı olmalı, üretilen ilmî ürünün daha iyi ve daha yararlı olmasına hakikatin ortaya çıkmasına yardımcı olma niyetine ve niteliğine sahip olmalıdır. Bu gerekçe ile sırf hasmı susturmak hedefini güden cedel yöntemi iyi karşılanmaz. Kısaca, “beşer sözü ise eleştirilebilir, ama usulünce” anlayışı âlimin tutumunu temsil eder.